Allah’ın adıyla,
Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.
Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,
İslam’ın izzet ve sevinci olan bir bayramı daha geride bıraktık. Yüce Rabbimizden bayramın İslam ümmeti için hayırlara vesile olmasını ve Zilhicce ayında yapılan amellerin, hususen kurbanların kabul olmasını niyaz ediyorum.
Son birkaç aydır İslami cemaatlerin kendi içlerinde bazı ihtilafların vuku bulduğuna şahit oluyorum. İhtilaf eden taraflar hüsn-ü zan beslemeleri nedeniyle yaşadıkları sorunları benimle paylaşıyor, sorunlara vâkıf olmamı sağlıyorlar. Vâkıf olduğum kadarıyla şunu söyleyebilirim: Yaşanan hadiselerin benzerliği, sorun olarak zikredilen hadiselere verilen tepkilerin orantısızlığı ve sorunu ıslah etmek yerine sorun üzerinden ayrışmayı teşvik eden ısrarcı tavırlar var. Bu da yaşananların; insani zaaflardan kaynaklı ayrışmalar olmaktan ziyade sistem tarafından organize edilen, üzerinde çalışılmış süreçler olduğunu düşündürüyor. Şöyle ki;
Kur’ân-ı Kerim haddi aşmayı (tuğyan); bireysel, toplumsal ve siyasi tuğyan olmak üzere üç kısma ayırır.[1] Siyasi tuğyan, siyasi otoritenin kendini rabb ve ilah yerine koyması ve Allah’a (cc) yapılması zorunlu olan kulluğun otoriteye yapılmasını istemesidir.
“Firavun dedi ki: ‘Ey ileri gelenler! Sizin için kendimden başka bir ilah bilmem.’ ”[2]
“Dedi ki: ‘Ben sizin en yüce rabbinizim!’ ”[3]
İlah ve rabb tabiatı gereği ortak kabul etmez; uluhiyet ve rububiyetine karşı ortaklık girişimlerini en ağır şekilde cezalandırır. Haddini aşan siyasi otorite, kendisinde ilahlık ve rabblik vehmeder; siyasi, askerî veya toplumsal her gücü/otoriteyi, varlığına karşı tehdit addeder. Siyasi otorite için tehlikenin ölçüsü, bir siyasi/toplumsal yapının sisteme benzemesi ve kendi kendine yeter hâle gelmesidir. Herhangi bir yapı iktisadi anlamda kendine yeter hâle gelmişse, eğitimde sistemin onaylamadığı bir müfredat kullanıyorsa ve kendi içinde itaat mekanizması oluşturabilmişse sistem için tehlike arz eder ve mezkûr minval üzere geliştikçe sistemin tehlike algısı bu gelişmeye orantılı olarak büyür.
Siyasi otorite herhangi bir yapıyı kendisi için ortak olarak algıladığında devlet refleksi gösterir, o yapıyı bölmek ister. Zira bölünen yapının gücü de bölünecek, siyasi otorite için tehlike olmaktan çıkacaktır. Burada şöyle bir soru sorulabilir: Sistem bu yapıları tamamen yasaklayıp ortadan kaldırmak yerine neden bölmeyi ve zayıflatmayı tercih eder? Yazılı olmayan bireysel ve toplumsal bazı yasalar vardır. Hiçbir sistem bu zorunlu yasalarla çatışmak, bunlara karşı gelmek istemez. Toplumsal zorunluluklarla mücadele etmek yerine bu yapıları bölüp parçalayarak tehdit olmaktan çıkarmak ister. İnanç, duygu ve eylem birliği içinde olan insanların bir araya gelmeleri; kader birliği yapıp benzer amaçlar için çalışmaları da bu yasalardan biridir. Ayrıca bölüp parçalamak, tağutlaşan siyasi otoritenin karakteristik özelliklerindendir:
“Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde üstünlük tasladı. Oranın halkını gruplara ayırıp onlardan bir bölümünü mustazaflaştırıyor/güçsüzleştiriyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.”[4]
Firavunlar, halkları böler. Irka, sosyal statüye, ekonomik gelire, mezhebe ve dine dayalı olarak sürekli toplumları ayrıştırır. Bölünen insanları çarpıştırır, sonu gelmez düşmanlıklar ve nesilleri yok eden kan davalarıyla insanların gücünü zayıflatır. Toplum öyle bir noktaya gelir ki onun varlığı olmadan bir arada yaşayamayacağına inanır. Tüm problemlerin sebebi olan Firavun, böldüğü ve çatıştırdığı insanlar nezdinde kurtarıcı hâline gelir.
Tağutlaşan siyasi otoritenin tabiatını anladıktan sonra 15 Temmuz darbe girişimi akabinde Türkiye’de başlayan “cemaat” kavramına yönelik şeytanlaştırıcı tutuma dikkat çekmek ve fiilî olarak Türkiye’de pek çok cemaatin bölünmesine bu açıdan bakmayı öneriyorum. Son sekiz yılda birçok cemaat birden fazla parçaya bölündü ve güçsüzleşti.
Büyüyen ve sistem için tehdit oluşturan yapılar birkaç şekilde bölünüyor:
Bir kısmı büyüme aşamasında suça bulaştırılıyor. Devlet için tehdit olmaya başladıklarında suç dosyaları ifşa edilerek toplum tarafından linç edilip sistem dışına itiliyorlar. (F. Gülen Cemaati’nde olduğu gibi)
Bir kısmının içine yerleştirilmiş karanlık adamlar, ihtilaflı meseleleri kaşıyarak önce cemaati kamplaştırıyor, sonra bölüyorlar. (İsmailağa Cemaati’nde olduğu gibi)
Bir kısmının İslam’ın pak nizamına uymayan cemaatleşme modelleri nedeniyle aralarında taht/post kavgası çıkıyor, sistemin körüklemesiyle bölünüp parçalanıyorlar. (Menzil Cemaati’nde olduğu gibi)
Bir kısmı insani olarak yaşadıkları tartışmaları şeriata götürüp çözmek yerine kameralar karşısında atışarak çözmeye çalışıyor. Sistem için çalışan hesaplar sosyal medya kamplaşmalarını körüklüyor ve insani zaaflardan kaynaklanan ihtilaflar, kan davasına dönüşüyor.
Sistem kendisiyle barışık olduğu yapılara dahi belli bir güce ulaştıktan sonra tahammül edemiyorsa en küçüğünden en büyüğüne tehdit olarak algıladığı tevhidî yapılanmalara karşı nasıl bir tavır içinde olacağı aşikârdır. Söz konusu tevhidî yapılar olduğunda o yapının güçlenmesini dahi beklemeden tuzakçı yapısı devreye girecek[5] ve tevhidî yapıları bölüp parçalamak isteyecektir.
Cemaatsel sorunlar yaşayan tüm kardeşlere iki tavsiyede bulunacağım:
1. Sorunları Şer’i Hükümler Işığında Çözmek
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resûl’e itaat edin. Sizden olan (Müslim/şirki terk ederek tevhidle Allah’a yönelen) yöneticilere de (itaat edin). Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, şayet Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanıyorsanız (o meseleyi çözmek için) Allah’a ve Resûl’e götürün. Bu, daha hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.”[6]
Ayet-i kerime şu hakikati anlatır: Aslolan İslam toplumunun birlik hâlinde olması; Allah’a (cc), Resûl’üne (sav) ve yöneticilerine itaat etmesidir. Ola ki İslam toplumunda bir ihtilaf vuku buldu, o takdirde yapılması gereken, ihtilafı Allah’a ve Resûl’üne götürmek ve sorunu çözmektir. Bu bir tercih değil, imani zorunluluktur. Zira birey ve toplumların Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanıp inanmadıkları, ihtilaf imtihanıyla sınanmaktadır.
Evet, sorunlarımızı Allah’a (cc) ve Resûl’üne (sav), yani şer’i hükümlere götürdüğümüzde Allah’ın vaadi gereği “Bu, daha hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.” sonucuyla karşılıyoruz. Sorunlarımızı şer’i hükümlere taşımayınca ayetin mefhumu’l muhalifi fehvasınca da daha çirkin ve daha şerli bir sonuçla karşılaşıyoruz. En basit meseleler büyüyor, büyüyor, büyüyor. Çekirdek kovuğunu doldurmayacak meseleler, cahillerin ağzında yılların emeğini zayi eden sorunlara dönüşüyor. Sorun karşısında gösterilen gayr-i İslami tavır, sorunun kendisinden daha büyük bir soruna dönüşüyor. Dinî, ahlaki veya siyasi bir ihtilaf Allah’a (cc) ve Resûl’üne (sav) götürülmeyince itikadi/imani bir mesele hâlini alıyor, tarafların imanı zandan ibaret oluyor. Tecrübeyle sabittir; on dakikalık şer’i bir mecliste çözülecek meseleler, Allah’a (cc) ve Resûl’üne (sav) götürülmeyince on yıllara yayılan kin, adavet ve tefrikaya neden olabiliyor.
2. Masiyete Tepki Göstermek ile İtaatten El Çekmeyi Birbirinden Ayırmak
İslami yapı insanlardan oluşur. İnsanın olduğu yerde mutlaka şer’i muhalefetler, masiyetler ve içtihadi farklılıklar olacaktır. Peki, yöneticisinde veya dava arkadaşlarında şer’i muhalefet gören bir Müslim ne yapacaktır? Hiçbir koşulda masiyete iştirak etmeyecek, Allah’a (cc) isyan olan bir konuda yöneticisine itaat etmeyecektir:
“Masiyette itaat yoktur. İtaat yalnızca maruf/meşru olan emirlerdedir.”[7]
Bu Nebevi ilkeyle amel eden Müslim, bir diğer Nebevi öğreti gereği asla itaatten el çekmeyecek, ayrılık çıkarmayacak ve dinin asıllarından olup din ayrılığını gerektiren bir ihtilaf olmadıkça cemaatten ayrılmayacaktır.
Alî ibni Ebî Tâlib’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“Nebi (sav) bir seriyye gönderdi, başlarına Ensâr’dan birisini kumandan tayin etti ve askerlere, kumandanlarına itaat etmelerini emretti.
(Yolda) kumandan öfkelendi de, ‘Nebi (sav) bana itaat etmenizi emretmedi mi?’ diye sordu.
Askerler, ‘Evet, emretti!’ dediler.
Kumandan, ‘Size kesin emrim şudur ki odun toplayacaksınız, bir ateş yakacaksınız, sonra da ona gireceksiniz!’ dedi.
Askerler odun topladılar ve bir ateş yaktılar. Ateşin içine girmeye yöneldiklerinde durup birbirlerine baktılar.
İçlerinden bazısı, ‘Bizler Nebi’ye (sav) ancak ateşten kaçmak için tabi olduk, (şimdi biz böyleyken) onun içine mi gireceğiz?’ dedi.
Onlar böyleyken ateşin alevi söndü ve kumandanın öfkesi geçti.
Sonra bu olayı Nebi’ye zikrettiklerinde, ‘Eğer ateşe girselerdi ondan dışarı çıkamazlardı. Çünkü itaat ancak meşru olan emirler hakkındadır.’ dedi.”[8]
Abdullah ibni Ömer’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“Nebi (sav) Hâlid ibni Velîd’i Cezîmeoğullarına gönderdi. Onları İslâm’a davet etti. Fakat onlar, ‘Teslim olduk, Müslim olduk.’ demeyi güzel bir şekilde beceremediler. Bunun yerine, ‘Dinimizi terk ettik.’ demeye koyuldular. Hâlid ibni Velîd de onlardan kimisini öldürmeye, kimisini esir almaya koyuldu. Bizden her birisine de esirini teslim etti. Nihayet bir gün Hâlid bizden her bir adamın esirini öldürmesini emretti. Ben, ‘Allah’a yemin ederim ki kendi esirimi öldürmeyeceğim. Arkadaşlarımdan hiçbir kimse de kendi esirini öldürmeyecek.’ dedim. Nihayet Nebi’nin (sav) huzuruna vardık. Olanı ona anlattık. Nebi (sav) ellerini kaldırarak iki defa şöyle buyurdu: ‘Allah’ım, ben Hâlid’in yaptıklarından uzak olduğumu sana arz ediyorum!’ ”[9]
Okuduğumuz her iki olayda da Allah Resûlü’nün (sav) ashabına masiyet olan bir şey emredilmiştir. Onlar ise masiyete itaat etmemiş, kesin bir dille Allah’ın (cc) sınırlarını çiğnemeyi reddetmişlerdir. Bununla birlikte itaatten de el çekmemiş, ayrılık çıkarmamış ve Medine’ye varana kadar sabretmişlerdir. Allah Resûlü’ne (sav) gidince durumu ona arz etmiş ve aralarında hükmetmesini istemişlerdir. Bugün içinde bulundukları cemaatte yöneticilerle veya çalışma arkadaşlarıyla ihtilaf yaşayanlar sahabeyi örnek almalı, masiyete itaat etmedikleri gibi itaatten de el çekmemelilerdir.
Selam ve dua ile…
[1]. bk. Tevhid İnancını İnşa Eden Kavramlar, s. 645-690
[2]. 28/Kasas, 38
[3]. 79/Nâziât, 24
[4]. 28/Kasas, 4
[5]. “Böylece biz, her beldenin önde gelenlerini oranın suçlu günahkârları kıldık ki orada tuzaklar kursunlar. Oysa onların tuzakları, yalnızca kendilerine zarar verir. Farkında da değillerdir.” (6/En’âm, 123)
“(Hatırlayın!) Hani kâfirler seni hapsetmek, öldürmek ya da (yurdundan) çıkarmak için tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kuruyorlar, Allah da (tuzaklarını boşa çıkaracak ve onlara zarar verecek şekilde karşı) tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (8/Enfâl, 30)
“Şüphesiz onlar tuzaklarını kurdular. Onların tuzaklarına (verilecek ceza) Allah’ın yanındadır. İsterse onların tuzakları dağları yerinden oynatacak (cinsten) olsun.” (14/İbrahîm, 46)
[6]. 4/Nisâ, 59
[7]. Buhari, 7257
[8]. Buhari, 4340; Müslim, 1840
[9]. Buhari, 4339
Allah razı olsun, çalışmalarınızıbereketli ve faydalı kılsın ..
Allah razı olsun, çalışmalarınızıbereketli ve faydalı kılsın .. Daha fazla insanın yararlanmasını nasib etsin .
Allah razı olsun, çalışmalarınızı bereketli ve faydalı kılsın .. Daha fazla insanın yararlanmasını nasib etsin ..
Çok teşekkürler.. Allah razı olsun, çalışmalarınızı bereketli ve faydalı kılsın .. Daha fazla insanın yararlanmasını nasib etsin .. kaleminize hidayet etsin ..