Bidatin sapıklık olduğunu ve bidatlerle Allah’ı razı edemeyeceğimizi bildiğimiz için bidatten sakınıyoruz, sakınmalıyız. Yine bidatin şirke açılan bir kapı olduğunu, bu kapıdan giren insanı iyi niyetinin kurtaramayacağını da altını çizerek bir kenara not ediyoruz, etmeliyiz. Önceki yazılarımızda bidate dair, mezkûr konuları ve daha fazlasını işledik. Ancak ihmal etmememiz gereken bir konu var ki yazmadan ve ilgili hadisler bağlamında ele almadan geçmek kanaatimizce doğru olmayacaktır.
Konumuz ve sorumuz şu; bidatçiler ile ilişkimiz nasıl olmalıdır?
Bidatçilerle ilişkilerimiz konusu mühim. Bu konuyu şer’i perspektiften değerlendirmemiz gerektiği de kesin. Ancak bu mevzuyu doğru anlayabilmemiz için evvela bir konuya temas etmeliyiz.
Bidat en kısa tanımla “dinde yapılan yenilik” anlamındadır. Dinde yapılan yenilikler iki kısımdır:
1. Dinden Çıkarmayan Yenilikler/Bidatler
2. Dinden Çıkaran Yenilikler/Bidatler
Dinden çıkaran bidatler zamana göre farklılık gösterebilir, ancak temel özelliği, bidat olması ve dinden çıkarmasıdır. Bugün “muhafazakârlar” tarafından İslam’a yama edilen “Muhafazakâr demokratlık”, “İslami demokrasi” gibi safsatalar, dine sonradan dâhil edilmesi yönüyle bidattir. Diğer taraftan İslam’ın en temel asıllarından “egemenliğin Allah’a verilmesi”yle tezat ifade ettiği için şirktir. Çünkü demokrasi “egemenliğin halka verilmesi” esasını düstur edinir ki kelimenin manası da budur ve bu yönüyle dinden çıkarır.
Dinden Çıkarmayan Bidat
Dinde Allah’ın (cc) müsaade etmediği yenilikler olmasının yanında dinden çıkarmayan bidattir. Failini müşrik veya kâfir yapmaz. Genelde çeşitliliği ve yaygınlığı nedeniyle bidat denildiğinde kastedilen, bu kısımdır.
Bidat ehliyle ilişkilerimizi selefin davranışlarının ışığında şekillendirelim, dediğimizde kastımız dinden çıkarmayan bidatlerdir.
Şimdi konumuza geçebiliriz:
Selefin Bidat Ehliyle İlişkisi
Bu başlığın altında ilk devre ait muhtelif zamanlarda gerçekleşmiş bazı örnekler zikredeceğiz. Bu örneklerin ışığında selefin bidat ehliyle ilişkisini tespit etmeye çalışacağız. Okuyucularımızdan ricamız, örnekleri dikkat ve titizlikle okumalarıdır. Çünkü bu örnekler selefin bidate ve bidat ehline karşı duruşlarını pratik olarak açıklamaktadır.
Birinci Örnek
İmam Darimi (rh), Sünen’in mukaddimesinde, Amr ibni Seleme’den (ra) şu rivayeti aktarır:
“Biz Abdullah ibni Mesud’un kapısında sabah namazından önce oturuyorduk.
Ebu Musa El-Eşari geldi: ‘Ebu Abdurrahman (İbni Mesud) henüz çıkmadı mı?’ diye sordu.
Bizler, ‘Hayır.’ dedik.
Ebu Abdurrahman çıkınca hep beraber yanına gittik.
Ebu Musa, ‘Az önce mescidde bir şey gördüm. Daha önce hiç görmediğim bu şeyin hayırlı bir şey olmadığını düşünüyorum…’
Sonra anlatmaya başladı.
Mescidde halkalar hâlinde oturmuş, ellerinde taşlar olan ve başlarında bulunan birinin, ‘Yüz defa tekbir getirin!’ demesiyle tekbir getiren insanlar gördüm. Aynı usulle yüzer defa Kelime-i Tevhid’i söylüyor ve Allah’ı tesbih ediyorlardı.
İbni Mesud, ‘Onlara ne dedin?’ dedi.
Ebu Musa, ‘Sana danışmadan bir şey demedim.’ diye karşılık verdi.
‘Onlara iyiliklerini değil, kötülüklerini saymalarını emretseydin!’ dedi ve mescide girdi.
Biz de onunla beraber girdik.
Halkalardan birinin yanına geldi ve dedi ki: ‘Bu yaptığınız nedir?’
‘Ey Ebu Abdurrahman, zikirlerimizi saydığımız taşlardır!’
‘Kötülüklerinizi sayınız! Ben iyiliklerinizin zayi olmayacağını garanti ederim. Ey Muhammed ümmeti! Ne de çabuk helake yöneldiniz. Allah Resûlü’nün bedeni çürümeden, kullandığı kaplar kırılmadan ve ashabı henüz aranızdayken mi sapıtacaksınız? Nefsimi elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki ya sizler Muhammed’in üzerinde olduğu yoldan daha hayırlı bir yol üzeresiniz ya da sizler sapıklık kapısını açmaktasınız!’
‘Vallahi, ey Ebu Abdurrahman, biz bu yaptığımızla hayrı elde etmekten başka bir şey kastetmedik!’
‘Hayrı amaçlayan nice insan ona ulaşamaz. Allah Resûlü (sav) Kur’ân okuyup da boğazlarından geçmeyecek (onu anlamayacak) insanlardan bahsetmişti. Zannım odur ki onların çoğu sizdendir.’ ”[1]
İkinci Örnek
İbni Abbas’tan (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“Hariciler düşmanlık üzere bir yerde toplandılar ve Ali ibni Ebi Talib (ra) ve onunla beraber olan Peygamber’in (sav) ashabına karşı çıkmaya karar verdiler.
Dedi ki: ‘Bir adam gelip, ‘Ey müminlerin emiri! Bu topluluk sana karşı gelecek.’ demeye başladı.’
Ali (ra), ‘Bana karşı çıkana kadar bırak onları. Bana karşı savaşa girişene kadar onlarla savaşmayacağım. Gerçi öyle de yapacaklardır.’ dedi.
Bir gün Ali’ye dedim ki: ‘Ey müminlerin emiri, biraz namazı geciktir ki kaçırmayalım ve bu arada o topluluğa gidip konuşayım.’
‘Sana bir şey yaparlar diye korkuyorum.’ dedi.
Dedim ki: ‘Hayır, inşallah bir şey yapmazlar. Ben güzel davranıp kimseye eziyet vermeyen biriyim.’
Bu yemaniyyeden en güzelini giydim. Yanlarına geldim. Öğle istirahatindelerdi. İbadette onlardan daha fazla gayret gösterenini görmedim. Elleri deve dizi gibiydi. (Çok ibadetten iz yapmıştı.) Yüzlerinde secde eseri görülüyordu. Üzerlerinde yıpranmış gömlekler vardı. Yüzleri uykusuzluktan zayıflamıştı.
Yanlarına gelince dediler ki: ‘Bu üzerindeki elbise de ne?’
İbni Abbas, ‘Beni bununla mı ayıplıyorsunuz? Ben Resûlullah’ın (sav) üzerinde bundan daha güzelini görmüştüm ve şu ayet inmişti: ‘De ki: ‘Allah’ın kulları için çıkardığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?’ (Ve yine) de ki: ‘O, dünya hayatında iman edenler içindir. Ahirette ise sadece iman edenleredir.’ Böylece bilen bir topluluk için ayetleri detaylı bir şekilde açıklarız.’[2] ’ dedi. (Resûlullah’ın sünnetini bilmediklerinden güzel elbise giymeyi kerih görmüşlerdir.)
‘Niye buraya geldin?’
‘Size Resûlullah’ın (sav) ashabından, onun yanında olup da vahyin üzerlerine indiği insanlardan bahsetmeye geldim ki aranızda onlardan hiçbiri yok!’ (Yanlarında vahye şahitlik eden sahabe olmadığından bilgi kaynakları eksiktir.)
Bazıları dedi ki: ‘Kureyş ile münakaşa etmeyin. Yüce Allah buyuruyor ki: ‘…Bilakis onlar, (tartışmada haddi aşıp) düşmanlıkta ileri giden bir kavimdir.’ ’[3]
İki üç kişi, ‘Keşke onlarla konuşsan.’ dediler.
İbni Abbas dedi ki: ‘Söyleyin bana; Resûlullah’ın (sav) amca oğlu ve damadı olup, ona ilk iman eden, ashabının birlikte olduğu kişiden alıp veremediğiniz nedir?’
Dediler ki: ‘Biz ona üç konuda muhalefet ediyoruz.’
‘Nedir onlar?’
‘Birincisi, o, Allah’ın dininde insanları hakem kıldı. Hâlbuki Allah buyurdu ki: ‘Hüküm ancak Allah’ındır.’ Allah’ın bu sözünden sonra insanların hükümde ne işi olabilir?’
‘Başka?’
‘Ali insanlarla savaştı, ama ne köle aldı ne ganimet. Eğer savaştıkları kâfirse mallarının Ali’ye helal olması gerekirdi. Eğer müminse müminlerin kanını dökmek haramdır.’
‘Başka?’
‘Kendisi için (söylenen) müminlerin emiri sıfatından vazgeçti. Eğer müminlerin emiri değilse kâfirlerin emiri demektir.’
‘Başka bir itirazınız var mı?’
‘Bu kadarı bize yeter.’ dediler.
İbni Abbas şöyle dedi: ‘Eğer size Allah’ın muhkem kitabından ve Nebi’sinin sünnetinden fikirlerinize karşı delil getirirsem dönecek misiniz?’
‘Evet.’ dediler.
‘Allah’ın dininde insanların hüküm vermesi hakkındaki görüşünüze gelince, Yüce Allah buyuruyor ki: ‘Ey iman edenler! İhramda olduğunuz zaman avı öldürmeyin. Sizden her kim onu kasten öldürürse cezası, sizden iki adil hakemin kararıyla öldürdüğüne denk bir hayvanın Kâbe’ye ulaştırılarak kurban edilmesidir…’[4] Kadın ve kocası hakkında ise şöyle buyuruyor: ‘Aralarının açılmasından korkarsanız erkeğin ehlinden bir hakem, kadının ehlinden de bir hakem yollayın…’[5] Şimdi Allah’a yemin verdirerek soruyorum size: İnsanları birbirlerinin kanına girmekten alıkoymak ve aralarını bulmak için hüküm vermek mi daha evladır, yoksa değeri çeyrek dirhem olan tavşan ve aile hakkında hüküm vermek mi daha evladır? Üstelik biliyorsunuz ki Allah dileseydi hükmü verir, insanlara bırakmazdı.’
‘Vallahi birbirlerinin kanına girmekten alıkoymak ve aralarını düzeltmek daha evladır.’ dediler.
‘ ‘Ali savaştı, ama köle ve ganimet almadı.’ sözünüze gelince, söyleyin bakalım; Anneniz Aişe’ye sövüyor musunuz yoksa başka kadınlarda helal olanı onda da helal kılıyor musunuz? Eğer böyle diyorsanız küfre düştünüz demektir. Yok eğer onun müminlerin annesi olmadığını söylüyorsanız yine kâfir oldunuz ve İslam’dan çıktınız demektir. Yüce Allah buyuruyor ki: ‘Nebi, müminlere kendi nefislerinden daha evladır/önceliklidir. Eşleri de onların anneleridir…’[6] Görülüyor ki siz iki sapıklık arasında bocalıyorsunuz, hangisini seçerseniz seçin. Şimdi bu görüşlerinizden vazgeçtiniz mi?’
Birbirlerine baktılar ve dediler ki: ‘Vallahi evet!’
‘Ali’nin kendisi için (söylenen) müminlerin emiri sıfatından vazgeçtiği görüşünüze gelince size bu konuda razı olacağınız sözü söyleyeceğim:
Hudeybiye Günü Resûlullah (sav) Kureyş’i aralarında anlaşma yazmak için davet etti. Suheyl ibni Amr ve Ebu Sufyan ile yazışacaklardı. Peygamber dedi ki: ‘Ey Ali, yaz: Bu, Allah’ın Resûlü Muhammed’in (sav) hükmüdür.’ Dediler ki: ‘Vallahi senin Allah’ın Resûlü olduğunu bilseydik seni Kâbe’den alıkoymazdık, sana karşı savaşmazdık. Onun yerine Muhammed ibni Abdullah yaz.’ Peygamber dedi ki: ‘Vallahi beni yalanlasanız da ben gerçekten Allah’ın Resûlüyüm. Yaz, ey Ali: ‘Muhammed ibni Abdullah.’ Peygamber, Ali’den üstünken kendisinin nebi olarak zikredilmemesine razı olduysa bu onu peygamberlikten çıkarmıyor. Şimdi bu görüşünüzden de vazgeçtiniz mi?
Dediler ki: ‘Vallahi evet.’
Bunun üzerine iki bini geri döndü. Dört bin kişi ise sonraki savaşlarda sapık olarak öldürüldüler.”[7]
Üçüncü Örnek
“ ‘Heva/bidat ehlinden iki kişi İbni Sirin’in yanına gelirler. Ey Ebu Bekir, sana bir hadis anlatmak istiyoruz.’ derler.
‘Hayır olmaz.’ der.
‘O zaman Allah’ın Kitabı’ndan bir ayet okuyalım.’ derler.
‘Hayır, ya siz kalkın veya ben burayı terk edeceğim.’ cevabını verir.
Bunun üzerine adamlar mescidi terk ederler.
Orada bulunanlar, ‘Neden onların Allah’ın Kitabı’ndan bir ayet okumalarına izin vermedin?’ diye sorarlar.
İmam Muhammed, ‘Ben bana ayet okuyup ardından tahrif etmelerinden ve bunun benim kalbimde de yer etmesinden endişe ettim.’ der.”[8]
Bu örnekler ışığında çıkardığımız birtakım dersleri şu şekilde sıralayabiliriz:
Birinci Husus: Bidat sapıklık olduğu gibi, bidatçi olan kimse de sapıktır. İyi niyet, yolunun doğruluğu anlamına gelmeyeceği gibi yaptığı yanlışı da Allah (cc) yanında meşrulaştırmaz. Bu, açıkça naslardan anlaşıldığı gibi sahabenin bidat ehline verdiği tepkilerde de ölçümlenebilir. İbni Mesud’un, “Nice hayrı murad eden vardır ki ona ulaşamaz.” sözü buna örnektir.
İkinci Husus: Bidat bir masiyet olmasının yanında, mümini dininden uzaklaştıracak kadar da tehlikelidir. Her masiyet, berayı gerektirdiği gibi bidat de bunu gerektirir. Bidatçiyle dostluk ilişkileri sınırlı olmalı, yakınlıktaki ölçü korunmalıdır. Ki bu sınırı biz, selefin uygulamasında açık şekilde görmekteyiz. İbni Mesud’un onlarla diyaloğu bunun örneğidir. İbni Sirin’in, bidatçileri dinlememesinin de bu şekilde değerlendirilmesi mümkündür.
Üçüncü Husus: Sapık bidat ehline karşı ıslah ve nasihat politikası gündemde olmalıdır. En büyük günah olan şirkle mücadelesinin temeline daveti oturtan İslam, bidat gibi çoğunlukla dinden çıkarıcı olmayan bir günah konusunda da davet ve ıslah projesini öne sürer. İbni Mesud, İbni Abbas, M. İbni Sirin bidat ehline karşı tavır ve duruş belirlerken kavimlerinin önde gelenleri, ilim adamları olarak bu tavrı belirlediler. Bunu yaparken en önemli motivasyonları elbette nasihat ve ıslahtı.
Dördüncü Husus: Davet ve ıslah projesi ince elenip sık dokunması gereken hassas bir konudur. Bu konuda yapılan yanlışlık tüm toplumu kapsayabilir.
Beşinci Husus: Bazı bidat ehlini gündeme almamak, onları önemsememek ve unutmak onların ıslahı için önemli bir çözüm yolu olabilir. Diğer yandan bir başka bidat taifesi, bidatçi grup veya bireye karşı bu politika zarar verebilir. Özellikle insanları etkileri altına alan, bidatlerine davet edip toplumda gündem oluşturanlara karşı reddiye, delillerini çürütme ve sünnet müdafaası yapmak, zorunluluktur. Bu hassas mücadelenin rotası, siz de takdir edersiniz ki basiret, ilim ve vahyi kendilerinde toplamış âlimler tarafından belirlenir. Bidatten veya zararlarından habersiz olan, bidatle mücadelenin şer’i yollarını bilmeyenlerin çizeceği rota yanıltıcı olabilir. Bidatin ortadan kalkması için çizilen program, aksi istikamette bidate karşı meyli arttırabilir. Bu konuya dikkat etmek gerekir.
Bu hususu örneklendirecek olursak; esasen bidat ehli bir Müslim’in arkasında namaz kılmak, namazı batıl yapmaz. Namaz sahihtir. Ancak konu bidat ehlini bidatinden vazgeçirmek olunca, bidatçinin arkasında namazın kılınmaması da bir nasihattir.
İbni Teymiyye (rh) bu konuyu şöyle izah eder: “Fasık ve bidatçinin namazı kendisi için sahihtir. Bir kimse fasık veya bidatçinin arkasında namaz kıldığında namazı batıl olmaz. Fakat bazı âlimler iyiliği emredip kötülükten sakındırmak vacip olduğundan dolayı bunların arkasında namaz kılınmasını kerih görmüşlerdir. Bundan kaynaklı, bidatini veya günahını izhar eden kimse Müslimlerin imamı olarak tayin edilmemelidir. Zira bu kimse tevbe edinceye kadar tazir edilmeyi hak eder. Tevbe edinceye kadar bu kimseyi hecredip ondan uzaklaşmak güzel olur. Aynı şekilde bazı insanlar bu sıfatlarda olan bir imamın arkasında namazı terk eder ve başkasının arkasında namaz kılarsa bu davranışı bidatçinin tevbe etmesine, görevinden uzaklaştırılmasına veya (asgari olarak) insanların onun günahından sakınmasına etkisi olur.”[9]
Altıncı Husus: İlim adamlarının bidatin tehlikesini topluma doğru anlatmaları zaruridir. Bunun yollarından birisi, bizzat âlimlerin bidatçilerle ilişkilerinin sınırlı olmasıdır. İbni Sirin’in bu konudaki tavrı örnek bir davranıştır. Bazen sözlerin, uzun veya beliğ hutbelerin anlatamayacağı hakikatleri, bir davranış ziyadesiyle anlatabilir.
Yedinci Husus: Bidatçilerle mücadelede hikmet önemlidir. Hikmetsiz bir mücadele zarar verir. Şirkin olduğu yerde bidati ıslah etmek abestir, hikmete uygun değildir. Bidatle mücadelede bidatçinin temel argümanlarını çürütmek varken konunun etrafında dolaşmak, nasları açıkça zikretmemek sorundur.
Bir sonraki sayımızda buluşmak duasıyla…
İlk Yorumu Sen Yap