Beyin Bölgelerini Birleştirmek

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla,

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,

Önceki sayılarımızda beyin bölgelerinden bahsetmiş; beyin bölgelerini bir arada kullanmanın önemine değinmiştik. Kur’ân’ı okuyup hikmet ölçüsü peygamberlerin kıssalarını, dualarını ve amellerini öğrendikçe ve Allah Resûlü’nün (sav) siyerini anlamaya çalıştıkça; Peygamberlerin duygu kaosuna kapılmadan, detayları fark edip, olayları bütünün içerisinde değerlendiren, mantıki sebep sonuç ilişkilerini çok incelikle kuran ve tedbirler alan, olayları baştan sona hikmetle değerlendiren ve yol haritası çıkarabilen, kavimlerine karşı hoşgörülü ve esnek, hatalarına karşı ıslah edici bir toleransa sahip, nefsine karşı irade sahibi, Allah düşmanlarına karşı yıldırıcı bir mücadele ortaya koyan; kısacası sağ ve sol beyinlerinin çok dengeli bir şekilde çalıştığı üst beyin insanları olduklarını görüyorum. Elbette insan olma hasebiyle zaman zaman alt beynin ani gelişen reflekslerine kapılmış; kimi zaman korkmuşlar, kimi zaman öfkelenmişler, kimi zaman da hatalar yapmışlar, ama Allah’ın (cc) yol göstermesiyle en güzel şekilde telafi etmeyi de başarmışlar. Allah (cc) en doğrusunu bilir.

İnsan olma özelliklerimiz nedeniyle kimi zaman hatalar yapar kimi zaman duygu ve düşünce dünyamızda krizler yaşarız. Bazen yanılır bazen kapılırız. Bazen cahilliğimiz tutar, zaman içinde öğreniriz. Bazen de mantık yürütür, yol ararız. Bazen sabırsız davranırız bazen zalim. Bazen zorlanırız bazen acele ederiz. Sahip olduğumuz bu insani özellikleri ıslah etme çabamızdır mücadelemiz. Yolun sonunda güzel ahlaklı ve erdemli bir insan olmayı hedefleriz. Beynin bölgelerinin işlevlerini bilmek bu süreçte bize yol gösteren vesilelerden biridir. Tüm kâinatı belli kurallar/yasalar çerçevesinde yaratıp, birbirine sebep sonuç ilişkisiyle bağlayan Rabbimize hamd olsun ki, bu kevnî ayetin de yasaları var ve kuralları derinlemesine anladıkça birçok noktada hayır elde edebiliriz, Allah’ın izniyle. Beynimizin kontrolünü kaybettiğimizde, geri kazanırken veya karşımıza kontrolü kaybetmiş biri çıktığında, onunla muamele ederken bize yardımcı olabilecek bazı manevralar var elhamdulillah. Bu yazıda çabamız Allah’ın (cc) merhamet ettiği ve ilminden öğrettiği oranda bu kurallardan ve tekniklerden bahsetmeye çalışmaktır. Başarı Allah’tandır (cc).

1. Sağ Beyinle Bağ Kurarak İşe Başlamak

Sağ beynin etkisinde duygu fırtınasına kapılmış bir insanın önce sağ beyniyle bağ kurmak önemlidir. Duygusal bir anlayış bağı oluştuktan sonra iletişime geçmek ve fırtınayı dindirerek rüzgârları istenilen bölgeye sevk etmek kolaylaşacaktır. Diğer türlü yapılacak her hamle fırtınanın yıkıcı etkisinden nasibini alacaktır. Sağ beyin fırtınalarının en temel özelliklerinden biri sol beyin mantığının devre dışı kalmasıdır. Mantığın devre dışı kaldığı durumlarda mantıklı açıklamalar yaparak işe başlamak hata olur.

Kriz ânında yapılan konuşmalarda, özellikle enerjisi yüksek gençlerin terslemesiyle, dalga geçmesiyle, o duyguya iyice yapışmasıyla mesele daha da tırmanabiliyor ve insan ister istemez “Ne dedim ki ben şimdi?!..” tepkisi verebiliyor. Söylenenlerin içeriğine bakıldığında -çoğu zaman- gayet mantıklı ve doğru olmasına karşın ilk yapılacak olan bu olmadığı için ters tepiyor. Önce bağ kurup sonra söylendiğinde hem karşıdaki dinleyebilir hâle gelir hem de mantığı devreye girdiği için söylenenlerin etkisi ve ağırlığı artar. Sonuç alamamanın nedeni, söylenenlerin içeriği değil; karşıdaki insanın düşünce sürecinin o ân buna hazır olmamasıdır. Çünkü ne yapıldığı kadar hangi sırayla yapıldığı da çok önemlidir. İhtiyaç duyulan sıraya riayet edilmediğinde elde edilmek istenen sonuca ulaşılamaması muhtemeldir.

Bağ kurmanın çeşitli yolları vardır. Duruma, insana, o ânki ihtiyaçlara, yaşanan hadiseye ve olayın önemine göre değişir. Ben iki bağ kurma yöntemini bahsedilmeye değer buluyorum, ihtiyacınıza göre diğerlerini de araştırabilirsiniz.

a. Dokunarak bağ kurmak

Dokunma duyusu çok kuvvetli bir yatıştırıcıdır. Örneğin ayağınızı bir yere çarptığınızda hemen ovmaya başlamanızın, başınız ağrıdığında şakaklarınıza masaj yapma ihtiyacınızın özel bir nedeni vardır. Aklınız bunu bilse de bilmese de vücudunuz öğrenmiştir. İnsan vücudunda postacı sinirler vardır ve belli yolları kullanarak vücudun durumunu beyne iletir. Deride ağrı, sıcak, soğuk, titreşim durumlarını beyne taşımakta özelleşmiş postacı sinirler vardır. Bir yeriniz ağrıdığında bu bölgeden ağrı mesajları gitmeye başlar. Siz o bölgeyi ovmaya başladığınızda ağrı mesajını taşıyan postacılardan daha güçlü postacılar, dokunma mesajlarını yoğun bir şekilde beyne götürür. Böylece ağrı hissi azalır, o bölge dokunma hissiyle yatışır ve rahatlar. Bu nedenle sarılmak bağ kurmanın ve yatıştırmanın bir çeşididir. Yoğun bir duygu fırtınası ânında sevgiyle, şefkatle ve merhametle sarılmak postacıların ve mesajların değişmesine neden olur. Beyinde olumsuz duyguların etkisi azalır, kişiyi rahatlatır; iletişime, anlaşmaya ve uzlaşmaya daha açık hâle getirir. Yapılan mantıklı açıklamalar ve öneriler bu aşamadan sonra daha çok etki eder. Kendinizden müşahade edebilirsiniz; korktuğunuz, üzüldüğünüz, hüzünlendiğiniz, hayal kırıklığına uğradığınız, öfkelendiğiniz ânlarda sevdiğiniz birinin size sarılması sizi daha iyi hissettirir. Daha iyi hissettikten sonra olayları daha iyi değerlendirmeye başlarsınız.

Örneğin karşımızdaki kişi mantığının şalterlerini indirip, dizginlerinden kurtulmuş bir at moduna geçtiğinde ona ahıra gitmesinin ne kadar mantıklı olduğunu anlatamazsınız. Ürkek bir kuş can havliyle kanat çırparken ona uçacağı yönü tarif edemezsiniz. Korkmuş bir yavru kedi tüylerini kabartmışken aslında ona yemek vermek istediğinizi açıklayamazsınız. İnsan da mantığını kapattığında öfkeli bir attan, ürkmüş bir kuştan, korkmuş bir kediden çok farkı yokmuş gibi davranabilir. Bu durumdaki bir hayvanla karşılaştığımızda hayvanı sevmeye, okşamaya ve sakinleştirmeye çalışırız; bu çok fıtri/temel bir yaklaşımdır ve çok işe yarar. Dokunmak, duyguları kabarmış her canlıyı sakinleştirir.

Allah Resûlü (sav) Hira Mağarası’nda ilk vahyi aldığında korkmuş bir hâlde, kalbi titreyerek evine döndü. Hatice Annemiz (r.anha) ne olduğunu, neler gördüğünü, ne yaşadığını sormadan önce onu (sav) örttü ve sardı. Peygamberimiz (sav) sakinleşince, yaşadıklarını eşine anlattı ve Hatice Annemiz (r.anha) o zaman, “Allah seni zayi etmez. Sen akrabayı yedirirsin, misafirini ağırlarsın, yoksulu doyurur, ihtiyacı olanın ihtiyaçlarını karşılarsın, hakkın katından gelen musibetlere karşı insanlara yardım edersin.” diyerek mantığına hitap etti ve Peygamberimizi (sav), Varaka’ya götürdü.[1]

Dokunma alışkanlığı olan kültürlerde insanlar farkında olmadan bu tekniği uygulayıp faydalı sonuçlar alırken; bugün birçok toplumda insanların birbirine dokunması olumsuz şeylerle ilişkilendiriliyor. Ahlakın ve güvenin kalmadığı toplumlarda pedofili, istismar, sapıklık, şiddet gibi durumlarla anıldığı için dokunmaya karşı olumsuz bir algı oluşuyor. Her mesele gibi bu durumda da yapılması gereken ifrat ve tefrite kaçmadan orta yollu bir şekilde, Allah’ın sınırları dâhilinde davranmaktır.

Değinilmesi gereken diğer önemli husus, eğer kişi çocukluğundan itibaren dokunmanın ve sarılmanın yatıştırıcı ve sakinleştirici etkisini deneyimlememişse; bunu sevgi, merhamet ve şefkatle bağdaştırmamışsa çok ihtiyaç duymasına rağmen dokunmaya karşı çıkabilir. Sarılmak istediğinizde sizi itebilir, yalnız kalmak için kaçabilir. Birisi kendisine sarıldığında kendisini savunmasız hissedebilir. Deneyimledikçe aşılır, Allah’ın izniyle.

b. Anlamaya çalışarak bağ kurmak

Bağ kurmanın başka bir yöntemi, duygu selini ve sebeplerini yargılamak yerine anlamaya çalışmaktır. Zihinsel hastalığı olan insanların dışında sağ beyin fırtınalarının bir sebebi vardır. Sebep mantıklı olsun veya olmasın duyguları tırmandırmıştır. Sebepler anlaşıldığında atılacak adımlar etkili; çözüm önerileri de yerinde olur.

“Bunda gülünecek ne var!”, “Buna mı sinirlendin şimdi!”, “E demin açım, dedin.”, “Tamam hadi, daha fazla üzülme.”, “Yeter kendine gel artık!”

Bu gibi cümleler yargı cümleleridir. Bu cümleleri duyan bir insanın savunmaya geçmesi çok doğaldır çünkü her yargı beraberinde -küçük ya da büyük- cezayı da getirir. Bu cümleleri kuran bir kişi karşısındakinin sevindiği, eğlendiği, öfkelendiği, üzüldüğü ânları anlayamıyordur ve bu duygulara verdiği tepkileri de yargılıyor/yadırgıyordur. Anlamak ve yön göstermek, yargılamak ve cezalandırmaktan geceyle gündüz kadar farklıdır.

2. Rol Model Olmak

Bağ kurmanın bir diğer yolu rol model olabilmektir. Beynimiz doğduğumuz ândan itibaren çevresinden gördükleri ve duyduklarıyla öğrenmeye başlar. Beynin ilk üç yaşına kadar en temel öğrenme biçimlerinden biri aynalamaktır, yedi yaşına kadar oldukça baskın devam eder ve yaşamın sonraki yıllarında olumlu veya olumsuz referans noktamız olur; -başka bir şey öğrenene kadar- ya öğrendiklerimizi yaparız ya da öğrendiklerimizin zıddını yapmaya çalışırız.

Sağ beynin duygularıyla baş ederken çocuklar, çevresindeki yetişkinlerin aynadaki yansıması gibi olurlar; onlar gibi sevinir, onlar gibi üzülürler, öfkelendiklerinde onlar gibi tepki verir, onlar gibi hissetmeyi, düşünmeyi ve davranmayı öğrenirler. Ya da ebeveyniyle olumlu bağ kuramamışsa, ondan ne gördüyse tersini yapma yönünde motivasyon geliştirebilirler. Elbette işin fıtri/mizaç yönü ihmal edilemeyecek kadar önemlidir, fakat bir insanın hayatında ebeveynin rolü sanıldığından çok daha fazla yer kaplar ve köklere kadar ulaşır.

Büyüdükçe rol model aldığımız insanlar değişir. Ebeveynin rolü azalırken çevresinin ve arkadaşlarının etkisi artar. Özellikle ebeveynlerin ve örneklik konumundaki insanların hangi durumlara nasıl tepki verdiği önemlidir. Bir genç, siz farkında değilken sizi örnek alıyor olabilir.

Örneğin havuç dilimlerini yemek istemeyen bir çocuğa, ne kadar vitaminli ve besleyici olduğunu anlatmak yerine masaya koyup -iştahla ve merakla- yemeye başlayan bir annenin çocuğu merak edip havuçların tadına bakar. Örneğin bir davranışı yapması beklenen bir gence uzun uzun nutuk çekmek ve defalarca öneminden bahsetmek yerine, o davranışı yapmak için yarışan yetişkinlerin içinde bulunması sağlandığında kendisi de yapmaya azmeder. Tabii burada anahtar kelime samimiyettir. Çünkü havuçları sevmediği hâlde yemeye çalışan veya o davranışı hayırda yarışmak yerine zorla yapmaya çalışan bir kişi hemen fark edilir. Rol yapmak ile rol model olabilmek arasındaki ince çizgide “içten gelen samimiyet, kalbinden geçenlerin amellere yansıması” vardır.

Şimdi yukarıdaki maddeleri Hudeybiye Günü’nde müşahede edelim. Kendimizi sahabelerin arasında düşünelim ve neler hissettiğimizi yoklayalım. Başarı Allah’tandır (cc).

Mekke’de geçen sabır döneminden sonra hicret edilmiş, yeni yurtta Medine İslam Devleti kurulmuş. Bedir Günü yaşanmış, Uhud Günü imtihan olunmuş, Hendek gibi zorlu bir günün mücadelesi verilmiş. Bu süreçte müşriklerle mücadele edildiği gibi; Medine içerisinde Yahudilerle ve münafıklarla da mücadele edilmiş. Yıllar geçmiş ve siz Mekke’ye umre yapmaya gidileceğiyle müjdeleniyorsunuz. Özlem duyduğunuz Kâbe’yi tavaf etme düşüncesi, kurbanlıkların ve yol hazırlıklarının coşkusuyla kalp pınarlarınız taşıyor. Beklentilerinizi, hayallerinizi, uğruna mücadele verdiğiniz ve vadolunduğunuz şeyleri düşünerek yolda ilerliyorsunuz; belki de heyecandan sabahı zor ediyorsunuz. Harem bölgesine vardınız; ihrama girmişsiniz ve kurbanlıklarınız hazır.

Derken…

Mekke’nin kapısındasınız, ama giremiyor, bekliyorsunuz. Günler geçiyor, müzakereler yapılıyor; siz hâlâ Kabe’yi tavaf edememişsiniz. Peygamber (sav) “Yürüyün!” dese hiçbir müşrik Kâbe ile aranıza giremez çünkü Kureyş art arda yapılan savaşlarda tüm maddi ve manevi gücünü tüketmiş durumda. Böylesine zayıflamış bir düşmanla bir çadırın içerisinde antlaşma maddeleri konuşulmaya başlanmış. Onlarsa antlaşmaya Allah’ın adını -Peygamber’in dediği gibi- yazdırmıyor, peygamber yerine “Muhammed” yazacaksınız diyor:

İkrime’den (ra) şöyle rivayet edildi:

“Suheyl gelince, ‘Gelin aramızda bir barış antlaşması imzalayalım.’ dedi.

Bunun üzerine Nebi (sav) yazıcıyı çağırdı ve ‘Bismillahirrahmanirrahim yaz.’ dedi.

Suheyl, ‘Allah’a yemin olsun ki, ben Rahmân’ın ne olduğunu bilmem. Bunun yerine, bizim yazdığımız gibi Bismikellâhumme! (Allahım! Senin adınla) yaz.’ dedi.

Bunun üzerine Müslimler, ‘Allah’a yemin ederiz ki biz, Bismillahirrahmanirrahim’den başka bir şey yazmayız.’ dediler.

Nebi (sav), ‘Öyle olsun, Bismikellâhumme, yaz.’ dedi.

Sonra Nebi (sav), ‘Bu, Allah’ın Resûlü Muhammed’in antlaşmasıdır.’ dedi.

Suheyl, ‘Allah’a yemin olsun ki, biz senin Allah’ın Resûlü olduğunu kabul etseydik seni Beytullah’tan alıkoymaz ve seninle savaşmazdık. Sen bunun yerine Abdullah’ın oğlu Muhammed, yazdır.’ dedi.

Nebi (sav), ‘Allah’a yeminle söylüyorum ki ben Allah’ın Resûlü’yüm. Siz yalanlasanız da.’ dedi ve yazıcıya ‘Abdullah’ın oğlu Muhammed’ yazmasını emretti.”[2]

Bir yanda üç haftadır çölde bekleyişin verdiği bedensel zorluk, bir yanda ümitle beklediğiniz Beytullah, bir yanda müşriklerin tutumu… Doğal olarak müşriklerin her talebine sesler yükselmeye ve itirazlar gelmeye başlıyor. Zihninizde sağ beynin fırtınasının habercisi olan rüzgârlar esmeye, kalpte duygular kaynamaya başladı.

Antlaşma maddeleri üzerine konuşma devam ederken Kureyş, “Bu yıl geri döneceksiniz.” diyor!

Nebi (sav) Suheyl’e, “Beytullah’ı tavaf etmemize izin vermeniz şartıyla” dedi. Suheyl, “Allah’a yemin ederim ki, Arapların bizim baskına uğradığımızı konuşmaları doğru olmaz. Bu ancak gelecek yıl olabilir.” dedi. Bu da böyle yazıldı.[3]

Bir yanda hüzün, bir yanda güçsüz olmalarına rağmen müşriklerin taviz vermedikleri kibirli ve ukala tavrı, bir yanda beklenen umreyi gerçekleştirememenin verdiği hayal kırıklığı, bir yanda küfre duyulan öfke iyiden iyiye kendini belli ediyor; kalpte duygular kabarıyor, sağ beyinde fırtına tırmanıyor.

Tam o sırada antlaşma hakkında bir imtihan daha yaşanıyor ve Ebû Cendel Kureyş’ten kaçmış, ayağında prangalarıyla müminlere sığınıyor. “Kureyş’ten gelen iade edilir.” maddesi gereği Kureyş ilk iadeyi talep ediyor. Allah Resûlü (sav) henüz antlaşmanın yazımının tamamlanmadığını söylese de müşrikler “karşılıklı anlaştık” diyor ve verdiğiniz söze bağlı kalmanızı bekliyorlar.

Ebû Cendel, “Ey müminler! Müşriklere geri verileceğim ve beni dinimde fitneye düşürecekler!” diyor. Ortamın duygu yoğunluğu zirveye ulaşmış, bir insanın mantığını örtmeye yetecek seviyeye gelmiş durumda. Kimi sahabe ağlıyor kimisi donup kalmış kimisi hiddetlenmiş…

Allah Resûlü (sav), “Ey Ebû Cendel! Sabret ve ecrini Allah’tan bekle. Şüphesiz ki Allah sana ve beraberindekilere bir genişlik ve çıkış ihsan edecektir. Biz bu toplulukla bir antlaşma yaptık. Hem biz hem de onlar karşılıklı sözler verdik. Biz sözümüzden dönmeyiz!” diyor.

Sabrın ne demek olduğunu en güzel şekilde bilen Allah Resûlü (sav) yaşanan hadisenin sabredilmesi gereken bir hadise olduğunu kabul ediyor. Allah (cc) en doğrusunu bilir, yaşananların ne kadar ağır geleceğini de görüyor ve o gün sahabesini yargılamadan, durumlarını kabul ederek ve Allah’ı (cc) hatırlatarak muamelede bulunuyor. Çünkü her nerede olursa olsun, Allah’ı (cc) hakkıyla hatırlayabilen bir insan, içinde bulunduğu maddi şartların sınırlayıcı etkisinden çıkabilir, hissettiği duygu yoğunluğunu Allah’ın vadettikleriyle ümide çevirebilir.

Sahabenin bir kısmı donup kalmış hâldeyken, Ömer (ra) dayanamıyor ve yaşananların etkisiyle Allah Resûl’üne (sav) çok iyi bildiği ve defalarca tecrübe ettiği şeyleri soruyor:

Ömer ibni Hattâb bu sahneyi şöyle anlatıyor:

“Nebi’nin yanına geldim ve ‘Sen Allah’ın Nebi’si değil misin?’ dedim.

‘Elbette.’ buyurdu.

‘Biz hak yolda, düşmanlarımız batıl yolda değil mi?’ dedim.

‘Elbette.’ buyurdu.

‘Öyleyse dinimizi niye böyle alçaltıyoruz?’ dedim.

‘Ben Allah’ın Resûlü’yüm ve asla O’na karşı çıkacak değilim. O bana yardım edecektir.’ buyurdu.

‘Bizim Beytullah’a gelip onu tavaf edeceğimizi söylemiyor muydun?’ dedim.

‘Elbette. Ama ben sana bu yıl geleceğiz, demiş miydim?’ buyurdu.

‘Hayır.’ dedim.

‘(Yine söylüyorum), Sen Beytullah’a gelecek ve onu tavaf edeceksin.’ buyurdu.”[4]

Allah (cc) en doğrusunu bilir, Peygamberimiz (sav) yaşananların etkisiyle bazı duyguların hâkimiyetine girdiğini anlıyor, Ömer’i (ra) yargılamıyor, ona kızmıyor. Detaylı bir açıklamaya girmiyor. Sorularına sol beyni dâhil edecek şekilde kısa, net ve açık cevaplar veriyor. Ömer’e (ra) kaçırdığı bir detayı hatırlatıyor ve “Umrenin bu yıl yapılacağını söylemedim.” diyor. Fakat onu o hâl üzere de bırakmıyor. Duygularını yönlendiriyor. Ona, “Sen muhakkak Beytullah’ı ziyaret edeceksin.” diyerek umut aşılıyor. Ömer (ra) sonra Ebû Bekir’in (ra) yanına gidiyor ve aynı soruları ona da soruyor:

Ömer ibni Hattâb anlatmaya devam ediyor:

“Sonra Ebû Bekir’in yanına gittim ve ‘Ebû Bekir! Bu, Allah’ın Nebi’si değil mi?’ dedim.

‘Elbette, öyle.’ dedi.

‘Biz hak yolda, düşmanlarımız batıl yolda değil mi?’ dedim.

‘Elbette, öyle.’ dedi.

‘Öyleyse biz dinimizi niye böyle alçaltıyoruz?’ dedim.

Bunun üzerine Ebû Bekir, ‘Yahu!’ dedi, ‘O Allah’ın Nebisi’dir. O’na asla karşı çıkmaz. Allah ona yardım edecektir. Sen onun eteğine tutun. (Gerisini merak etme) Allah’a yemin ederim ki o hak yoldadır.’

‘Bize Beytullah’a gelip onu tavaf edeceğimizi söylemiyor muydu?’ dedim.

‘Sana bu yıl geleceğini söyledi mi?’ dedi.

‘Hayır.’ dedim.

‘(Kuşkun olmasın), Sen Beytullah’a gelecek ve onu tavaf edeceksin.’ dedi. Sonra ben bu yaptığımın bağışlanması için ne ibadetler ettim!”[5]

Sağ beynin duygu fırtınası hemen dinmeyebilir. Bazen insan zamana, aynı şeyleri tekrarlamakla da olsa sabırla muamele görmeye, açıklanmasına, önemli bir detayın hatırlatılmasına ihtiyaç duyabilir.

“Antlaşmaya konu olan yazı metnini bitirdikten sonra Allah Resûlü (sav) ashabına, ‘Kalkıp kurban kesin ve saçlarınızı tıraş edin.’ buyurdu. Allah’a yemin ederim ki, onlardan tek bir kişi bile yerinden kalkmadı. Nebi (sav) bu sözünü tam üç kez tekrarladı. Hiç kimse yerinden kalkmayınca Nebi (sav) Ummu Seleme’nin yanına girip olanları ona anlattı. Ummu Seleme, ‘Ey Allah’ın Nebisi! Bunu gerçekten istiyor musun? Dışarı çık ve kurbanını kesip berberini çağırarak saçını tıraş ettirinceye kadar kimseyle konuşma.’ dedi. Bunun üzerine Nebi (sav) dışarı çıktı ve bunları yapıncaya kadar kimseyle konuşmadı. Kurbanını kesip saçını tıraş ettirdi. İnsanlar onu görünce kalkıp kurbanlarını kestiler ve birbirinin saçlarını tıraş ettiler. Üzüntüden neredeyse birbirini çiğneyeceklerdi.”[6]

Duygu kaosu insanı harekete geçmeye sevk ettiği gibi donup kalmaya da sevk edebilir. Hudeybiye Günü gibi bir günde Peygamber’in (sav) üç kere “Tıraş olun ve kurbanlarınızı kesin.” diye emretmesine rağmen sahabe donup kalmış, yerlerinden kıpırdamamıştı. Ummu Seleme Annemiz (r.anha) sahabenin (r.anhum) içinde bulunduğu duygu durumunu fark etmiş, Peygamberimize (sav) bir konuşma/açıklama yapmadan, yapmak istediği şeyi yapmasını, yani rol model olmasını önermişti.

Allah Resûlü (sav) sahabeye hiçbir şey söylemeden saçını tıraş edip, kurbanını kesince, yani onların içinde bulunduğu durumu yargılamayıp, onlara rol model olunca sahabede sağ beynin fırtınası hafiflemiş, sol beyin devreye girmiş ve emre icabet etmede neredeyse izdiham çıkacak hâle gelmiş. Böylece sağ beynin bir duygu fırtınası da rol model olarak aşılmıştı. Sahabe emre icabet etmeyen, Allah Resûlü’nü sorgulayan, kalbinde şüphe olan, yapması gerekeni yapmayacak insanlar değillerdi.

“Hani o kâfirler, kalplerine asabiyeti, cahiliye asabiyetini koymuştu. Allah da, Resûl’ünün ve müminlerin üzerine sekinetini indirmiş ve onları takva kelimesi (olan Lailaheillallah’a) bağlı kılmıştı. (İşin aslı) onlar da buna layık ve ehil kimselerdi. Allah, her şeyi bilendir.”[7]

Sadece o ân sağ beynin duygu seline girmişlerdi ve sol beynin gerektirdiği emre icabette zorlanmışlardı. Allah Resûlü’nün (sav) güzel örnekliği ve yerinde muameleleriyle kısa sürede kendilerine gelmiş, yapılması gereken neyse onu yapmışlardı.

Medine’ye dönüş yolunda inen ayetlere baktığımızda Hudeybiye Antlaşması, apaçık bir fetih (fethan mubînen) olarak isimlendirilmiş,[8] Rabbimiz (cc) sahabenin içinde bulunduğu duygu hâlini ve bu duyguyla verdiği tepkileri azarlamamış;[9] aksine beyat edenlerden ve kalplerinde olandan razı olmuştu.

“Andolsun ki o ağacın altında sana biat ettikleri zaman, Allah müminlerden razı olmuştur. Onların kalplerinde olan (samimiyeti) bilmiş, üzerlerine sekinet indirmiş ve onları yakın bir fetihle mükâfatlandırmıştır.”[10]

Şüphesiz ki Hudeybiye Antlaşması Rabbimizin (cc) iradesiydi ve birkaç yıl içerisinde kimsenin hayal edemeyeceği bereketli meyveler verecek; İslam, sağlanan güven ortamında hiç olmadığı kadar yayılacak, çok büyük kalabalıklar bu hak dinle tanışacaktı.[11]

Rabbimiz (cc) bizi yarattığı gibi beynimizi, nasıl çalıştığını, kalbimizi, duygu ve düşüncelerimizin davranışlarımızı nasıl etkilediğini en iyi bilendir.

“Hiç yarattığını bilmez mi? O, (lütuf ve ihsan sahibi, en küçük şeylere ilmiyle nüfuz edip haberdar olan) El-Latîf, (her şeyden haberdar olan) El-Habîr’dir.”[12]

Peygamberimiz (sav) bize her konuda örnek olduğu gibi duygu ve düşünce dünyamızın inşasında, ıslah olma sürecimizde, nefsimizle mücadelemizde, insanlarla ve olaylarla muamelemizde de en güzel örnektir. Elbette beyne ve kalbe dair incelemelerin en değerli yeri peygamberler, Allah Resûlü (sav) ve sahabesidir. Bu kuralları onlardan öğrenecek, öğrendiğimiz her kuralı da Allah Resûlü’nün (sav) hayatında arayacağız. Yazıdaki yanlışlar ve olumsuzluklar bana ve nefsime aittir; tüm hayır, güzellikler ve faydalar Allah’a (cc) aittir.

Biz bugün sonuçlarını bildiğimiz bir günde yaşananları okurken çok anlayamayabiliyoruz. Fetih Suresi inene kadar kalplerin nasıl duygudan duyguya geçiş gösterebileceğini tefekkür edebiliriz. Rabbim o gün sahabenin kalbine sekinet indirip onları Lailaheillallah üzerine sabit kıldığı gibi bizleri de sabit kılsın. Bir sonraki sayıda diğer maddelerle devam etmek duasıyla, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.


[1]. Buhari, 3

[2]. bk. Buhari, 2731-2732

[3]. bk. Buhari, 2731-2732

[4]. bk. Buhari, 2731-2732

[5]. bk. Buhari, 2731-2732

[6]. bk. Buhari, 2731-2732

[7]. 48/Fetih, 26

[8]. bk. 48/Fetih, 1

[9]. bk. 48/Fetih, 4-5

[10]. 48/Fetih, 18

[11]. bk. 48/Fetih, 24-29

[12]. 67/Mulk, 14

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver