Bidat, daha önce yapılmış herhangi bir modeli, kendisine uyulacak bir benzeri veya bilinen bir örneği olmaksızın sonradan ihdas edilip ortaya çıkarılan şeydir. Bu çerçevede bidat; kişinin kalbiyle, diliyle ve azalarıyla ortaya çıkarmış olduğu her şeyi kapsar.
Herhangi bir kimse veya bir kurum ya da bir camia tarafından genel manada ibadetlerle ilgili bir bidat ihdas edildiğinde bidat kelimesi zemmedilen/kötülenen ve reddolunan bir anlamda kullanılır. Bidatçı lafzı da böyledir. Bidat çeşitlerinin ortaya çıkmaya başladığı raşid halifeler devrinin radıyallahu anhum son dönemlerinden başlayarak günümüze kadar bidatçı sıfatı her zaman kötüleme amaçlı kullanılmıştır. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, İslam tarihinin hiçbir döneminde günümüzdeki kadar çok çeşitli ve yaygın bir bidatizm cereyanına maruz kalınmamıştır. Günümüzde âlim, seyda/mele kisvesiyle arz-ı endam eyleyen fakat hakikatte tevhid ve sünnet yolu üzerinde oturup insanları daha da saptırma istikametine yönelten saptırıcıları, yerleşik bidatları devam ettirmekle kalmayıp uydurup yaygınlaştırdıkları itikadî ve amelî bidatlarla şu yaşadığımız çağı adeta bir ‘Asr-ı Bidat’ devrine dönüştürmüştür.
Şüphesiz ki dinde bidat ihdas edenler, ihdas ettikleri bu bidatları bidat olarak kabul etmezler ve bu şekilde isimlendirmezler. Bidatları güzel görenler, bilerek ya da bilmeyerek ‘İslam dininin henüz tamamlanmamış olduğuna’ kail olmuşlardır. Dolayısıyla bu bidatçıların nezdinde Allah’ın subhanehu ve teâlâ “…Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim…” [1] ayetinin dikkate alınacak bir manasının olmadığını savunur bir konumda oldukları anlaşılmaktadır. ‘Haşâ, estağfirullah’ diyerek ‘Aman efendim, olur mu öyle şey, ne diyorsunuz siz?’ şeklindeki itirazları beyhudedir. Zira bidatçı herhangi bir bidatı ihdas etmeye başladığı an itibariyle, kendisi aksini iddia etse de ona göre din (İslam) henüz tamamlanmamıştır ve onda tamamlanması gereken birtakım şeyler kalmıştır. Eğer bidatçı, dinin her yönüyle tam ve kamil olduğuna inanmış olsaydı, hiçbir bidat ihdas etmeye yeltenmez ve dine yeni şeyler ekleme cüretinde bulunmazdı. Bidat ehli bu şekilde davranmakla hem Allah’a hem de Rasûlullah’a sallallahu aleyhi ve sellem bühtanda bulunmuşlardır. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır:
“…Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim…” [2]
Bu ayet-i kerime İslam dininin tam ve eksiksiz olduğunun delilidir. Ayrıca Allah’ın subhanehu ve teâlâ haklarında: “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” [3] buyurduğu cin ve insan taifesinin ihtiyaç duyduğu her şey için şeriatın yeterli olduğuna da işaret edilmektedir.
Abdullah b. Amr’ın radıyallahu anh rivayet ettiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Benden önce hiçbir Peygamber yoktur ki ümmetini onlar için hayır bildiği şeye sevk etmesi ve onlar için şer olduğunu bildiği şeyden onları sakındırması (o Peygamberin) üzerine hak olmasın…” [4]
Bu durumda şunu rahatlıkla söylemek mümkündür: Günümüzde türlü bidatlar üreten bidatçılar bu çirkin amelleriyle tam ve eksiksiz olan şer’i şerifi (örtülü bir biçimde) yetersizlikle itham etmektedirler. Bidatçı ihdas ettiği ve sıkı sıkıya yapışıp yaygınlaştırmaya çalıştığı bidatla İslam dininin henüz tamamlanmadığını ve ortaya çıkardığı bu bidata dinin ihtiyacı olduğunu iddia etmiş olmaktadır.
Bugün birçok insan ibadetler ile adetleri birbirine karıştırmaktadır. Bu karmaşıklık bidat ihdas etme hususunda bir fırsat olarak görülmektedir. İhdas ettikleri bidatları da sanki İslam’danmış gibi göstermek için de yanlış ve yersiz yerde “Eşyada aslolan mubahlıktır” kaidesini delil olarak ileri sürerler. Bu kaide doğru ve ilmî bir kaide olmakla beraber hiçbir surette ibadetlere indirgenemez. Çünkü ibadetlerde aslolan haramlıktır.
Yani kitap ve sünnette herhangi bir emir olmadan hiç kimse kendiliğinden hiçbir ibadet ihdas etme hak ve yetkisine sahip değildir.
İbadetlerle ilgili meseleler ve kişiyi Allah’a yaklaştıran şeyler konusu ancak ve yalnızca Allah’ın subhanehu ve teâlâ kitabından ve Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem sünnetinden öğrenilir. Hayatın her alanıyla ilgili ahkâmı belirleyen Şari’nin (yasa koyucunun) belirlediği bir nass/delil olmaksızın hiç kimsenin hiçbir ibadeti Allah’a yakınlaşma vesilesi kılma hakkı yoktur.
İslam’ın özü ve esası iki şey üzerinde kaimdir:
• Ancak ve yalnızca Allah’a subhanehu ve teâlâ ibadet etmek.
• İbadetleri yalnız O’nun subhanehu ve teâlâ belirlediği şekilde yapmak.
Her kim olursa olsun kendi tarafından herhangi bir ibadet türü ihdas ederse, ihdas ettiği o şey bidattır. Her bidat sapıklıktır ve merduttur. Kişinin ibadette istekli ve gayretli olması, işlediği bidati meşru kılmaz. İbadetin bir anlamı da kişinin yüce Allah’ı razı ve hoşnut eden söz ve fiilleri yapmasıdır. Söz ve fiillerle yapılacak ibadetin Allah subhanehu ve teâlâ katında meşru ve makbul olabilmesi de iki şarta bağlıdır:
1. Yapılan ibadetin ihlas üzere yapılması.
2. Yapılan ibadetin Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem sünnetine uygun olması.
Bidatın bir tarifi de terk yönüyledir. Bidat nasıl ki dinde sonradan ortaya konulan bir yol ise; aynı zamanda vacip veya mubah bir şeyin haram kılınarak veya haram kılınmadan Allah’a subhanehu ve teâlâ yaklaşmaya vesile olabileceği zannedilerek terk edilmesiyle de ortaya çıkar. Takva/dindarlık amacıyla şer’an emrolunan bir şeyi terk etmek de, bu yönüyle bidat çıkarmak anlamına gelir. Şer’an caiz olan bir şeyi kasıtlı olarak terk eden bir kimse Şari’nin (yasa koyucunun) helal kılma hükmüne aykırı davranmış olur. Allah şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez.” [5]
Allah subhanehu ve teâlâ bu ayette önce helalin haram kılınmasını yasaklıyor, sonra da bunun haddi aşmak olduğunu bildiriyor. Hristiyan rahipleri, İşraki mutasavvıfları, Hindu fakirleri veya Budist dilencileri ve benzerleri gibi böyle bir zühd yolu benimsenmemelidir. Bu, bilhassa dindar kişiler arasında her zaman var olagelen bedenin arzularının normal şekilde doyurulmasını dahi ruhsal gelişmeye aykırı bulmak biçimindeki genel eğilime karşı Müslümanların uyarılmasıdır. Böyleleri nefse eziyet etmeyi, benliği inkârı ve sürekli perhizi (oruç tutmayı) şer’an hiçbir delil olmadan kendi başlarına fazilet kabul edip bu türlü zühd yolları olmadan Allah’a yaklaşılamayacağını vehmederler.
Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem, ashabından bazılarının gündüzleri daima oruçlu bulunup geceleri hiç uyumadan Allah’a subhanehu ve teâlâ sürekli ibadet etmek, et ve yağ yemeyip eşlerine de yaklaşmamak için yemin ettiklerini duyduğunda, onları bu tür uygulamalardan men etmiş ve bu hususta bir hutbe irad buyurmuştu:
“… Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir.” [6]
Eğer kişi şer’i bir mazereti olmaksızın helal olan bir şeyi kendi nefsine haram kılarsa ve Allah’ın subhanehu ve teâlâ temiz kıldığı bir şeyden sanki temiz değilmiş gibi geri durursa ve mubah şeylerin kullanımında aşırı giderse veya helalmiş gibi haramlardan yararlanma yoluna giderse yahut hakkında şer’i hiçbir delil olmadığı hâlde İslam dışı ideolojileri veya yöntemleri benimserse haddi aşmış ve dinde bidat çıkarmış olur.
Tevhid akidesine ve Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem sünnetine aykırı olan herhangi bir itikad/ideoloji veya amel/menhec velev ki dindarlık amacı güdülerek yapılmış olsa dahi bidattır. Bunları yapanlar da bidatçıların ta kendileridir.
Bidatların ortaya çıkmaya başlamasından hemen sonra tevhid ve sünnet ehli, menheci selim, anlayışı derin ve ayağı ilimde sağlam olan ulema her dönemde bidatlara ve bidatçılara karşı ciddi ve kesintsiz bir mücadele vermişlerdir. Tevhid ve sünnet ehli ulemanın, bidatı inkârı ve bidatçıları zemmetmeleri oldukça şiddetli olmuştur. Bulundukları her yerde onları duyurup ilan etmişler ve insanları onların fitnelerine karşı çok şiddetli bir şekilde uyarıp sakındırmışlardır. Ümmeti, bidatçıların fitnelerinden sakındırma hususunda; fuhşiyat, zulüm ve diğer cürümlerden sakındırmada dahi yapmadıkları kadar mübalağa yapmışlardır. Bunun sebebi ise bidat ve bidatçıların İslam’a ve ümmete vermiş olduğu zarar, yıkım ve olumsuzluğun daha şiddetli olmasıdır.
Ehli Sünnet ve’l Cemaat’in, kendilerini İslam’a ve tevhid ümmetine nispet eden heva ehli bidatçıları reddetmesi ve onları ifşa etmesi gerekir. Böyle bir çaba hiç şüphe yok ki birçok şerrin ve fesadın ortadan kaldırılmasının yolunu açacaktır. Geçmiş devirlerde bidatçılara reddiye veren âlimler kendi dönemlerinde mücahid olarak vasfolunuyorlardı.
Ortalığın toz duman olduğu ve ruveybida’nın[7] yüksek sesle konuştuğu/konuşturulduğu günümüzde diliyle, kalemiyle ve klavyesiyle hakkı söylemeyip susan dilsiz şeytandır. Özellikle de itikadî ve amelî bidatlar karşısında her türlü zorluk ve sıkıntıya rağmen tevhid ve sünnet odaklı çalışmalar yapan müminlere karşı hadsiz, iz’an ve insaftan mahrum küfürbaz ve cevval dilbazlardan bâtılı konuşanlar içindir bu tanım.
İtikadî farklılıklar ve menhecî çelişkiler arasında yetmiş üç fırkaya ayrılmış hâliyle bu “ümmet”i tek bir fırka ve tek bir cemaat olarak sınırlı tutma çabasının hakiki manada bir karşılığının olmadığı aşikârdır. “ümmetin vahdeti” diye yüksek sesle çığıranların daveti tevhid ve sünneti darmadağın edecek yeni bir Ahzab birlikteliğine mi davettir?
“Safları içeriden bozup dağıtmamak için bidatçıların bidatlarına karşı sükût ediniz! Millet-î İbrahim kartvizitini gösterip millet-i münhezim kabusuyla yüz yüze kalındığını hiç kimseye sezdirmeyiniz! Tozu dumana katmayınız, zihin ve mekân konforunu bozmayınız! Müslümanlar arasındaki ihtilaflı meseleleri kurcalamayınız! İttifak ettiğimiz asgari müştereklerde bir araya gelelim, ihtilaf ettiğimiz hususlarda da birbirimizi mazur görelim!”
Günahlarda ısrar etmek ve haramı helal görmek yahut helali haram kılmak yoluyla nasıl ki her günahta küfre götürebilecek bir kapı varsa bidatlar de böyledir. Bidatlar, kişiyi küfre götüren ve Allah’ın ve Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem meşru kılmadığı fazladan bir dindir. Hatta şunu rahatlıkla söylemek mümkündür: Şeytan, Müslüman bir kimsenin herhangi bir bidat işlemesine, büyük günah işlemesinden daha çok sevinir. Çünkü günah işleyen bir kimse, günah işlerken onun günah olduğunu bilir ve o günahı işledikten sonra Allah’a subhanehu ve teâlâ tevbe edebilir. Bidatçı kimse ise, işlediği bidatın dîn olduğuna ve yaptığı şeyin kendisini Allah’a yaklaştıracağına inandığı için yaptığı bu cürümden ötürü tevbe etmez.
Çevremizdeki sakallı, sarıklı, vechî telefî bidatçılara bakınız. Hepsinin ortak noktası: Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem sünnetinin iptali, bidatlarını sünnetin yerine ikame etmek, sünnetleri işlemeyi ve tevhid ve sünnet ehlini çirkin vasıflarla etiketlendirip aleyhte propaganda yapmaktır.
Bidatlar, mümini yüce Allah’tan uzaklaştırıp O’nun gazap ve azabını gerekli kılar. Kalplerin haktan saparak bozulmasına sebep olur. İtikadî/ideolojik veya amelî/menhecî bidatçılar, bu çirkin hâllerini sürdürdükleri müddetçe yapacakları tevbe dahi kabul edilmez.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Allah, bidat sahibi ile tevbe arasına engel koymuştur. Bidatçı, bidatını terk edinceye kadar o engeli kaldırmaz” [8]
İbadetler Alanında Günümüzde Yapılan Bazı Bidatlar
1. İbadetler alanında yapılan ve bununla Allah’a subhanehu ve teâlâ yakınlaşmaya çalışılan bidatların en başta geleni Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem doğum gününü (mevlid kandilini) kutlama törenleridir. Bu türden kutlama merasimleri aslen İslam’da olmayan bir şeydir. Bu türden kutlama ve merasimler, İsa’nın doğum gününü kutlama merasimi olarak bilinen şeyde Hristiyanlara benzemektir.
Saptırıcı bilginlerin peşinden giden cahil kitleler de Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem doğum günü münasebetiyle her yıl koca bir mevsim boyunca onun doğum gününü kutlamakla oyalanmaktadırlar. Bu merasimleri kimileri evlerinde, kimisi camilerde, kimisi de bu iş için hazırlanan özel mekânlarda yapmaktadırlar.
Bu tür merasimleri yakından izleyenler şunu müşahade edeceklerdir: Bu kutlama merasimlerinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hakkında aşırıya gidilen şiirler ve kasideler okunur. Hatta yer yer Allah’a subhanehu ve teâlâ değil de Rasûlullah’a yalvarıp ondan yardım dileyecek dereceye varacak şekilde şirke götüren çirkin söz ve ameller görülür. Bu kutlamalara katılan bazı katılımcılar bazen öyle bir cûş-u hurûşa gelirler ki, Rasûlullah’ın dahi onların kutlamalarında hazır bulunduğunu ilan edebilmektedirler. Bu kutlamalarda çalgılar çalınmakta, gruplar değişik kasideler söylemekte ve buna benzer daha fazla bidatlar icra edilmektedir.
Mevlid kandili kutlamaları malum olduğu üzere ibadet kastıyla ve Allah’a subhanehu ve teâlâ yakınlaştırıcı bir vesile olarak yapılmaktadır. İbadetlerde aslolan haramlıktır kaidesine göre değerlendirildiğinde bu kutlamaların Kur’an ve sünnetten hiçbir delilinin olmadığı apaçıktır. Hiçbir bidatçı bilgin/molla bu ‘ibadet’ gösterisini meşru gösterebileceği şer’i bir delil kırıntısını dahi ortaya koymaya malik ve ehil değildir. Zira böyle bir şey yoktur. Ashab-ı kiram, tabiin, etbau’t tabiin ve onlardan sonra gelen salih selef devrinde de hiç kimse ‘ibadet’ kastıyla böyle bir merasim yapmamıştır. Bu türden bir bidatı ortaya çıkaranlar hicri dördüncü yüzyılda Mısır’da hüküm sürmüş Fatimilerdir. Fatimiler, bilindiği üzere Şia’nın bir koludur. Şia da İslam’ın ilk döneminde ortaya çıkmış ilk itikadî bidatlardandır.
İbadetlerde aslolan, o ibadetin Kur’an ve sünnetle sabit olmasıdır. Kur’an ve sünnetten delilsiz olarak yapılan hiçbir ibadet meşru ve caiz değildir. Delilsiz yapılan her amel de bidattır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Her kim, bu işimizden (dinimizden) olmayan bir şeyi yaparsa, o yaptığı şey kendisine iade olunur/ kendisine reddolunur.” [9]
“Siz, sizden önceki insanların yollarına karış karış, arşın arşın uyacaksınız; hatta onlar kertenkele deliğine girseler bile, siz de onlara uyup o deliğe gireceksiniz.” Ya Rasûlullah ! Onlar Yahudi ve Hristiyanlar mıdır? diye sorduk.’ Ya başka kim olacaktır?’ diye cevap verdi.” [10]
2. Ölmüş ya da hayatta olan salih zatlardan, kutsal olduğuna inanılan mekânlardan veya belli zamanlardan bereket ummak da sonradan dine sokuşturulmuş çirkin bir bidattır. Evliyaullah’tan olsa dahi ölü ya da hayatta olan bir kimsenin ya da belirli bir zamanın vaya bir mekânın bereket verdiğine inanılırsa bu, şirke götüren itikadî bir bidattır. Bu çerçevede söz konusu mekânı ziyaret ederek el-yüz sürmekle, Allah tarafından bereketin hasıl olacağına inanılırsa bu da şirktir.
Bazıları, daha doğrusu bazı bidatçılar sahabenin de Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem saçı, tükürüğü ve teriyle teberrükte bulunduğunu ileri sürerek söz konusu bidatlarına bir meşruiyet kılıfı uydurmaya çalışmaktadırlar. Fakat durum hiç de iddia ettikleri gibi değildir. Zira ashabın radıyallahu anhum bunu yapması Rasûlullah hayattayken kendisine has olan bir davranıştır. Nitekim Rasûlullah’ın vefatından sonra sahabe ne onun odası ve kabrinden bereket ummuş, ne onun namaz kıldığı mekânlara yönelmiş, ne de oturduğu yerlerden bereket ummuşlardır.
Teberrük kelimesinin anlamı dahi bidatların ne denli tehlikeli olabileceğinin delilidir. Teberrük kelimesi bereket istemek demektir. Bunun bir anlamı da, bir şeyde iyiliğin sabit olması ve fazlalaşmasıdır. Herhangi bir şeyde iyiliğin sabit olması ve ziyadeleşmesi ancak bu iyiliğe sahip olan ve ona güç yetiren bir kuvvet tarafından mümkündür ki, bu da ancak ve yalnızca Allah’tır subhanehu ve teâlâ. Bereketi yaratan, indiren, sabit kılan ve ziyadeleştiren ancak yüce Allah’tır. Herhangi bir mahlukatın bereketi yoktan yaratmaya, bereket vermeye, bereketin sabit kalmasına ve bereketin ziyadeleşmesine güç yetirmesi mümkün değildir.
3. Tasavvufi tarikatların caiz olan dua ve zikirlerden; yapılış şekli, görünüşü ve yapıldığı vakitler itibariyle sünnete tamamen aykırı olarak icra ettikleri dua ve zikir törenlerinin tamamı bidattır.
4. Kutlama amaçlı olarak isra ve miraç geceleri ile hicret’in yıl dönümlerinde özel merasimler yahut o vakitlere has ibadetler ihdas etmek ve bu münasebetlerle farklı kutlamalar ve merasimler tertip etmek de bidattır.
5. Batıcı-laik sistemlerde ‘anayasal rejimin vazgeçilmez unsurlarından birisi’ olarak isimlendirilen ve toplumdaki (ümmet içerisindeki) bölünme ve hizipleşmenin en önemli araçlarından olan demokratik siyasî partilerin varlığı da hem itikadî/ideolojik hem de amelî/menhecî olarak kişilere ve kitlelere şirk kapılarını açan çağımızın en tehlikeli ve en çirkin bidatıdır. Özellikle de İslami olduklarını ileri süren ve egemen sistemin izin ve onay verdiği çerçevede bazı İslami söylem ve sloganlar kullanan muhafazakâr-demokrat siyasî partiler esasen ‘ümmet’ içerisinde fırkalaşmayı ve gruplaşmayı arttırmaktan başka da bir işe yaramamaktadır.
Tevhid ve sünnet ehlinin ise en büyük özelliği; ilkinden sonuncusuna, geçmişten günümüze kadar değişik beldelerde ve farklı zamanlarda olsalar dahi geride bıraktıkları eserlerine bakıldığında akidelerinin tutum ve davranışlarının daima istikrarlı olduğu görülecektir. Fakat bidat ve heva ehline bakıldığında onları bölük pörçük ve birçok alanda gruplara ayrıldıkları müşahede edilecektir. Onlardan iki topluluk dahi aynı görüşte birleşmezler. Her bir grup kendisini adeta güneş sisteminin merkezinde konumlandırır. Onlardan her bir grup diğerini insafsızca eleştirir, olmadık iftiralarla etiketlendirir ve önlerini kesmeye gayret eder.
Allah subhanehu ve teâlâ böyleleri hakkında şöyle buyurur:
“Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir” [11]
Demokratik siyasal partileri kuran, yöneten ve onlara tâbi olan bidatçılar kendilerine yapılan nasihatleri ve hakkı kabul etmezler. Şeyhlerini ve yöneticilerini yahut (şahsi manevi olarak) cemaatlerini ve partilerini hatasız kabul ederler ve onları körü körüne taklit etmede hiçbir beis gözmezler. Bidatçılar her zaman bidatlarına davet ederler ve bu bidatlarını meşru göstermeye çalışırlar. Demokratik siyasî parti yoluyla toplum içerisinde neşvunema bulan bidatçılar, toplum arasında yerleşik enva-i çeşit bidatları da sahiplenirler ve hurafelere de ses çıkarmazlar. Çağdaş bidatçılar salih selefimizden rahimehumullah günümüze ulaşmış olan tevhid ve sünnete ittiba içerikli eserlerin okunmasına ve gündemleşmesine tüm güçleri ile engel olurlar. Bidatçılar Ehli Sünnet ve’l Cemaat imamlarını ve tevhid davetçilerini kötüler ve onlara çirkin lakaplar takarlar. Selef imamlarının kitaplarını kendi uydurdukları bidatlarına uygun şekilde yanlış yorumlarlar ve tahrif etmeye çalışırlar. Bidatçılarda aslolan; keyfiyet/nitelik/kalite değil, çokluk ve kalabalık olmaktır. Ömürleri hikaye ve menkıbe anlatmakla geçer bidatçıların.
Bu yazımızda günümüz bidatlarından yaygın olanlardan sadece birkaçına değindik. Bidatların tamamını anlatmak ise oldukça hacimli bir risale yazmayı gerektirir.
“Sözlerin en doğrusu Allah’ın kitabıdır, yolların en hayırlısı Muhammed’in yoludur. İşlerin en şerlisi muhdes olanlardır. Dine sonradan sokulan her şey bidattır, her bidat dalalettir ve her dalalet ateştedir.” [12]
Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın…
İlk Yorumu Sen Yap