Bizleri tüm Rasûllerin ortak dini olan ve Allah’ın huzurunda ondan başka bir dinin kabul edilmeyeceği İslam’a hidayet eden Allah’a sonsuz hamd olsun. Salât ve selam, İslam dininin mihenk taşı ve son halkası olan Muhammed Mustafa’ya, onun pak ailesine ve ashabının üzerine olsun.
Bir önceki yazımızda Allah (cc) indinde tek geçerli dinin İslam olduğu ve İslam’ın tarifi üzerinde durmuştuk. Kur’an’ın İslam tanımını, Âl-i İmran suresi 64. ayeti hatırlatarak şöyle yapmıştık:
“De ki: ‘Ey kitap ehli, Allah’tan başkasına kulluk etmemek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak ve birbirimizi Allah’tan başka rabler olarak benimsememek’ üzere bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin!’ Eğer yüz çevirirlerse: ‘Bizim, Müslim olduğumuza şahit olun’ deyin.”
Yukarıda zikrettiğimiz ayet-i kerimede İslam dört ana başlık altında tarif edilmiştir:
1. Sadece Allah’a ibadet,
2. Hiçbir şeyi O’na ortak koşmama,
3. Allah’ın dışında varlıkları rab edinmeme,
4. Müşriklerden beri olarak İslam kimliğini ilan etme.
Bu başlıklardan ilk üçünü Allah’ın (cc) izin verdiği kadarıyla açıklamıştık. Bu yazımızda İslam olmak isteyen birinin teorik ve pratik olarak kendinde bulundurması gereken dördüncü başlık üzerinde duracağız.
Müşriklerden Beri Olarak İslam Kimliğini İlan Etme
”Eğer yüz çevirirlerse: ‘Bizim, Müslim olduğumuza şahit olun’ deyin.”
İslam dininin aslı ve kaidesi olan Âl-i İmran Suresi 64. ayeti, ehl-i kitabı yanlızca Allah’a ibadet, hiçbir şeyi O’na ortak koşmama ve Allah’ın dışında varlıkları rab edinmemeye davet ettikten sonra; bu cümleyle bitiyor. Bu daveti kabul edip boyun eğdikleri takdirde İslam dinine girmiş olacak, yüz çevirip reddettiklerindeyse batıl üzere olmaya devam edeceklerini bildiriyor.
Çünkü, bir şeye davet eden, davetinin neticesinde onu kabul eden ve etmeyenlerin ne olacağını da söylemek zorundadır. Aksi hâlde o davet kapalı ve eksik olmuş olur. Rasûllerin davetiyse apaçık ve kamil bir davettir.
Allah’ın (cc) tevhitten yüz çevirenlere ‘Eğer yüz çevirilerse deyinki siz müşriklersiniz’ demek yerine ‘şahit olun ki biz müslim olanlardanız’ demesi; üzerinde düşünülmesi gereken ince ve derin manalar taşımaktadır.
Tefsir âlimlerinin ayetin ilgili bölümüne dair şeriat ve belağat açısından söylediklerini incelediğimizde işaret ettiğimiz inceliklerin açığa çıkmış olacağını umuyoruz.
İbni Kesir der ki: ‘Bu çağrıya ve aranızdaki eşit olan kelimeye gelmezlerse, Allah’ın sizin için koymuş olduğu İslam üzere dâim olduğunuza onları şahit kılın.’
İmam Kurtubi der ki: ‘Yani İslam dinine bağlı kalmak, bizim ayrılmaz vasfımızdır. Biz bu dinin hükümlerine uyan kimseleriz. Bu hususta Allah’ın üzerimizdeki lütuf ve nimetlerini itiraf eden kimseleriz. İsa olsun, Üzeyr olsun, melekleri olsun hiçbir kimseyi rab edinmeyiz. Çünkü İsa ve Üzeyr de bizim gibi birer insandır. Ve hepsi de bizim gibi sonradan yaratılmışlardır. Bizler Allah’ın bize haram kılmadığı bir şeyi, rahipler haram kıldı diye haram kabul edemeyiz. O takdirde onları rab edinmiş oluruz..’
Beğavi tefsirinde der ki: ‘Şahit olun ki bizler ihlasla Allah’ı birleyen/tevhid ehliyiz.’
Ebu Hayyan el-Endülüsi ‘Bahru’l Muhit’ tefsirinde der ki: ‘… Bu, onlardan ayrılma/beri olmada mubalağalı bir ifadedir. Yani, eğer siz bu davetten yüz çeviriyorsanız biz onu kabul edip itaat ediyoruz demektir… İbni Atiyye dedi ki: Bu, onlara muhalefet ve onlarla hesaplaşmanın ilan edilmesidir. Onların şahit tutulması ise kınama ve tehdit ifade etmektedir. Yani, ‘yüz çevirmenizin neticesinin ne olacağını göreceksiniz’ demektir. Zemahşeri dedi ki: Sizin değil de bizim İslam ehli olduğumuzu kabul ve itiraf etmeniz gereklidir. Bu, tartışmada galip olanın, yenilene ‘benim galip geldiğimi kabul et ve teslim ol’ demesi gibidir. Bunun ta’rid/üstü kapalı ima baabından bir cümle olması da mümkündür. Manası da; hak açığa çıktıktan sonra ondan yüz çevirmeniz nedeniyle kafir olduğunuza şahit olun’ demektir…’
Seyyid Kutup der ki: ‘Müslümanlarla Allah’a rağmen birbirlerini rabler edinenler arasındaki bu karşılaştırma, Müslümanların kimliğini net ve kesin olarak ortaya koymaktadır. Müslümanlar, yalnız Allah’a ibadet edenler, kendisine kul olmaya yalnız Allah’ı lâyık görenler ve Allah’a rağmen birbirini rabler edinmeyenlerdir. Müslümanları diğer uluslardan ve inançlardan, Müslümanların yaşam tarzını, bütün insanların yaşam tarzından ayıran başlıca nitelikler bunlardır. Ya bu nitelikler onların üzerinde gerçekleşecek ve onlar Müslüman olacaktır ya da bu vasıflar onların üzerinde gerçekleşmeyecek ve ne kadar Müslüman olduklarını iddia etseler de Müslüman olmayacaklardır!
İslam insanları, kullara kulluktan kurtaran tam bir özgürlüktür. İslam nizamı da diğer düzenler arasında özgürlük hareketini gerçekleştiren biricik düzendir. İnsanlar, yeryüzü kaynaklı düzenlerin hepsinde birbirini Allah’a rağmen rabler edinirler. Bu birbirini rab edinme olayı en katı dikta rejimlerde göze çarptığı gibi, en ileri demokrasilerde de ortaya çıkmaktadır. İlahlığın en başta gelen özelliği, insanları kendisine taptırma ve kurumlarını, sistemlerini, kanunlarını, değer yargılarını ve ilkelerini benimsetmedir. Bu, yeryüzü kaynaklı bütün düzenlerde şu veya bu şekilde birtakım insanların tekeline girmiştir. Şu veya bu konumda insanlardan bir topluluğa havale edilmiştir. Geniş halk kitlelerinin kendisinin belirlediği yasalara, değer yargılarına, ilkelerine ve düşüncelerine boyun eğdiği bu topluluk yeryüzü ilahlarıdır. İnsanların ilahlık ve rububiyet özelliklerini kendilerinde görmelerine izin vermeleri ve Allah’a rağmen birbirlerini rabler edinmelerinin tipik örneğidir bu. İnsanlar, bu ilahları böyle kabul etmekle, onlara secde etmeseler de, önünde eğilmeseler de Allah’a rağmen onlara kulluk etmiş olurlar. Zira kulluk Allah’tan başkasına yönelme imkanı olmayan bir ibadettir. İşte ancak İslam nizamında insan bu boyunduruktan kurtulur. Özgürlüğe kavuşur. Düşüncelerini, düzenlerini, yaşam biçimlerini, kanunlarını, değer yargılarını ve ilkelerini yalnız Allah’tan alan bir özgürlüğe kavuşur. Bu konuda onun konumu diğer tüm insanların konumu gibidir. Hepsi Allah’ın emrindedir. Allah’a rağmen birbirlerini rabler edinmezler. İşte bu anlamıyla İslam, Allah katında kabul gören tek dindir. Ve tüm Peygamberlerin Allah katından getirmiş olduğu din budur. Allah, Peygamberleri bu din ile gönderdi ki, insanları kullara kulluktan kurtarıp Allah’a kul etsinler. Kulların zulmünden Allah’ın adaletine kavuştursunlar… Bundan yüz çeviren Allah’ın şehadetine göre Müslüman olmamıştır. Meseleyi çarptıranlar istediği kadar çarptırsın… Saptıranlar istediği kadar saptırmaya çalışsın.’
Allame Sa’di, ‘Teysiru’l Kerimu’r Rahman Fi Tefsir-i Kelami’l Mennan’ tefsirinde der ki: ‘Eğer yüz çevirirlerse: ‘Bizim, Müslim olduğumuza şahit olun’ deyin’ cümlesi ‘Deki ey Kafirler’ ile başlayan Kafirun suresiyle aynı anlamdadır.’
Yukarıda kaydedilen nakillerden anlaşıldığı üzere; ayetin ilgili kısmı az kelimelerle çok mana anlatan veciz bir ifadedir. Bu manaları şöyle özetleyebiliriz:
a. Bu cümlede Tevhid ve İslam’ın ikrarı vardır. Biz teslim olanlardanız/Müslimler ifadesi isim cümlesidir. İsim cümlesinin özelliğiyse süreklilik, bir şeyde devam ve kararlık, bir şeyin sıfat hâline gelmesini ifade etmesidir. Bu cümle yapısıyla ‘İslam bizim ayrılmaz sıfatımızdır’ denmiş olmaktadır.
b. Böyle inanmayanlardan uzaklaşma, beraat ve meydan okuma vardır. ‘Bilin ki…’ demek yerine ‘Şahit olunki…’ denmesi bu ayrılığın açık olduğu, şahit olunacak kadar belirgin ve ilan edilen bir meydan okuma olduğuna işarettir. ‘Şehadet kelimesi içerisinde ilim, dil ile söylemek, açıktan ilan etmek, şahitlğin gereğini yerine getirmek ve başkalarını ilzam etmeyi gerektirir.’ [1]
c. Tevhid davetinden yüz çeviren ya da ayette zikredilen üç rükünden birini yerine getirmeyenin müşrik olduğu, İslam iddiasında olsa dahi Müslüman olmadığı ve olamayacağına dair üstü kapalı bir gönderme vardır.
Tevhid, tüm Peygamberlerin arasındaki ortak noktadır. Esasları, yazımızın temelini oluşturan ayet-i kerimede beyan edilmiştir. Bunların tamamından veya bir kısmından yüz çeviren kişi İslam milletinden değil; bilakis küfür ve şirk ehlindendir.
Tevhitten yüz çevirmenin farklı suretleri vardır. Mekkeli müşrikler gibi kimisi tevhidin esaslarını tamamen reddeder. Bazısı ilkesel olarak kabul eder ancak tevhidle amel etmez ve atalarının yolunu terk etmez. ‘Şahitlik ederim ki Muhammed’in dini dinlerin en hayırlısıdır’ [2] beyitlerinin sahibi olan, ahir ömründe ‘Kureyş’in beni kınaması olmasaydı bu dini kabul edip seni mutlu ederdim’ [3] diyen Ebu Talib gibi.
Kimisi ilkesel olarak kabul etse de bazı rükünleri yerine getirmeyip Allah’a şirk koşan, kanun yapma yetkisini din adamlarına veren Yahudiler gibidir.[4]
İslam nezdinde bu gruplar arasında hiçbir fark yoktur ve ayetin sonunda zikredilen ”Eğer yüz çevirirlerse: ‘Bizim, Müslim olduğumuza şahit olun’ deyin.” ifadesi tüm sınıflar için geçerlidir.
Müşrikleri Tekfir Etmenin Önemi
İslam dini bir bütündür. Onun tüm detayları Allah tarafından belirlenmiş, Peygamber vasıtasıyla insanlara ulaştırılmıştır. İslam’ın bir hükmünü kabul etmeyip ona karşı sıkıntı yaşamakla onun tamamını reddedip, sıkıntı yaşamak arasında hiçbir fark yoktur.[5]
Tevhidi, namazı, orucu, zekatı farz kılan Allah; şirki, içkiyi ve zinayı haram kılmıştır. Kişi bunların tamamına inanır ve teslim olursa Müminlerden olur. Bunlardan birini dahi inkar etmesi ya da kabullenememesi kişiyi inkarcı müşriklerden kılar.
Allah’a şirk koşanların, O’ndan başkasına ibadet edip, insanları rab edinenlerin tekfir edilmesi ve onlardan beraat etmek, Allah’ın (cc) Peygamberleri vasıtasıyla kullarına ulaştırdığı hükümlerdendir.
Evet, İslam’ı her yönüyle bir bütün olarak kabul etmek gereklidir. Allah (cc), bir kısmını kabul edip bir kısmını inkar edenleri hakiki kafirler olarak isimlendirmiştir.
”Allah’ı ve elçilerini (tanımayıp) inkâr eden, Allah ile elçilerinin arasını ayırmak isteyen, ‘Bazısına inanırız, bazısını tanımayız’ diyen ve bu ikisi arasında bir yol tutturmak isteyenler. İşte bunlar, hakiki/gerçekten kafir olanlardır. Kafirlere aşağılatıcı bir azap hazırlamışızdır.” [6]
Müminleri övdüğü siyakta da onların bir bütün olarak inanılması gereken şeylere inandığını, ayrım yapmadıklarını belirtmiştir.
“Elçi, kendisine Rabbinden indirilene iman etti, müminler de. Tümü, Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine inandı. ‘O’nun elçileri arasında hiç birini (diğerinden) ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak sanadır’ dediler.” [7]
“Ey iman edenler! İslam’a tam anlamıyla, her şeyinizle girin ve şeytanın adımlarına uymayın. Şüphesiz o, sizin için açık bir düşmandır.” [8]
Bugün kendini İslam’a nispet edenlerin en ciddi sorunlarından biri, Allah’a (cc) şirk koşan müşrikleri tekfir etme zorunluluğunu kabul edememeleri ve bu konuya dair varid olan naslardan sıkıntı duymalarıdır.
Buna binaen diyebiliriz ki; tekfiri kabul etmeyen, ona karşı sıkıntı duyan kişi, İslam’ın tüm hükümlerini reddetmiş gibidir.
Tekfir ve Şeytanın Aldatması
İnsi ve cinni şeytanların süslü sözleri birbirlerine fısıldayarak bahaneler ürettiği[9] ve insanları Allah’ın (cc) hüküm ve yasalarından biri olan tekfir ahkamından uzaklaştırdığını görmekteyiz. Şeytanların bu sinsi oyununun insanlar tarafından kabul edildiğini ve insanları saptırdığını esefle izlemekteyiz. Çünkü tekfir ahkamının iptali sadece bir hükmün değil; ona bina edilmiş ahkamın tamamının iptal edilmesi demektir. Tekfir ahkamı, yolların ve sınırların, isimlerin ve hükümlerin, dostların ve düşmanların, temiz ile pisin kendisiyle ayrıldığı sınırdır. O, iptal edilip, ümmetin hayatından uzaklaştırıldığında Allah’ın birbirinden ayırdığı ve aralarında düşmanlık, buğz ve kin olmasını istediği tüm sınırlar birbirine karışacak, maddi ve manevi fesat ve fitne baş gösterecektir.[10] Şeytanların da istediği tam olarak budur.
Oysa Allah (cc), imanı ve inananları net bir şekilde anlatıp salihleri tanıttığı gibi; küfrü ve kafirleri net bir şekilde anlatıp suçlu mücrimlerin tanınmasını sağlamıştır. Müminlerin kalplerinde ve buna bağlı olarak amellerinde hiçbir şüphe olmamasını istemiştir.
“Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye ayetlerimizi işte böyle, ayrıntılı biçimde açıklarız.” [11]
‘Oldukça ilginç bir şey… Bu, Kur’an metodunun inanç ve inançla hareket etmeye ilişkin stratejisini gözler önüne sermektedir. Kuşkusuz bu metot, salih müminler yolunun açıkça belli olması için sırf gerçeğin açıklanıp ortaya konmasını amaçlamaz. Bunun yanısıra, günahkâr sapıkların yolunun açıkça belli olması için batılın açıklanıp ortaya konmasını da amaçlamaktadır. Çünkü günahkârların yolunun açıkça belli olması, müminlerin yolunun açık seçik belli olması için bir zorunluluktur. Bu kural, yol ayrımını belirleyen bir çizgi konumundadır.
Kuşkusuz bu hareket metodu, insanlığın kendisiyle hareket etmesi için yüce Allah tarafından belirlenen metottur. Çünkü yüce Allah, gerçeğe ve hayra ilişkin katıksız inancın oluşmasının, karşıt tarafın, batıl ve kötülüğünü görmeyi, bunun katıksız batıl ve baştan sona kötülük olduğunu, aynı şekilde İslam’ın bunun da katıksız gerçek ve baştan sona hayır olduğunu vurgulamayı gerektirdiğini biliyor… Böylece hem Peygamberin hem de müminlerin gönüllerinde, kendilerine düşman olanların suçlular oldukları düşüncesinin sağlam, açık ve kesin bir şekilde yer etmesi amaçlanmaktadır. Küfrün, kötülüğün ve suçluluğun açığa çıkarılması; imanın, hayrın ve iyiliğin netleşmesi için zorunludur. Suçluların yolunun açık seçik belli olması ayetlere ilişkin ilahı açıklamanın hedeflerinden biridir. Çünkü suçluların konumları ve yollarına ilişkin olarak beliren herhangi bir karanlık nokta ve kuşku, müminlerin konumlarına ve yollarına yansır. Bunlar birbirlerine karşı duran iki taife, birbirlerine aykırı iki yoldurlar. Bu yüzden renklerin ve çizgilerin açığa kavuşması kaçınılmazdır.
Bundan dolayı, her İslami hareketin müminlerin yolunu ve suçluların yolunu belirlemekle işe koyulması gerekmektedir. Müminlerin yolunu ve suçluların yolunu tanımlamak ve işe müminlerin ayırıcı özellikleriyle suçluların ayırıcı özelliklerini belirlemekle başlamalıdır. Ama realiteler dünyasında, teoriler dünyasında değil… Böylece İslam davasının mensupları, yollar birbirine benzemeyecek, müminlerle suçlular arasındaki işaret ve çizgiler birbirine girmeyecek şekilde müminlerin yolu, hareket metodu ve belirtileri ile suçluların yolu, hareket metodu ve belirtileri belirlendikten sonra çevrelerindeki insanlardan hangisinin suçlu müşrik olduğunu bilmiş olurlar. İslam Arap Yarımadası’nda müşriklerle karşı karşıya geldiği günlerde bu belirginlik ortaya konmuş ve bu netlik eksiksiz bir şekilde gerçekleşmişti. Salih Müslümanların yolu, Allah’ın Peygamberi ve beraberindekilerin yoluydu. Suçlu müşriklerin yolu ise onlarla birlikte bu dine girmeyenlerin yoluydu. Bu belirgin ve netliğin yanında, suçluların yolu açık seçik belli olsun diye Kur’an iniyor ve bu surede örnekleri geçtiği şekilde yüce Allah ayetleri ayrıntlı biçimde açıklıyordu…
Ancak bugün gerçek İslami hareketlerin karşı karşıya kaldığı sorun, bunlardan hiçbiri değildir… Sorun, inanç açısından İslam’ı din olarak benimsediklerini sanmalarına rağmen inanç ve realite olarak İslam’ın prensiplerini inkâr eden toplumların varlığıdır. Çünkü İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik etmektir. Allah’tan başka ilah bulunmadığına şahitlik ise, yüce Allah’ın tek başına evrenin yaratıcısı olduğuna ve orada dilediği gibi tasarrufta bulunduğuna, kulların ibadet kastı taşıyan davranışlarını ve hayatla ilgili eylemlerini sadece O’na sunacaklarına, kulların yasalarını sadece ondan edineceklerine, hayatlarına ilişkin konularda tek başına O’nun hükümlerine boyun eğeceklerine inanmakta somutlaşmaktadır. Kim -bu anlamda- Allah’tan başka ilah bulunmadığına şahitlik etmezse, hiçbir zaman şehadet getirmemiş ve İslam’a girmemiş demektir. Adı, lâkabı ve soyu ne olursa olsun… Hangi bölgede -bu anlamda- Allah’tan başka ilah bulunmadığına şahitlik etme gerçeği gerçekleşmezse, o bölge hiçbir zaman Allah’ın dinini din edinmemiş ve asla İslam’a girmemiş demektir.
Bugün yeryüzünde isimleri Müslüman ismi, kendileri de Müslüman bir sülaleden gelen milletler vardır. Yine bir zamanlar İslam yurdu olan birtakım ülkeler vardır. Ancak bu milletler, günümüzde -bu anlamda- Allah’tan başka ilah bulunmadığına şahitlik etmedikleri gibi bu ülkeler de, bu anlamın gereği olarak günümüzde Allah’ın dinini din edinmiyorlar…
İşte gerçek İslami hareketlerin bu ülkelerde bu milletlerle karşılaştıklarında önlerine çıkan büyük zorluk; bir yandan “Allah’tan başka ilah yoktur” ilkesinin ve İslam’ın anlamının etrafını, diğer yandan şirk ve cahiliye anlamlarının etrafını kuşatan belirsizlik, kapalılık ve karışıklıktır.
Bu hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk salih Müslümanların yolu ile suçlu müşriklerin yolunun açık açık belli olmaması, işaret ve özelliklerin karışması, isim ve sıfatların birbirine girmesi, yolların ayrılış noktasını seçemeyecek kadar bir şaşkınlığın egemen olmasıdır.
İslam’ın düşmanları bu gediği çok iyi biliyorlar. Bu yüzden gediğin biraz daha genişlemesi, sorunun laçkalaşması, birbirine girip karmakarışık olması için yoğun çaba sarf etmektedirler. Öyle ki, gerçek sözü açıkça söylemek insanı, ellerinden ve ayaklarından bağlayan bir töhmete düşürüyor: ‘Müslümanları tekfir ediyorlar’ töhmetine…
İşte en büyük zorluk budur. Her nesilden Allah davasının taraftarlarının aşması zorunlu olan bir engeldir bu. İnsanları Allah’ın yoluna davet edenler, gerçek sözü söyleme konusunda uzlaşmaya, yağcılığa yeltenmemelidirler. İçlerinde bir korku ve endişe duymamalıdırlar. Kınayanın kınamasından ya da ‘Bakın, Müslümanları tekfir ediyorlar’ diye bağıran çığırtkanlardan etkilenmemelidirler.
Kuşkusuz birtakım aldanmışların sandığı gibi İslam’ın böyle bir ciddiyetsizlik, bu tür bir cıvıklıkla ilgisi yoktur. İslam açık seçik ortadadır, küfür de öyle… İslam vurguladığımız anlamda Allah’tan başka ilah bulunmadığına şahitlik etmektir. Kim bu şekilde şahitlik etmezse ve onu hayatta bu şekilde uygulamazsa, onun hakkındaki Allah ve Peygamberinin hükmü şudur: Bu adam kâfirdir zalimdir, fasıktır, suçludur…
“Günahkârların yolu açıkça belli olsun diye ayetlerimizi, işte böyle ayrıntılı biçimde açıklıyoruz.”
Evet, Allah’a davet edenler bu engeli aşmak zorundadırlar. Bütün enerjilerini, bir şüpheye kapılmadan, bir kapalılığa takılmadan ve ciddiyetini kaybetmeden Allah yolunda harcamaları için vicdanlarında bu açıklığı gerçekleştirmelidirler. Çünkü kendilerinin kesin olarak Müslüman olduklarına, yollarına çıkanların, engel olanların, insanları Allah’ın yolundan alıkoyanların suçlular olduklarına içtenlikle inanmadıkları sürece bütün enerjilerini dava uğruna harcayamazlar. Bu işin bir iman-küfür meselesi olduğuna, kendileriyle milletlerinin yol ayrımında olduklarına, kendileri bir inanç sistemine, milletlerinin başka bir inanç sistemine; kendilerinin bir dine, milletlerinin bir başka dine mensup olduklarına kesin bir şekilde inanmadıkları sürece yolun zorluklarına direnmeleri, dayanmaları mümkün olmayacaktır…’ [12]
Seyyid Kutub’un (rh) zulmü ve fesadı değiştirmek amacıyla yola koyulmuş hareketlerin sorunlarına dair yaptığı bu can alıcı tespit önemli, önemli olduğu kadar da sunduğu çözüm yol göstericidir. Evet, İslam düşmanları bu gediği çok iyi biliyorlar. Cinni şeytanlar ‘tekfircilikle suçlanır ve sözün dinlenmez’ vesveselerine katkıda bulunuyor, bu şeytani korkuyu farklı propaganda araçlarıyla iyice şişirip kalıcı hâle gelmesini sağlıyorlar. Kalabalıkların şehvetiyle insanların başını döndürüyor, Tevhid ve onun ayrılmaz bir parçası olan müşriklerin tekfiri meselesinden insanları alıkoyuyorlar. Daha fazla insanın davetlerine icabet etmesi gerekçesiyle vicdanların sesini dindiriyor, Kitap ve Sünnetin ilgili naslarına karşı şüphe, zan ve hevaya ittiba cinsinden gerekçeler üretiyorlar.
İrca akidesiyle tohumları atılan, bozuk inançların İslam âleminde yayılmasıyla kök salan, İslam’ın yönetimden çekilmesi ve beşeri ideolojilerin yeryüzüne hükmetmesiyle yama tutmayacak genişlikte bir gediğe dönüşen; tekfirden nefret projesi en fazla İslam düşmanlarının işine geliyor. Bu proje sayesinde mücadele ruhu ölmüş, dost ve düşmanını tanımayan, celladına aşık nesillerin yetişmesini keyifle izliyorlar. İşgal ettikleri, namusları çiğneyip, onurları aşağıladıkları beldelerde dahi; insanların onların ve onlara yardım edenlerin hükmü hakkındaki tartışmalarıyla sevinip mutlu oluyorlar.
Allah’ın şeriatını bozmak için planlar kuran, hurafelerle insanları oyalayıp dosdoğru yoldan alıkoyan saptırıcılar da bu durumdan fazlasıyla memnunlar. Muhammed’in (sav) dinine yönelik başlattıkları her proje, şeriat fukaralarının ‘bunu yapanın hükmü nedir?’, ‘bunu yapan kelime-i tevhidi söyleyip kıbleye yöneldiğinden kardeşimizdir’ gibi sözleri onların önünü açıp, hızla ilerlemesine katkıda bulunuyor.
Onlar akıllı ve sinsiler. İslam dinini, ona müntesip olanlardan çok daha iyi tanıyorlar. Şeriatın, ona tabi olanları sapıtmaktan nasıl koruduğunu çok iyi anlamış vaziyetteler. Şeriat, insanları dalaletten isimlerle korumuştur. İsimler Allah’ın (cc) sınırlarıdır. Münafık ismi nifakın sınırıdır. Müşrik ismi şirk ile tevhid arasında, küfür ismi Müminle küfür arasındaki sınırdır. Bu isimleri silik hâle getirip, insanları bu isimlerden uzaklaştırdıklarında şirk, küfür ve nifak sınırları da belirsizleşip kapalı hâle geliyor. Böylece insanlar İslam adına İslam’ın kaldırdığı sapıklığa bulaşıyorlar. Ortaya İslam’dan, hidayetten ve buna bağlı olarak Allah’ın yardımı ve izzetinden uzaklaşmış toplumlar çıkıyor.
Allah’ın, hükümleri kendisiyle birbirinden ayırdığı sınırlarından biri olan şirk, küfür vb. isimlerde cahillik, Kur’an’ın kınadığı çirkin şeylerdendir.
”Bedeviler inkâr ve nifak bakımından daha şiddetlidir. Allah’ın elçisine indirdiği sınırları bilmemeye de onlar daha ‘yatkın ve elverişlidir.’ Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” [13]
Peygamberler Şirkten ve Müşriklerden Teberri Etmişlerdir
Bugün, kendini İslam’a nispet edenlerin tevhid davetine karşı üç sınıfa ayrıldığını görüyoruz. Bir grup İslam’ın ahlaki ve ameli yönüne sarılmış, İslam’ın özü ve nebilerin ortak daveti olan tevhitten habersiz olarak dinlerini yaşamaktadırlar.
Bir başka grup, tevhidi meselelerin önemini anlamış, tevhidi ve onun zıttı olan şirk meselesini gündemleştirmişlerdir. Ancak Allah’a (cc) şirk koşanların tekfiri meselesinde müteşabih naslara ve şeytani vesveselere kapılarak ilgisiz kalmış, yüz çevirmiş ve insanları da sakındırmışlardır.
Bir başka grup Rasûllerin yoluna bir bütün olarak ittiba etmiş, dine bir bütün olarak girmiş, dinlerini parçalara ayırmamış, Rasûllerin mirasına sahip çıkarak öncülerine ihsan üzere tâbi olmuşlardır. Tevhid ve şirki gündemleştirdikleri gibi, şirki var eden ve yeryüzünde yayılmasını sağlayan, sorunun kaynağı olan müşrikleri de tanımışlardır. Rabblerinin kendisine şirk koşanlara verdiği isim olan müşrik ismini hak edenlere vermiş, Rabblerinin ahkamına ayrım yapmadan teslim olup razı olmuşlardır.
Şüphesiz ki, yolların en hayırlısı, ahiret yönünden en faydalısı ve Allah’ın en fazla hoşnut olduğu Rasûllerin yoludur.
”İbrahim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan beriyiz/uzağız. Sizi inkar/tekfir ettik. Sizinle aramızda, Allah’a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir…” [14]
“Sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan kopup ayrılıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime dua etmekle mutsuz olmayacağım.” [15]
İbrahim (as), şirkten beri olmadan önce müşriklerden beri olmuştur. Neden? Çünkü şirk soyut bir şeydir ve insan olmadan var olması/somutlaşması mümkün değildir. Onu var eden, meşrulaştıran, insanlar arasında yaygınlaştıran insandır. Ve İslam şirk amelini işleyene müşrik demiştir. Şirke savaş açıp müşriği görmezden gelmek, insanın kendini aldattığı, Rasûllerin yoluna aykırı bir yoldur. Bataklığı kendi hâline terk edip, ürettiği sineklerle uğraşmak aklen faydasız, şer’an Rasûllerin yoluna aykırıdır.
Bu sebeple Allah, İbrahim’in (as) yolundan yüz çevirenlere sefihler demiştir.
”Sefih olandan başka, İbrahim’in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, biz onu dünyada seçtik, gerçekten ahirette de o salihlerdendir.” [16]
Hidayet eserlerinin kaybolduğu ve insanlığın topyekün sapıttığı bir zamanda Allah’ın kendilerine hidayet bahşettiği Ashab-ı Kehf, İbrahim’in milletine uymuş ve şirkten önce şirki var eden müşriklerden uzaklaşmışlardır.
”Onlardan ve onların Allah’tan başka kulluk ettikleri şeylerden ayrıldınız. O hâlde mağaraya çekilin ki Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işlerinizde kolaylık sağlasın.” [17]
Kafirun Suresi
”De ki: Ey kâfirler! Sizin ibadet ettiklerinize ibadet etmem ben. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Hem ben ibadet edecek değilim sizin ibadet ettiklerinize. Hem de siz, benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.’‘ [18]
Peygamberimiz (sav) kendinden önce yaşamış olan hidayet önderlerinden farklı bir yol izlememiştir. Allah Rasûlü (sav), şirke ve küfre meydan okumak ve şirkin her türlüsünden teberri etmek istediğinde ‘Ey Kafirler’ diyerek söze başlamıştır. Tevhid mücadelesinin ve düşmanla var olan husumetin ilk adımının onların tekfiri olduğuna işaret etmiştir.
Çünkü; şirkten teberri, şirk ehline buğz ve öfke, onlara olan düşmanlık, arkalarında namaz kılınmaması, onlarla evliliğin yasak olması vb. hukuksal ayrılıklar, onlara karşı verilen sözlü fiilî mücadele buna bağlıdır.
Mesele bu denli önemli olduğundan ve ilgili sureler bu meseleyi anlattığından Allah Rasûlü (sav) bu surelerin anlaşılıp yaşanması için özel bir gayret göstermiştir.
”Ben Rasûlullah’a, uyuyacağım zaman okuyacağım bir şey tavsiye etmesini rica ettim. Rasûlullah, Kafirun suresini sonuna kadar okuduktan sonra uyumamı tavsiye etti. Çünkü bu, şirkten beraati ilan etmektir.” [19]
Evet, bu surenin içerisinde tek kelimeyle dahi olsa şirk sözü geçmemektedir. Kafirlerin tekfiri ve onlardan beraatin ilanı vardır surede. Ancak, Allah Rasûlü (sav) bir hakikate işaret etmiştir. Müşrikleri tekfir edip onlardan teberri etmeden şirkten de teberri edilemeyeceğinin altını çizmiştir. Şirki var eden ve meydana getiren müşrik olduğundan, şirkten uzaklaşmak onu var edenden uzaklaşmakla mümkün olur. Zina yapana dokunmadan zinayı kınamak, kumarbaza söz söylemeden kumarı kötülemek nasıl anlamsız ve boşsa; insanları şirkten sakındırıp şirki var edenler hakkında sessiz kalmak aynı şekilde boş ve anlamsızdır.
Tevhid ve Tekfir
“Rasûlullah sabah namazının sünnetinde Kafirun ve İhlas surelerini okurdu.” [20]
“Ben Rasûlullah’ı yirmi kere göz ucuyla takip ettim, akşamın farzından sonra kılınan iki rekatle sabahın farzından önce kılınan iki rekatte Kafirun ve İhlas surelerini okuyordu.” [21]
”Allah Rasûlü tavaf için kıldığı iki rekatta İhlas ve Kafirun surelerini okudu.” [22]
Allah Rasûlü (sav) neden İhlas ve Kafirun surelerini beraber okuyordu? Bunun bir hikmeti olsa gerekti. Çünkü İhlas suresi tevhidi, Kafirun suresi de tevhitten yüz çevirenlerin tekfirini içeriyordu. Allah Rasûlü (sav) ümmetine bir ders vermiş oluyordu. Tevhid, Allah’ı birlemek ve O’nu (cc) birlemeyenlerden teberri etmekle tamamlanır. Bu ikisi, birbirinden ayrılmayacak olan iki bütündür. Tevhid , kulun Allah’a karşı sorumluluğu ve Allah’ın kulun üzerindeki hakkı; tekfirse Allah düşmanlarına karşı kulun sorumluluğu ve vazifesidir.
O (sav), geceyi bu sureyle bitirip, günün ilk namazı olan sabah’ın sünnetinde ilgili sureyi okuyarak güne başlıyordu. Ümmetinin kalp ve zihin dünyasında bu iki surenin kapsadığı hakikatleri ilmek ilmek dokumak, taşa nakş edilmiş yazı misali kalıcı hâle getirmek istiyordu.
Müşriklerin tekfir edilmesinin önemi ve Peygamberlerin davetinde bu meselenin tuttuğu yeri göz önünde bulunduran şafi âlimlerinde İmam Buka’i, ‘Her Peygamber müşriklerin tekfir edilmesi mesajıyla gelmiştir/gönderilmiştir’ [23] demiştir.
Tekfir, Rasûllerin Çileli Yolu
Allah Rasûlü’nden önce hanifler vardı. Onlar Allah’ı birliyor, şirkten sakınıyor, tevhid inançlarını açıktan anlatıyor, yer yer kavimlerini sapıklıkla suçluyor ve onları kınıyorlardı.
”Peygamber’e Peygamberlik ve vahiy gelmezden önce Beldah vadisinin alt tarafında Zeyd ibn Amr ibn Nufeyl ile buluştu. Bu sırada Peygamber’e (Kureyş tarafından) bir sofra ve bir miktar yemek takdim edildi. (Peygamber yemekten yemedi.) Zeyd de yemekten çekindi. Sonra Zeyd, Kureyş’e karşı: ‘Ben sizin putlarınız adına kesmekte olduğunuz hayvanların etlerinden yemem. Ben yalnız üzerine Allah adı anılarak kesilen hayvan etini yerim!’ dedi.
(Ey Kureyş!) Koyun Allah’ın yarattığı bir hayvandır. Allah onu yaratmış ve onun faydalanması için gökten yağmur yağdırmış, yerden de onun gıdasını bitirmiştir. Sonra siz (Allah’ın yarattığı, besleyip büyüttüğü) bu hayvanı Allah adından başka bir ad anarak kesiyorsunuz!’ dedi.” [24]
Zeyd bin Amr bin Nufeyl, bu haniflerden biriydi sadece. Ancak müşrikler onlara hakaret etmiyor, işkence yapmıyor, yurtlarından sürmüyor, öldürmek için suikast planları yapmıyorlardı.
Abdullah bin Mesud (ra) Rahman suresini okumaya başladığında ona saldıran ve onu öldüresiye döven müşrikler; Zeyd vb. haniflerin davetinden hoşlanmasalar da Rasûle ve ashabına gösterdikleri tepkinin binde birini dahi göstermiyorlardı. Mesaj aynı, mesaja muhatap olan toplum aynı ancak tepkiler farklıydı! Neden?
Bu sorunun cevabı bellidir! Çünkü Allah Rasûlü’nün davetinde tekfir ve cemaatleşme vardı. Tekfirle toplumu birbirinden ayırıyor, ona (sav) gönül veren Müminlerle İslam cemaatini oluşturuyordu. Haniflerse sadece tevhidi anlatıyor, kendileri gibi hanif olanlarla bir araya gelip müşrikleri korkutacak bir İslam cemaati oluşturmuyorlardı.
Bu düşmanlığın sebebini Kureyş’in cümle aralarından okumak mümkündür. Allah Rasûlü’nden söz ederken, düşmanlıklarının sebebini de ele vermiş oluyorlardı.
”Akıllarımızı aşağıladı, babalarımıza sövdü, dinimizi ayıpladı, birliğimizi bozdu ve ilahlarımıza hakaret etti…” [25]
”Akıllarımızı küçümsedi, bizden kafir olarak ölenlerin cehennemde kalacağını iddia etti…” [26]
”Dinimizi ayıplayıp, babalarımıza sapık dedi.” [27]
Sadece müşrikler değil, Allah Rasûlü’nün (sav) dostları olan melekler de onu böyle vasfetmişlerdir.
”Muhammed insanların arasını ayırdı.” [28]
Evet, Rasûllerin davetini çileli kılan, düşman edinmelerini sağlayan bu noktaydı. Onlar, sadece tevhidi anlatıp gerisine karışmasalar, kabul edenler ile etmeyenleri birbirinden ayırıp; müminleri birbirlerine dost, müşriklere düşman kılmasalar kimseyle sorunları olmazdı. Tepki görmek yerine, güzel ahlakları ve örnek şahsiyetleriyle sevilip sayılır, toplum tarafından değer görürlerdi. Ama Allah (cc) böyle olmasını istemedi. Onu birleyen dostlarıyla, ona hakaret eden ve eksiklik nispet eden müşriklerin birbirinden ayrılmasını istedi. Bir gruba mümin/müslim diğerine ise müşrik/kafir denmesini istedi.
•••
Diyebiliriz ki İslam, dört temel esas üzere bina edilmiştir. Bu esaslar Âl-i İmran suresi 64. ayette belirtilmiştir. Allah Rasûlü (sav) kendisini semavi bir dine ya da Peygambere nispet eden müşrikleri İslam’a davet ederken onlara bu ayeti yazmış ve okumuştur. ‘Ben Müslümanım’ sözü; bir Peygambere intisap, semavi bir kitabı okumanın İslam olmak için yeterli olmadığını onlara göstermiş, onları kendilerini nispet ettikleri şeye yeniden davet etmiştir. Bu esaslar da tüm Rasûllerin ortak daveti olan tevhittir. Allah’ı (cc) ibadette birleme, hiçbir varlığı O’na ortak koşmama, O’ndan gayrısını rab kabul etmeme ve davetten yüz çevirenlere karşı İslam kimliğini ortaya koyup onların İslam üzere olmayan müşrikler olduğunu ilan etme…
Bu esasların tamamı İslam, esaslara inanıp onları pratikte uygulayanlar da müslimlerdir. Birini, bir kaçını ya da tamamını reddedenlerse kendini İslam üzere zanneden müşriklerdir.
”Rabbimiz, biz indirdiğine inandık ve elçiye uyduk. Böylece bizi şahitlerle beraber yaz.” [29]
[1] .Medaricu’s Salikin, 3/418.
[2] .Delailu’n Nubuvve Beyhaki, 2/188.
[3] .Müslim, 25
[4] .”Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rablar (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de.. Oysa onlar, tek olan bir ilah’a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/Tevbe, 31)
[5] .Yahudiler, tüm melekleri sevdiklerini, savaş meleği olduğu için Cibril’i sevmediklerini söylediler. Bunun üzerine Allah (cc) şu ayetleri indirdi:
“De ki: ‘Cibril’e kim düşman ise, (bilsin ki) gerçekten onu (Kitabı), Allah’ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve müminler için hidayet ve müjde verici olarak senin kalbine indiren O’dur. Her kim Allah’a, meleklerine, elçilerine, Cibril’e ve Mikail’e düşman ise, artık şüphesiz Allah da kafirlerin düşmanıdır.” (2/Bakara, 97-98)
Onların bir meleğe olan düşmanlıklarını Allah’a, tüm meleklere ve Peygamberlere olan düşmanlık olarak kabul etti. Bu da İslam’ın bir hükmünü kabul etmeyenin onun tüm hükümlerini reddetmiş gibi olacağını gösterir.
İlk Yorumu Sen Yap