Allah’a Yalnız Onun Gösterdiği Şekilde İtaat Etmek

Bizleri İslam’a hidayet edip, Muhammed Mustafa’ya sallallahu aleyhi ve sellem ümmet kılan Allah’a hamd olsun. Salât ve selam; önderimiz ve bizlere nefislerimizden daha evla olan Rasûlullah’a, pak ailesine ve seçkin ashabının üzerine olsun.

Bir önceki yazımızda Allah Rasûlü’nün Peygamberliğine şahitlik etmenin dört hususu gerektirdiğini söylemiştik:

1. Haber verdiklerinde onu sallallahu aleyhi ve sellem tasdik etmek

2. Emrettiklerinde ona sallallahu aleyhi ve sellem itaat etmek

3. Nehyettiklerinden kaçınmak

4. Allah’a yalnız onun sallallahu aleyhi ve sellem gösterdiği şekilde itaat etmek.

5.Allah’a Yalnız Onun Gösterdiği Şekilde İtaat Etmek

Geçen yazımızda Allah’ın subhanehu ve teâlâ izin verdiği kadarıyla; bidatlerin iptal edilmesindeki usulleri zikrettik. Bu yazımızda bidatlerin ortaya çıkış nedenlerini ele alacağız. Daha sonra da bidatlerin fert ve toplum üzerindeki zararlarını inceleyeceğiz.

Bidatlerin Ortaya Çıkması ve Yayılmasının Nedenleri

1. Cehalet

Bidatlerin ortaya çıkmasındaki en ciddi sebep cehalettir. Sözleri ve amelleriyle Kur’an-ı mübini tefsir eden Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem sünnetinde cehalet; insanları bidat ihdas etmeye iter. Çünkü kendini İslam dinine nispet eden her insan Allah’a kulluk etmek, O’nun rızasını kazanmak için salih ameller yapmak zorunda olduğunu bilir. Burada insanın önünde iki yol belirir: Ya bizleri Allah’a yaklaştırsın, O’nun gazabından muhafaza etsin diye sünnetiyle bizleri apaçık bir yol üzere bırakan Nebi’nin sallallahu aleyhi ve sellem sünnetine uyacağız ya da uydurulmuş ve şeriattan hiçbir asla dayanmayan bidatlere uyacağız…

Bidatlerin yayıldığı toplumlara baktığımızda ilk dikkatimizi çeken şey; sünnetler hususundaki cehaletleridir. Bu cehalet onları, sünnetin ibadet ihtiyacını karşılamadığı zannına sevk etmiş; bu yanlış zanna binaen ibadet ihtiyacını karşılayacak bidatler ihdas etmişlerdir.

Örneğin; Allah’ı anma ve zikretme… Kur’an ve Sünnet’ten birçok nas, Müslümanları zikre teşvik eder. Bu konuda o kadar fazla nas vardır ki, selefin kahir ekseriyeti farzlardan sonra en faziletli amelin zikir olduğunu söylemişlerdir.

Allah ve Rasûlü bizlere zikri emrettikten sonra bizleri başıboş bırakmış mıdır? Şeyhlerin ya da değişik tarikat gruplarının bizlere hazırladığı vird listelerine ihtiyacımız var mıdır?

Sünneti hakkıyla bilen biri; bir Müslümanın günlük olarak sünnette sabit olmuş zikirleri yaptığında; gününün dolacağını ve hiçbir tarikatın sonradan ihdas ettiği listeye ihtiyaç kalmadığını görecektir. Ancak sünnetten cahil olanlar; Allah’ı subhanehu ve teâlâ zikretme ihtiyacını karşılamak için bu listelere muhtaçtır. Nerede Allah’ı en iyi tanıyan, O’ndan en çok korkan Muhammed Mustafa’nın sallallahu aleyhi ve sellem virdleri; nerede henüz akıbetlerinden emin olmadığımız, kerametleri babadan menkul, babasının vefatıyla otomatik salihlik rütbesine ermişlerin (!) hazırladıkları listeler!

Sünneti inceleyen biri; güne başladığı andan, gözlerini yumduğu ana kadar Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem her anı kuşatan bir sünnetinin olduğunu görecektir. Bu konuda birçok hadis imamının hazırladığı tafsilatlı kitaplar vardır. Kutub-i Sitte arasında sayılan İmam Nesai’nin ‘Amelu’l Yevmi ve’l Leyl’ (Gece ve Gündüz Amelleri), İmam Nevevi’nin hazırladığı ‘El-Ezkar’ kitapları bunlara örnek gösterilebilir. Ayrıca; her Müslümanın cebinde taşıyacağı kolaylıkta hazırlanmış ve Türkçe’ye de kazandırılmış ‘Hısnu’l Müslim’ kitabı da bu babda zikredilebilir.

Şunu bilmeliyiz ki; Allah subhanehu ve teâlâ kitabında genel kaideler koyar. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem görevi, bu genel kaideleri bizlere ulaştırmak ve insanların ihtilaflarını önlemek için onları beyan etmektir. Aksi halde Allah’ın zikrettiği genel kaideler, insanlar tarafından izah edilmeye çalışılacaktır. Her insan Allah’ın muradını; yetiştiği toplum, karakter özellikleri ve bilgi birikimine göre açıklamaya kalkacaktır. Bu da; insanların arasındaki ihtilafları kaldırmak, onları Allah’ın ipi etrafında kenetlemek için indirilen kitabı; insanları bölen, ihtilafa sevk eden bir kitap hâline getirecektir. Çünkü Allah Rasûlü’nün beyanı bilinmediğinde, ortaya Kur’an’ı okuyan insan sayısınca farklı yorum çıkacaktır.

“Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğunu hidayet etmez.” (5/Maide, 67)

Bize ulaştırdığı kitabın görevine ise şu ayetler delalet eder:

“Apaçık mucizeler ve kitaplarla (gönderildiler). İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’an’ı indirdik.” (16/Nahl, 44)

“Hakkında ihtilaf ettikleri şeyi onlara açıklaması ve kâfir olanların da kendilerinin yalancılar olduklarını bilmeleri için (Allah onları diriltecek).” (16/Nahl, 39)

Bundan dolayı Allah subhanehu ve teâlâ kitapla beraber hikmeti zikretmiştir. Hikmet; bir şeyi yerli yerine koymak, en uygun olanı en uygun zamanda yapmaktır. Hikmetin kitapla beraber zikredilmesi; Allah’ın muradını en doğru şekilde anlamanın ve en doğru uygulamasının kitapla beraber Rasûl’e verilen hikmetle mümkün olduğunu gösterir.

“…Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti. Allah’ın senin üzerindeki fazlı büyüktür…” (4/Nisa, 113)

“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (3/Âl-i İmran, 164)

Hikmet/beyan/sünnet-i Rasûl konusunda cehalet, insanların Allah’ın subhanehu ve teâlâ muradını yanlış anlamasına ve bidatler ihdas etmesine sebep oluyor.

Bununla ilgili çarpıcı bir örneği paylaşmak istiyorum.

Bir mecliste insanların birbirilerini her gördüklerinde sarıldıklarına şahitlik eden bir ilim talebesi bunun sünnete aykırı olduğu konusunda meclistekileri uyarıyor. Mecliste hoca sıfatıyla bulunan bir zat itiraz ediyor: ‘Allah kardeşliği ve kalpleri ısındırmayı teşvik ediyor. Kucaklaşmak buna hizmet eden bir vesiledir. Kardeşlik vacipse, ona sebep olan veya yardımcı olan aracılar da vacip, öyle olmasa dahi en azından müstehab olmalıdır.’

İlim talebesi cevap veriyor… İmam Tirmizi’nin rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyruluyor:

“Bir adam Allah Rasûlü’ne geldi:

— Ey Allah’ın Rasûlü! Yolda arkadaşımızla karşılaşıyoruz, onların önünde eğilelim mi, diye sordu.

Allah Rasûlü:

— Hayır, dedi.

— Peki sarılıp öpelim mi?

— Hayır, dedi.

— Peki elini tutup musafaha yapalım mı?

Allah Rasûlü:

— Evet, dedi.” (Tirmizi, 2728; İbn-i Mace, 3702.)

Devamında yine Sünen ashabının rivayet ettiği hadislerde Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem uzun seferden dönen Cafer’e ve Zeyd bin Harise’ye radıyallahu anhuma sarılmıştır. Ancak bu; sahabeden Enes’in de radıyallahu anh işaret ettiği gibi, ‘uzun yolculuk sonrasında veya araya giren uzun ayrılıklar’ neticesinde meşrudur.( Bkz: Ebu Davud, 5220; Tirmizi, 2732.)

Hoca efendinin söylediği doğru, niyeti de güzeldir. Madem Allah subhanehu ve teâlâ kardeşliği emretmiş, kalpleri ısındırmayı teşvik etmiştir, öyleyse birbirimizi her gördüğümüzde sarılmamız bu amaca hizmet ettiğinden, güzeldir. Oysa Allah’ı ve O’nun emirlerini beyan için gönderilen Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, bu davranışı günlük yaşantıda hoş karşılamamıştır. Demek ki sünnet hususunda cehalet, dinin umumi emirlerine yapışıp bidatler ihdas etmek ve sünnete muhalefet etmenin kapısını aralayan bir sebeptir. Daha tehlikeli olanıysa Kur’an’ın umumi emirlerine uyduğunu zannettiğinden bu hata sahibinin hatasına din adına yapışmasıdır.

Bunun bir örneği de taziyelerde ya da kabir ziyaretlerinde ölü için Fatiha okunmasıdır. Bununla amel edenlere sorulduğunda şu cevabı veriyorlar: ‘…Allah Rasûlü ölüye dua etmemizi, istiğfarda bulunmamızı emretmiştir. Fatiha da bir duadır. Toplumun tümü Fatiha’yı ezbere bildiğinden, dua niyetine Fatiha okunuyor…’ Mantığa hitap eden bu izah, sünnete tamamen muhaliftir. Ölüye dua etmemizi isteyen Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, nasıl dua edeceğimiz konusunda bizleri başıboş bırakmamış, hocaların kıyasına terk etmemiştir.

İmam Müslim rahimehullah Bureyde ve Aişe radıyallahu anhuma annemizden Allah Rasûlü’nün kabir ziyareti yapanlara şu duayı öğrettiğini nakletmiştir:

“Es selamun aleykum ey bu diyarın ehli! Allah’ın izniyle bir gün biz de sizlere katılacağız. Sizler için ve kendim için Allah’tan afiyet talep ediyorum.” (Müslim 974-975)

İyi niyetle ihdas edilen bir bidat, toplumu bir sünnetten mahrum etmiş, onları, Rasûllerini örnek almaktan uzaklaştırmıştır. İşin ilginç yanı birçoğunun Fatiha ilanından önce söylediği sözler bu duadan daha uzun ve lafızları daha zordur. (Bilindiği gibi taziye ortamlarında ya da kabir ziyareti sırasında Fatiha okumadan önce biri ellerini kaldırır ve bir şeyler söyleyerek insanları Fatiha’ya davet eder. Giriş olarak okunan bu lafızları insanların çoğu sürekli duyduklarından ezberlemişlerdir. Ve bu lafızlar Allah Rasûlü’nün öğrettiği duadan çok daha zordur.) Bunu rahatlıkla ezberleyen insanların Nebi’nin duasını ezberletmekte zorlanacağı iddiası; insanın aklına ‘Bunların sünnetle bir problemleri mi var?’ sorusunu getiriyor.

İmam Şatıbi’den rahimehullah umumiyet ifade eden delillerle alakalı şu tafsilatı özetle aktaralım:

‘Umumiyet ifade eden deliller üç kısımdır.

1. Umumiyet ifade eden delilin; işaret ettiği anlamla sürekli olarak ya da çoğunlukla amel ediliyor olması: Taharet, namaz, alışveriş, nikah vb. konulardaki delillerle amel edilmesi gibi.

2. Umumiyet ifade eden delille bazı zamanlarda veya özel durumlarda amel edilmesi: Bu delillerle onların amel ettiği kadarıyla amel edilir.

3. Öncekilerin (sahabe) bu delille hiçbir şekilde amel etmemesi: Şayet sonradan gelenlerin düşündüğü gibi umumiyet ifade eden delil, o şeye delalet etmiş olsaydı sahabe ve tabiin mutlaka onunla amel ederdi.’ (Muvafakat, III,/s. 50 ve sonrası)

Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki; sünnetleri ihya edip, bidat münkerini izale etmek isteyen Müslümanlar şu usule dikkat etmelidir:

Umumi/genel nasla sabit olan bir amelde sünnete bakılmalıdır. Bizim umumi nastan anladığımız ve meşru bir amel gördüğümüz şeyle, Rasûl sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı amel etmiş ve bizim anladığımızı anlamış mıdır? Şayet onlar bu nassı bilmelerine rağmen, bizim ulaştığımız neticeye ulaşmamışlarsa ve o nasla amel etmemişlerse, bizim anlayışımız yanlış ve problemlidir. Çünkü onlar hidayet öncüleri ve Allah subhanehu ve teâlâ tarafından dinin doğru anlaşılması için tayin edilmiş topluluktur.

Bundan daha çirkini; bizim umumi nastan anladığımız sonucu Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem yasaklamasıdır. O zaman din adına Allah Rasûlü’ne muhalefet etmiş oluruz ki, bu da şeytanın insanı Allah’la aldatıp fitneye ve elim verici azaba düşürmesidir. Bu usule pratik bir örnek verecek olursak;

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem mescide her girdiğinde iki rekat tahiyyatu’l mescid namazı kılmış, ashabına kılmalarını emretmiş ve kılmadan oturan birini yerinden kaldırıp bu namazı kıldırmıştır.(Emrettiğine dair: Buhari, 444; Müslim, 714. Ashabını uyardığına dair: Buhari, 930; Müslim, 875.)

Bir grup Müslüman mescide aynı anda gelse ve bu namazı kılmak istese, içlerinden biri: ‘Bu namazı cemaatle kılalım! Çünkü Allah Rasûlü: “Kişinin cemaatle kıldığı namaz, tek kıldığı namazdan yirmi yedi kat faziletlidir.” (Buhari, 645; Müslim, 650.)buyuruyor…’ dese, bu durumda yapılması gereken şey şudur: Allah Rasûlü döneminde insanlar bu iki nassı da biliyordu. Toplu olarak mescide geliyorlardı. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu namazı cemaatle kılmadığı gibi ashabı da cemaatle kılmadı. Ya onlar bize öğrettiklerinde hayra tam anlamıyla isabet etmediler ya da bizim bu anlayışımız problemlidir. Birincisi imkânsız olduğundan, geriye ikinci seçenekten başkası kalmaz. Ancak sünnetin cahili olan, bu iki nassı birleştirip, yirmi yedi kat daha fazla ecir almak için(!) tahiyyatu’l mescid namazını cemaatle kılabilir.

İkinciye örnek olarak Kur’an okumayı verelim. Kur’an Allah’ın subhanehu ve teâlâ kelamıdır. Allah’ı zikir çeşitleri arasında en faziletli olanı, Kur’an tilavetidir. Her harfine on sevap vardır.

Kur’an okuyan müminin misali, tadı ve kokusu güzel olan ‘Etrucce’ meyvesi gibidir.( Bkz: Buhari, 5427; Müslim, 797.)

Kişi bu nasların ve benzerlerinin umumuna sarılıp: ‘Benim Allah’a en yakın olduğum an rüku ve secde hâlidir. Öyleyse en faziletli zikri, en faziletli ve Allah’a yakın hâl olan rüku ve secdede okuyacağım!’ dese ne olur?

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“…Dikkat ediniz! Ben rüku ve secdede Kur’an okumaktan nehyolundum. Rükuda Allah’ı tazim ediniz. Secdede ise dua etmeye gayret ediniz…” (Müslim, 479)

Sünnetin cahili olan insan; umumi naslara yapışıp salih amel işlediğini zannedecek, oysa Rasûl’ün yasakladığı şeyleri yapacaktır. Allah muhafaza!

Öyleyse sünnetleri tafsilatlı bilmek, dinde yenilikler çıkarmanın ve bidatlerin önünü kapatacak, sünnette cehalet ise din adı altında insanları Allah’tan ve Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem uzaklaştıracaktır.

2. Zayıf ve Uydurma Rivayetlerle Amel Edilmesi

Bu konu ‘Sünnet’te Cehalet’ konusunun alt başlığı olmaya uygundur. Bunun nedeni şudur:

Tüm âlimler, hadisin kabul ve red yönünden ayrıldığını kabul etmişlerdir. Sahih ve onun bir alt mertebesi olan hasen hadis, kabul edilen; zayıf ve zayıfın en şiddetli hâli olan uydurma ise reddedilen hadis kapsamındadır.

İslam tarihinde vuku bulan bazı hadiseler, kıssacılık, İslam’ı kılıç zoruyla kabul eden ve içten içe İslam’ı tahrip eden zındıklar, insanları Allah’a daha fazla kulluk ettirmek için amellere fazilet uydurma girişimi, bidat fırkalarının görüşlerini desteklemek için Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem dilinden dayanaklar arama çabası, hilafeti saltanata çevirenlerin yaşadıkları saltanatı din adına meşrulaştırma gayeleri uydurma hadislerin ortaya çıkış nedenleri arasında sayılabilir.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem hayattayken uydurma hadisin şenaatine dikkat çekmiş, zımmen de ümmetini ileride çıkacak uydurmacılara karşı uyarmıştır.

“Kim bilerek benim adıma yalan söz söylerse, ateşteki yerini hazırlasın.” (Mütevatir Hadis)

“Kim yalan olduğunu bildiği hadisi benden naklederse, o da yalancılardan birisidir.” (Müslim, Mukaddime)

“Ümmetimin sonlarında insanlar olacak, sizlerin ve babalarınızın duymadığı şeyleri rivayet edecekler. Onlardan şiddetle sakının.” (Müslim, Mukaddime, 6)

Bu uyarılara rağmen, özellikle geleneğin din olarak addedildiği, insanların zayıf, uydurma ve sahih hadisi ayırt edemediği, takvim yapraklarının dinî bilginin temelini oluşturduğu toplumlarda bidatlerin ve şirklerin yayılmasında uydurma ve zayıf rivayetlerin etkisi büyüktür. Günümüzde bundan daha tehlikeli olanı internet menşeli hadis bilgisidir. Özellikle son zamanlarda birçok Müslümanın kullandığı uydurma veya şiddetli zayıf hadisin kaynağı sorulduğunda: ‘İnternette okudum!’ cevabını alıyoruz. Oysa selefimizin buyurduğu gibi: “Bu iş dindir. Dininizi kimden aldığınıza dikkat ediniz!” (Müslim, Mukaddime; Muhammed bin Sirin’den rahimehullah.) uyarısınca dinimizi kimden öğrendiğimize dikkat edelim. Takvim yaprakları, internet sayfaları ve ilmî ehliyetinden emin olmadığımız insanların konuşma aralarında zikrettikleri rivayetlere ihtiyatla yaklaşmalıyız.

İlk nesil gibi Allah’ın ve Rasûlü’nün övgüsüne mazhar olanların arasında dahi sahabe, din adına yapılan rivayetlere ihtiyatla yaklaşırdı. Sahabenin âlimlerinden İbni Abbas radıyallahu anh şöyle der:

“Biz Allah Rasûlü’nden hadis rivayet ederdik. O zaman onun adına yalan söylenmezdi. İnsanlar uysal ve hırçın deveye binmeye başlayınca (yani hayırlı ve şerliler karışınca ya da insanlar her yola başvurunca) hadisi terk ettik.” (Müslim, Mukaddime)

Yine İmam Müslim rahimehullah Sahih’inin Mukaddime’sinde Ebu Zinad’dan rahimehullah şunu nakleder:

“Medine’de yüz kişi gördüm. Hepsi güvenilirdi ama onların hiçbirinden hadis alınmazdı. Denilirdi ki; bu işin ehlinden değillerdir.”

Sünnetleri ihya edip, bidatleri izale etmek isteyenlerin davete muhatap olan toplumlarda hadisin zayıf ve uydurma diye kısımlarının olduğu hassasiyetini geliştirmeleri gerekir. Aynı şekilde kaynaksız bilgi edinmeye karşı insanlarda hassasiyet oluşmasına yönelik eğitim vermeleri de icap eder. Özellikle asrın belası olan internet aracılığıyla bilgi edinme hususunda Allah Rasûlü’nün: “Kişiye yalan olarak, her duyduğunu aktarması yeter.” (Müslim, Mukaddime, 3) hadisinin bir usül olarak yerleştirilmesi gerekir. Kişinin dünyevi bir konuda dahi emin olmadığı, kulaktan duyma bilgilerle konuşması yasaklanmışken, Allah adına söz söyleme olan hadis rivayetinde bulunmak, çok daha tehlikelidir. Bunun hem kişiye hem de topluma yönelik zararları vardır.

3. Bidat Meselesinin Önemsenmesi

Bidatler mevzusu gündeme geldiğinde çoğu insanın: ‘Ümmetin bu kadar sıkıntısı varken bu meseleleri gündemleştirmeyin, asli meseleyi perdelediği için bu meseleleri gündeme getirenler; ümmete en büyük zararlar verenlerdir’ dediklerini işitiyoruz.

İlk etapta akla hitap eden bu yaklaşım, aslında ümmetin içinde bulunduğu hâlin müsebbibidir. Şöyle ki:

Allah subhanehu ve teâlâ İslam ümmetine izzeti, yardımı ve yeryüzünde temkini vadetmiştir. Ancak bu vaadini şartlara bağlamıştır. Bu şartlar yerine geldiğinde; Allah’ın vaadi tahakkuk edecektir. Bu şartlar nedir?

“Allah, sizlerden iman edip salih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri sahip ve hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiçbir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır.” (24/Nur, 55)

Allah bizlere halifelik, yeryüzünde temkin ve korkuların emniyete çevrilmesini vadetmiştir. Bunu da iman, salih amel ve sadece Allah’a ibadet edip hiçbir şeyi O’na ortak koşmama şartına bağlamıştır.

Bu şartlar arasında özellikle salih amel üzerinde durmak istiyoruz. Salih amel nedir?

Salih amel; sadece Allah için yapılan ve Rasûl’ün sallallahu aleyhi ve sellem sünnetine uygun olan ameldir. Geçen sayımızda amellerin kabul şartını anlatırken bu konuya değindik. Bir amelin makbul olup, Allah katında salih amel olabilmesi için; ihlas ve sünnete uygunluk şarttır. Yine sünnete uygun olmayan amellerin reddedildiğini beyan etmiştik.(Buhari, 5; Müslim, 17-18.)

Bugün ümmet, Allah’ın yardımına mazhar olmak bir yana; bölünmenin, zayıflığın ve zilletin her halini yaşıyorsa; bu, Allah’ın subhanehu ve teâlâ şartlarına riayet etmemesi nedeniyledir. İtikadi ve amelî olarak yaygınlaşan şirk ve bidatler, içinde yaşadığımız durumun sebepleri arasındadır. Şayet yardım ve temkinin sadece Allah’tan olduğuna inanıyorsak, öyleyse bu durumun şartlarını irdelemek ümmete zarar vermeyecek, içinde bulunduğu Tih’ten çıkışını kolaylaştıracaktır. Ümmetin içinde bulunduğu durumun asli sebeplerini konuşmak, ümmetin haline çözüm bulmak, samimiyetin gereğidir. Sahabe yeryüzünün doğusunu ve batısını fethettiklerinde sayı, askeri güç, teknoloji ve kültür yönünden savaştıkları insanlardan çok daha aşağıdaydılar. Yeryüzünün süper güçleri olan Roma ve Farslar onların kendileri gibi devletlere meydan okumasına ilk etapta şaşırmış, bu durumla istihza etmişlerdi. Ancak, tarih sayfaları üç beş yılı dürmeden İslam orduları karşısında zilleti ve hezimeti tattılar. Neden diye soracak olursak; sahabe Allah’ın yardımıyla onlarla savaşıyordu. Yardımın şartı olan şirksiz iman ve bidatsiz salih amel silahına sahiptirler. Bugün ümmete kan kusturan milletlerin çoğu; kendini İslam’a nispet edenlerden çok daha azdır. Buna rağmen yaşanan durum ortadadır. Ümmeti içinde bulunduğu Tih’ten kurtarmak isteyenler, grup fantazilerini, yönetimlerinin deneme yanılma esaslı çözümlerini bir kenara bırakmalıdırlar. Geçen yüzyılların acı tecrübesini tekrar yaşamanın anlamı yoktur. Yardım ve zafer kulağa hoş gelen, akla hitap eden cümlelerin süslediği programlarla elde edilmiyor. Allah’ın yardımı ancak şirksiz iman ve bidatsiz salih amellerle elde edilebilir. Bunun yolu da Tevhid ile Sünnet davasını, kendini İslam’a nispet edenler arasında yaymak, şirk ve bidatlere karşı hassasiyet geliştirmekle mümkündür.

Amelî olup, önemsenmeyen bidatlerin insanları nasıl savurduğuna dair bir örnek paylaşmak yerinde olacaktır.

İmam Darimi, Sünen’in Mukaddime’sinde Amr bin Seleme’den radıyallahu anh şu rivayeti aktarır:

“Biz Abdullah b. Mesud’un kapısında sabah namazından önce oturuyorduk. Ebu Musa El-Eş’ari geldi. ‘Ebu Abdurrahman (İbni Mesud) henüz çıkmadı mı?’ diye sordu. Bizler: ‘Hayır’ dedik. Ebu Abdurrahman çıkınca hep beraber yanına gittik. Ebu Musa: ‘Az önce mescidde bir şey gördüm. Daha önce hiç görmediğim bu şeyin hayırlı bir şey olduğunu düşünüyorum…’ Sonra anlatmaya başladı. ‘Mescidde halkalar hâlinde oturmuş, ellerinde taşlar olan ve başlarında bulunan birinin ‘Yüz defa tekbir getirin!’ demesiyle tekbir getiren insanlar gördüm. Aynı usülle yüzer defa Kelime-i Tevhid’i söylüyor ve Allah’ı tesbih ediyorlar.’ İbni Mesud: ‘Onlara ne dedin?’ dedi. Ebu Musa: ‘Sana danışmadan bir şey demedim’ diye karşılık verdi. ‘Onlara iyiliklerini değil, kötülüklerini saymalarını emretseydin!’ dedi ve mescide girdi. Biz de onunla beraber girdik. Halkalardan birinin yanına geldi ve dedi ki:

— Bu yaptığınız nedir?

— Ey Ebu Abdurrahman, zikirlerimizi saydığımız taşlardır.

— Kötülüklerinizi sayınız! Ben iyiliklerinizin zayi olmayacağını garanti ederim. Ey Muhammed ümmeti! Ne de çabuk helaka yöneldiniz. Allah Rasûlü’nün bedeni çürümeden, kullandığı kaplar kırılmadan ve ashabı henüz aranızdayken mi sapıtacaksınız? Nefsimi elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki, ya sizler Muhammed’in üzerinde olduğu yoldan daha hayırlı bir yol üzeresiniz, ya da sizler sapıklık kapısını açmaktasınız!!

— Vallahi, ey Ebu Abdurrahman, biz bu yaptığımızla hayrı elde etmekten başka bir şey kast etmedik.

— Hayrı amaçlayan nice insan ona ulaşamaz. Allah Rasûlü Kur’an okuyup da boğazlarından geçmeyecek (onu anlamayacak) insanlardan bahsetmişti. Zannım odur ki, onların çoğu sizdendir.”

Kıssayı rivayet eden Amr bin Seleme radıyallahu anh:

“Bu halkada bulunanların çoğunun Nehrevan gününde Haricilerin safında, bize karşı savaşanlar arasında gördüm” (Abdullah b. Mesud’un radıyallahu anh bu tavrı sünnete ittiba ve bidatlerin izalesi konusunda çalışanlar için faydalı hususlar içermektedir. Bunlardan bazıları şunlardır:

1. Ebu Musa El-Eş’ari radıyallahu anh kendinden daha bilgili olana durumu aktarmış ve ona danışmadan gördüğü şeyle ilgili müdahalede bulunmamıştır. Her biri Allah Rasûlü’nün yanında yetişse de; her birinin âlim olmadığını, meseleleri âlim olanlara danıştıklarını görüyoruz.

2. İbni Mesud radıyallahu anh bizlere usul öğretiyor. Bir şeyi Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem yapmamış ve sonradan gelenler yapmaya başlamışsa burada iki seçenek vardır. Ya sonradan gelenler Allah Rasûlü’nden daha doğru ve isabetli bir yol üzeredirler ya da Allah Rasûlü’nün haber verdiği: “Her yenilik bidat, her bidat sapıklıktır…” buyruğunca sapıtmışlardır. İman ehli birinci şıkkı söylemeyeceği için, geriye sadece tek şık kalmaktadır.

3. Hayır dilemekle hayra isabet etmek farklı şeylerdir. Kişinin niyeti hayır elde etmek olduğu gibi ameli de buna uygun olmalıdır. Yani hayra, sünnete muvafak olmalıdır.

4. Bidatler insanın sapıtmasında müessirdir. Amelî dahi olsa önü alınmayan bidat, akidede bir bidate sebep olabilir. Zikir hususunda Allah Rasûlü’nün sünnetinden sapıp, yeni metotlarla Allah’ı subhanehu ve teâlâ anmaya çalışanların bu bidati, onları Haricilerin saflarına sürüklemiş ve akidevî bir hâl ile neticelenmiştir.)

demiştir.

Ümmet arasında ameli bir bidat ortaya çıkıyor. Bu bidat, sahiplerini zamanla akidevi bir bidate sürüklüyor. İbadetle ilgili bir meselede sünnetten sapanlar, ümmeti bin dört yüz yıldır meşgul eden bir bidatin pençesine düşürüyorlar. Günümüzde de durum farklı değildir. Amelî bidatleri önemsemeyip sükût edenler, bu durumun Allah’ın subhanehu ve teâlâ yardımına engel olduğu gibi, sahiplerini itikadi bidatlere sevk ettiğini bilmiyor ya da bilmek istemiyorlar.

Bu başlık altında ele alınabilecek bir diğer konu; davet sahasında maslahat gözetilmesi ve insanlarla karşı karşıya gelmeme adına onların bidatlerine müsamaha gösterilmesidir. Özellikle son yüzyılda İhvan-ı Müslimin hareketinin davet ve hareket metoduyla ilgili kitaplarının yaygınlaşması, birçok dile tercüme edilmesi; bu anlayışın yayılmasını sağlamıştır. Onların çalışmalarına karşı Kur’an ve Sünnet’ten delillere dayanan ciddi çalışmalar yapılsa da, İslami cemaatler arasına pek rağbet görmemiştir.

Bunun başlıca iki nedeni olsa gerek.

İlki; İslami hareketin en büyük fitnesi, kitleselleşme ve tabana inme gayretidir. Maalesef son yüzyılda başarının ölçüsü kitleselleşmede kabul edildiğinden halkla karşı karşıya gelmemeye özen gösterilmektedir. Bu duruma; hikmet, maslahat, İslam’ın faydası, toplumun tedricilikle düzeltilmesi kılıfı eklenince, vicdanlar da susturulmuş ve Allah’tan bir beyyine üzere menhec belirlenmiştir(!).

İkincisi; İhvan’ın bidatleri meşrulaştırma merkezli çalışmalarına karşın Sünnet merkezli çalışma yapanlar; bidatleri ve bununla kandırılan halkı hedef alıp, bu bidatlerin asıl hamisi olan sistemlere sükût edince, çoğu yerde onları meşru yönetimler kabul edince şaibeli hâle gelmişlerdir. Kendileri şaibeli olanların çalışmaları da şaibeli görülmüş ve mücadeleyi esas alan yapılar tarafından terk edilmiştir.

Oysa İslam daveti, iki ana esas üzere kuruludur. Tevhid ve Sünnet. Kelime-i Tevhid’in özü de budur. İlah, yani mabud olarak Allah’ın birlenmesi, önder ve elçi olarak Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem birlenmesi… Doğal olarak bidatlerle mücadele, davetin temel esaslarından olmalıdır. Elbette bu konuda hikmetli davranmak, uygun altyapıyı muhataba sağlamak gereklidir. Ancak anlatılması ve öncelenmesi gerekeni yumuşak bir üslupla anlatmak başka bir şey; alternatif bidatler üretip hiç gündeme getirmemek başka bir şeydir. Hatta zamanla o bidatlere sahip çıkıp, daha fazla insanı kazanma yolu olarak görmek apayrı bir şeydir.

Bu metodu benimseyenler; Allah’ın subhanehu ve teâlâ emrettiği gibi hâllerini tefekkür edip, nefislerini ve menheclerini muhasebe etseler şu noktayı açıkça göreceklerdir. Kendi cemaatleri, önder kabul ettikleri insanlar ve değerleri hakkında en basit bir duruma tahammül edemiyor, sözlü veya fiilî olarak bunun izalesine çalışıyorlar. Çoğu zaman böyle yapan insanlara husumet besliyorlar. Bidat ise Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem hakkının çiğnenmesi, onun sınırlarının aşılmasıdır. Acaba gönüllerde Allah Rasûlü’nün hakkına karşı olan genişlik, cemaatlerine gelince neden bulunmuyor? Ya da Allah’a şirk koşulduğunda merhamet duyguları depreşenler, nefisleri ya da cemaatleri hakkında konuşanlara aynı merhameti göstermiyorlar? Sadece bu noktayı esas alıp düşünecek olsalar, Allah’ın hakkı olan Tevhid ve Rasûl’ün sallallahu aleyhi ve sellem hakkı olan Sünnet hususunda şeytanın kendilerini ele geçirdiğini ve ölçüleri ters yüz ettiğini göreceklerdir.

Allah subhanehu ve teâlâ bizleri hidayet ettikten sonra saptırmasın. Katından bir rahmetle bizlere muamelede bulunsun. Şüphesiz O, bağışı bol olandır.

4. Hakkın Ölçüsünü Yitirmesi

İslam’da bir şeyin hak olmasının tek bir ölçüsü vardır. El-Hak olan Rabbimizin kitabına veya O’nun elçisi Muhammed Mustafa’nın sallallahu aleyhi ve sellem sünnetine uymasıdır. Bu iki asla uygun olan her şey hak, bunlara uymayanlarsa kimden sadır olursa olsun batıldır.

Kitaba ve sünnete uymayan bir ameli işleyenin ünvanı, toplumdaki kabul derecesi ve konumu ne olursa olsun reddedilir. Hiç kimsenin hakkı El-Hak olan Rabbimizin hakkından, hatırı da hakkın hatırından üstün değildir.

Teorik olarak herkesin muvafakat ettiği bu hakikat, pratik söz konusu olunca çiğneniyor maalesef. Kabul edilmiş ve salih olduğuna inanılan insanların Kur’an ve Sünnet’e uymayan söz ve eylemleri, onların hatırını korumak adına meşrulaştırılıyor. Bu da bidatlerin ve dinde yeniliklerin önünü açıyor.

İlginç olan Kur’an’ın bu hastalığa dikkat çekmesi ve bizden öncekilerin ‘halkın hakkını, hakkın hakkından üstün tutma’ sebebiyle saptıklarını beyan etmesidir.

“İsrailoğulları’nı denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: ‘Ey Musa! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim için bir ilah yap!’ dediler. Musa: ‘Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz’ dedi.” (7/A’raf, 138)

Musa’nın aleyhisselam kavminin Allah’ın dışında ilah edinmeleri; gördükleri bir kavmin davranışını hakkın ölçüsüne vurmadan kabul etmelerindendir. Yine onların Allah’a çocuk nispet etmeleri de böyledir. Onlar, kâfirlerin sözünü taklit etmiş ve bu sapıklığa düşmüşlerdir.

“Yahudiler: ‘Uzeyr Allah’ın oğludur’ dediler. Hristiyanlar da: ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur’ dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan batıla) döndürülüyorlar!” (9/Tevbe, 30)

Mekkeli müşriklerin tevhid davetini reddetmelerinin temelinde de aynı saik vardır. Onlar, faziletli olduklarına inandıkları babalarının, yanlış yapmayacağını düşündüklerinden şirkte ısrar etmiş, babalarını İbrahim’in aleyhisselam diniyle değil; İbrahim’in dinini babalarıyla ölçmüşlerdir.

Aynı şekilde Hicaz’a şirkin girmesi, İbrahim’in dininin bozulması da onların din adamları olan Amr bin Luhay’ın davranışlarını hakkın ölçüsüne vurmadan, ‘O âlimdir, saygın bir zattır, yanlış yapmaz..!’ mantığıyla kabul etmeleri sonucunda olmuştur.(Amr bin Luhay için bkz: Buhari, 3520-3521, 1212; Müslim, 2856.)

Diyebiliriz ki; şirkin ve bidatlerin yayılmasında sebeplerden biri de değerli olduğuna inanılan zatların söz ve davranışlarının vahye tabi kılınmadan, hüsn-ü zanla kabul edilmesidir. Zamanla inkâr edilmeyen bu söz ve davranışlar dinden addedilip meşrulaşmış oluyor.

Özellikle bidatlerin iki kısma ayrılıp; ‘Bidat-ı Hasene ve Seyyie’ diye isimlendirilmesini bu babdan ele alabiliriz. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: “Her bir yenilik bidat, her bidat sapıklıktır…” demesine rağmen böyle bir taksimatın kabul edilmesi, hakkın ölçüsünü yitirmekten başka bir şey değildir. Bu ayrımı yapan ilim adamlarının faziletine olan inanç, onların naslara açıkça muhalif bu taksimini ‘Koca âlim yanlış mı yapar?’ mantığıyla kabul ettirmiştir.

Oysa kim olursa olsun; herkes vahyin ölçüsüne tabidir. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem dahi Allah’ın emirlerine muhalefet etme hakkı yokken, kim nasların kontrolünün dışına çıkabilir? Allah Rasûlü müşrikleri İslam’a davet ederken, Allah’ın subhanehu ve teâlâ ona emri olan sabrın dışına çıkmış, onların tekliflerinden bazısını, onları İslam’a kazandırmak adına düşünmeye başlamıştı. Allah’a muhalefet etmeyip, sadece böyle bir düşünceyi aklından geçirmesi onu şu ayetlere muhatap kılmıştı:

“Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerdeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse onlara birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” (17/İsra, 73-75)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: “Tüm yenilikler bidat, tüm bidatler sapıklıktır…” dedikten sonra, bidati ikiye ayırıp, bir kısmının sapıklık olmadığının ilan edilmesi hatadır. Bir âlimin hatırını korumak adına, Allah Rasûlü’nün hakkını ihlal etmektir. Bidatleri meşrulaştırmak dinî olmadığı gibi, akli de değildir. Ve maalesef günümüzde bidatlerin yaygınlaşma nedenlerinin başında bazı âlimlerin bu ayrımı yapmaları veya bazı bidatçilerin ‘O bilmiyor muydu?’ yaklaşımını benimsemesidir.

5. Bidat Ehline Tavır Almama

Bidatlerin ortaya çıkma ve yayılma nedenlerinden biri de bidat ehline karşı İslam’ın emri olan tavrın alınmamasıdır. Sünneti koruyup, bidatlerle mücadelede İslam’ın yolu; bidate ve ehline tavır almaktır.

Allah subhanehu ve teâlâ şöyle buyurur:

“Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma.” (6/En’am, 68)

‘…Bu ayette murad, İslam ümmetinin her bir ferdidir. Allah onlara, ayetlerini tahrif eden, manası dışında yorumlayanlarla (ayetleri yerli yerine koymayan) oturmamalarını emreder. Şayet onlardan biri unutarak böyle bir toplulukla oturursa hatırladıktan sonra kalkmalarını emreder.’ (İbni Kesir, ilgili ayet tefsirinden.)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Allah’ın benden önce herhangi bir ümmete yolladığı hiçbir Peygamber yoktur ki, mutlaka onun ashabı ve havarileri vardır. Peygamberin sünnetini alır, onun yoluna uyarlar. Onlardan sonra bir topluluk gelir. Yapmadıklarını söyler, emrolunmadıklarını yaparlar. Kim onlarla eliyle mücadele ederse mümindir. Kim onlarla diliyle mücadele ederse mümindir. Kim onlarla kalbiyle mücadele ederse mümindir. Bunun gerisinde hardal tanesi kadar iman yoktur.”

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem tüm ümmetler üzerinde Allah’ın subhanehu ve teâlâ değişmez sünnetini haber vermiştir. Rasûller vefat edince ümmetleri iki gruba ayrılır. Rasûllerin sünnetine tabi olanlar ve onların sünnetlerini terk edip emrolunmadıkları şeyleri yapanlar…

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, sünnet ehlinin bu insanlarla mücadelesinin imanın gereği olduğuna vurgu yapıyor. Bunlarla mücadeleyi terk edenlerde ise hardal tanesi kadar da olsa iman olmadığını söylüyor. Bugün bırakalım bunlarla mücadeleyi terk etmeyi, bunları meşrulaştıran insanlar olduğuna esefle şahitlik ediyoruz. Kitabın ve sünnetin terbiyesinde yetişen selefimiz de bu konuda hassas davranırdı. Amelî veya itikadi bidatlere tepki gösterir, yapanlara tavır alırlardı.

Bir önceki başlıkta Abdullah b. Mesud’un radıyallahu anh mescidde oturup zikir yapan bir halkaya gösterdiği tepkiyi görmüştük. Allah Rasûlü’nün yapmadığı bir uygulamayı yapanlara “…Ya sizler Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem üzerinde olduğu yoldan daha hayırlı bir yol üzeresiniz ya da sapıklık kapılarını açmaktasınız!” diyerek tepki göstermişti.

İbni Abbas radıyallahu anh şöyle tavsiyede bulunur:

“Heva ehliyle (itikadi bidat sahipleri kastedilir genelde) oturmayınız. Çünkü onlarla oturmak kalbe hastalık verir.”

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Özellikle Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem emirlerine itaat ve nehiylerinden kaçınma bölümünde ashabın tepkilerine dair örnekler vermiştik.

Günümüzde itikadi ve amelî bidatlere ve bu bidatlerin ashabına tavır almayanların, kısım kısım olduğunu görüyoruz.

Birinci grup: Kendileri de bidat ehli olduklarından, bidatler hususunda hassasiyetleri olmayanlar…

İkinci grup: ‘Bizim tabanımız cami cemaatidir. Onlarla karşı karşıya gelmeden, onların tepkisini çekmeden, zamanla bidatleri onların hayatından çıkarmalıyız!’ deyip, geçen yıllar içinde cami cemaatini dönüştüremedikleri gibi, tüm İslami iddialarını kaybedip kendileri cami cemaati olan insanlar…

Üçüncü grup: ‘Bizler cahiliyenin en tehlikeli dönemini yaşıyoruz. Modern cahiliye hayatın her alanına sirayet edip, toplumun İslam’la tüm bağlarını koparıyor. Davete muhatap olan insanların geleneksel de olsa İslam’la bağlarının devamı, modern saldırıyla beraber bu bağın kopmasından iyidir’ diyenler. Bu kesim; toplumu dönüştürme iddiasında olmayan, toplumda İslami değerlerin(!) yaşamasını faydalı görenlerdir. Şaşılası şey; Ehli Sünnet’in bidatler hususundaki usulüne vakıf olan, hatta bunları benimseyen insanların böyle bir düşünceye sahip olmasıdır.

Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem terbiyesinde yetişen sünnet imamları böyle bir yaklaşımı reddetmişlerdir.

Abdullah b. Mesud radıyallahu anh:

“Az sünnetle amel etmek, çok bidatle amelden daha hayırlıdır” (Darimi, 217) demiştir. Bu söz Ebu’d Derdâ, Ubey bin Ka’b radıyallahu anhuma ve birçok tabiin imamından nakledilmiştir.

Seleften biri kendi nefsine şöyle hitap ederdi:

‘Ey Sellam! Senin sünnet üzere uyuyor olman, bidat üzere ibadet etmenden daha hayırlıdır.’ (El-İbane)

Bir sonraki konuda işleyeceğimiz gibi; bidatlerin, sahibine dünyevi ve uhrevi zararları vardır. Geçen sayfalarda bunlardan birini gördük. Amelî olarak Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem sünnetini zikir konusunda çiğneyenler, daha sonra Haricilerin saflarına katıldılar.

Yunan filozoflarının kitapları terceme edildiğinde, uyarılara kulak asmayıp bu kitaplarla iştigal edenler; ahir ömürlerini şek, şüphe ve şaşkınlıkla geçirdiler. Bidatler İsa aleyhisselam ümmetini ne hâle getirdi… Fasık ve facir ümmet olmaları; onların ruhbanlık uydurup, oradan ‘İsa Allah’ın oğludur!’ inancına varmalarından elbette daha hayırlı olacaktı. Çünkü bidatler İslami bir toplum meydana getirmez. Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği, insanların ve babalarının isimlendirmesinden ibaret bir toplum oluşturulabilir ancak. Bidatler; toplumun İslam’la bağını da korumaz. Her geçen gün İslam’dan uzaklaşan ve bu durumlarını dinle izah eden topluluklar oluştururlar.

Evet diyebiliriz ki; bidatleri izale edip sünnetleri ihya etmek isteyenler, ilk olarak bidatleri ortaya çıkaran sebepleri sorgulamalı ve bu sebepleri kaldırmak için çabalamalıdırlar.

Rabbim bizleri sünnet üzere olan, bidatlerden uzak duran toplılıkl eylesin

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver