Alimlerin Söz ve Eserlerine Yaklaşımımız Nasıl Olmalıdır?

Allah’ın adıyla.

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatuhu,

Her bir kardeşimin afiyet içinde olmasını temenni ediyor, sizin için Rabbimden hayır ve rahmet niyaz ediyorum. Yüce Allah’ın lütfu ve inayetiyle ben iyiyim ve bu ay da sizlerle buluşmama fırsat verdiği için O’na (cc) minnettarım. Zira biliyorum ki; içinde bulunduğumuz şartlarda dine hizmet ve Tevhid Davası’na katkı O’nun (cc) en büyük nimetlerindendir. Hamd, şükür ve minnet O’nadır (cc). 

Bu ay ilmî kitaplar ve İslam âlimlerine dair sorulmuş iki soruya cevap hazırladım. Onlarca farklı nakli ve aynı kitabın birden fazla baskısını incelemem gerekti. Allah (cc) emeklerinin karşılığını versin; ilim talebesi kardeşlerimin yardımıyla nakillerin derlenmesi ve kaynak tevsiki kısmını bitirdim. Dışarıda olan biri için yarım günlük bir uğraş; söz konusu zindan ve zindan içindeki bürokrasi ve bürokrasi içindeki keyfî uygulamalar ve keyfî uygulamalar içindeki tipe özel kısıtlamalar olunca haftalara bazen de aylara yayılabiliyor

Bu iki sorunun cevabı her ne kadar ilim talebelerine yönelik olsa da, her birimize bakan bir yönü olduğu da muhakkak. Çünkü okuyoruz, öğrenmeye çalışıyoruz, kitap karıştırıyoruz… Bu ilmi bize nakledenler ve yazıya dökenler bizden daha değerli olsa da netice itibarıyla insandı. Bu sayıdaki amacımız; Kur’ân’a ve sünnete aykırı bir durum gördüğümüzde veya genel İslami ilkeler ile bağdaşmayan bir üslupla karşılaştığımızda nasıl bir yol izleneceğini açıklamak. Açıklamaya geçmeden önce; vahyin öğretilerine aykırı gördüğümüz ve bugün yaygın olarak kullanılan “geçmişe dönük” hatalı uygulamalara değineceğiz.

Yokmuş gibi davranmak: Bir kesim, geçmişten gelen ve ayıklanması gereken yanlışlar yokmuş gibi davranıyor. İtikadi, amelî ve ahlaki yanlışlar karşısında kör/sağır bir tavır takınıyor.

Kutsamak ve savunmak: Bir kesim, geçmişe ait olan her şeyi kutsuyor, savunuyor. Öyle ki vahye aykırı nakiller için zorlama tevillerle vahiyden dayanak buluyor; bulamadığı yerlerde keşf vb. Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği kavramlara sığınıyor.

Geçmişi reddetmek: Bir kesim ise geçmişin hatalarını gündemleştirip geçmişi bir bütün olarak reddediyor, yok sayıyor.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da ölçümüz vahiydir, vahiy olmalıdır. Vahiy, geçmişi bir bütün olarak kabullenip kutsamayı da; bazı hatalar nedeniyle tüm geçmişi reddetmeyi de kabul etmez. Yanlışlar karşısında tarafsız, sessiz kalmanın da vahiyde karşılığı yoktur. İyiliği emretmek, kötülükten nehyetmek, adil şahitler olmak; elle, dille ve kalple mücadele etmek üzere kurulmuş bir dinde karşılık bulması da mümkün değildir.

Vahiy, geçmişi, doğruları ve yanlışlarıyla iyisi ve kötüsüyle önümüze koyar. İyiliğin iyilik olduğuna kötülüğün de kötülük olduğuna şahitlik eder. Vahiy bize Musa’nın (as) kıssasını anlatır. Onun (as) sabrını, destansı mücadelesini, çektiği çileler karşısında Allah’a olan güvenini… bize örnek gösterir. Ancak bunun yanında onun (as) bir insan öldürüp tevbeyle Allah’a (cc) yöneldiğini, “Firavun’a git…”[1] emri karşısında ilk etapta korktuğunu, sihirbazların sihri karşısında endişe yaşadığını, meselelerin iç yüzünü bilmeden kardeşi Harun’un (as) saçını sakalını çekiştirdiğini de haber verir.[2] O (as), bir bütün olarak Musa Peygamber’dir ve tüm yaşantısıyla bizim için hidayet imamıdır. Onun (as) bir resûl olması yukarıda mezkûr şeyleri yaşamasına engel olmadığı gibi; yaşadığı olaylar onun risaletine de gölge düşürmemiştir. Eksiklikten, hatadan ve kusurdan münezzeh olmak yüce Allah’a (cc) ait bir sıfattır. 

Vahiy bu üslubu tüm resûller için kullanmıştır. Tüm insanlığa usve-i hasene olarak gösterilen Allah Resûlü (sav), aynı zamanda yer yer uyarılmıştır. Bedir esirleri hakkındaki tutumu, kör bir sahabiyle ilgilenmemesi, müşriklerin bazı tekliflerini İslam’ın ve Müslimlerin maslahatı için “Acaba olabilir mi?” diye düşünmesi ve akabinde aldığı uyarılar hepimizin bildiği örneklerdir.[3] Allah Resûlü’nün (sav) bazı vakalarda uyarılmış olması onun (sav) örnekliğine gölge düşürmediği gibi; örnek bir hidayet rehberi olması da Allah (cc) tarafından uyarılmasına engel olmamıştır.

Vahyin bu tasarrufundan yola çıkarak diyebiliriz ki; geçmiş bütünüyle bizimdir. Onda bazı hataların yapılmış olması onu tamamen reddetmeyi gerektirmediği gibi; hiç yanlış yokmuş gibi davranmak veya geçmişi yanlışlarıyla kutsamak da gerekmez. Vahiy, geçmişi değerlendirmemizde temel ölçüdür. Ona uyan bizimdir; ona uymayan yanlıştır.

Şimdi bu kaideyi tatbik ederek iki büyük âlimin kitaplarına dair soruya cevap vermeye gayret edelim. Çaba bizden, başarı Allah’tandır (cc).

Soru: Hocam! Kadı Ebu Bekr İbnu’l Arabi’nin “el-Avasım mine’l Kavasım” kitabını okudunuz mu? Şayet okuduysanız kitap hakkındaki düşüncelerinizi benimle paylaşır mısınız?

Kadı Ebu Bekr İbnu’l Arabi (rh) hicri 467-543 yılları arasında yaşamış, Maliki Mezhebi’ne müntesip, birçok ilimde faydalı eserler vermiş bir İslam âlimidir. Bu eserlerin meşhur olanları, Kur’ân’daki ahkam ayetlerini tefsir ettiği “Ahkamu’l Kur’ân” ve Sünen-i Tirmizi’yi şerh ettiği “Aridetu’l Ehvezi” isimli kitaplarıdır. Şüphesiz ki tüm kitapları arasından en meşhur olanı da sormuş olduğunuz “el-Avasım mine’l Kavasım” kitabıdır.

İsminden de anlaşılacağı gibi İbnu’l Arabi bu kitapta, İslam ümmetinin belini kıran, itikadi ve amelî felaketlere sebep olan hususları zikretmiş (kavasım); daha sonra bunlardan korunma yollarını (avasım) göstermiştir. Hemen belirtmeliyim ki İbnu’l Arabi (rh) gibi bir âlimin böyle bir kitap yazmış olması çok değerlidir. Zira İslami ilimlerde bu denli uzman/yetkin bir âlim, yazdığı kitapla yaşadığı çağa[4] tanıklık etmiş ve bizlere o günleri anlamamız için bir portre sunmuştur.

Kitapta İslam’a zarar verdiğine inandığı dört sınıfı ele almış, onların batıl düşüncelerini zikretmiş, onlara akli ve naklî delillerle cevap vermiş, onlarla mücadele edecek ilim talebelerine münazara usulüne dair yol göstermiştir. Tenkit ettiği gruplar Bâtıniler, filozoflar, Zahirîler ve özelde Şia olmak üzere sahabe döneminde yaşanan fitneleri öne sürüp ashabı -ve Emeviler’i- eleştiren kimselerdir.

Mezkûr konularda araştırma yapan ilim talebeleri; el-Avasım kitabını okumalı, kitaptan istifade etmelidir. Sizin sorunuz münasebetiyle ben, uzun yıllar sonra kitabı ikinci defa inceleme fırsatı buldum. Allah (cc) ecrinizi versin. Bu inceleme esnasında üç konu dikkatimi çekti. Bu üç meseleyi sizinle paylaşacak, daha sonra genel tavsiyelerde bulunacağım.

a. Kadı İbnu’l Arabi diyor ki; “… Bağdat’ta güvendiğim şeyhlerimden biri bana şöyle haber verdi: ‘Ebu Ya’la Muhammed b. Ferra -ki o Bağdat’ta bulunan Hanbelilerin reisidir- Allah’ın sıfatları hakkında şöyle derdi: ‘Allah hakkında varid olan sıfat naslarının zahirinden beni neyle ilzam ederseniz kabul ederim. Yalnızca avret ve sakalı kabul etmem.’ İş öyle bir noktaya geldi ki şöyle demeye başladılar: ‘Allah’ı tanımak isteyen dönüp nefsine baksın…’ “[5]

Özetle ve mealen tercümesini verdiğim bu bölümde İbnu’l Arabi, Ebu Ya’la’yı (rh) teşbih/tecsim akidesiyle töhmet etmiş, teşbihi/tecsimi küfür kabul ettiği için de küfür akidesiyle suçlamıştır. Ebu Ya’la’nın konu hakkında yazdıklarını nakletmek yerine, Bağdatlı bir şeyhin şifahi şahitliğine istinat etmiştir. Malumdur ki; Bağdat, tevil karşıtı Hanbelilerle tevil yandaşı Eş’arilerin çatıştığı bir yerdir. Tarihçiler, sonu ölümle biten birçok Hanbeli ve Eş’ari kavgası nakletmiştir. Bunlar öyle büyük kavgalardır ki şehir merkezi günlerce kaos yaşamış, insanlar evlerinden çıkamamıştır. Çoğu zaman devletin müdahalesiyle ve kolluk gücü zoruyla kavgalar yatıştırılmıştır. Tarih kitaplarının hicri 5 ve 6. asrı anlatan bölümleri bu üzücü hadiselerle doludur. Hâliyle birbirine bu denli düşman iki fırkadan birinin, öteki aleyhinde şahitliğini alıp bunun üzerine sayfalarca tenkit yazmak ilmî duyarlılıktan ve adil şahitlik ahlakından uzaktır. Ki bu, Ebu Ya’la özelinde bir topluluğu dolaylı olarak suçlamaktır.

Kaldı ki “Tabakatu’l Hanabile” kitabında Ebu Ya’la’nın (rh), sıfatların zahirini Allah’a (cc) nispet edenin kâfir olacağına dair görüşü nakledilmiştir.

Kadı Ebu Ya’la’nın oğlu İbni Ebi Ya’la, Tabakatu’l Hanabile eserinde der ki:

“Babam şöyle derdi: ‘Allah’ın cisimler gibi bir cisim olduğuna itikad eden, cisimlerin hakikatinde/özünde olan ‘bir şeye ısınma’ ve ‘bir yerden bir yere intikal etme’yi Allah’a nispet eden kâfirdir. Çünkü o, Allah’ı tanımayan bir kimsedir. Çünkü Allah’a bu sıfatları yakıştırmak mümkün değildir. Kişinin, Allah’ı tanımadığı zaman kâfir olması gerekli olur.’ “[6]

Ki bu, yalnızca Ebu Ya’la’nın değil, sıfatlar hususunda tevil metodunu reddeden tüm selef ulemasının görüşüdür. Onlar naslarda varid olan sıfatları kabul eder, ancak muhaliflerin onları ilzam ettiği anlamları reddederler. Örneğin, “Allah’ın eli” ifadesini olduğu gibi kabul eder ve “Allah (cc) nefsine el nispet ediyorsa O’nun (cc) eli vardır. Buna iman eder ve teslim oluruz.” derler. Ancak muhaliflerin “El için ete, kemiği, kana… ihtiyaç vardır. Bunları kabul ediyor musunuz?” tarzı sorularını safsata olarak değerlendirir ve “Hiçbir şey Allah’ın dengi/misli/benzeri değildir.” ve “Hiçbir şey Allah’a kıyas edilmez.” ve “Allah’ın sıfatlarının keyfiyetini bilmeyiz, yalnızca inanır ve teslim oluruz.” vb. Kur’ân ve sünnetten alınmış kaideler zikrederler. Derler ki; “Nasıl ki Allah’ın görme sıfatına inanmamız (El-Basîr) O’na (cc) göz nispet etmek anlamına gelmiyorsa; O’nun (cc) eli olduğuna inanmamız da O’na (cc) et/kan/kemik/cisim nispet etmek anlamına gelmez. O’nun (cc) görmesi kendi şanına layık olduğu gibi eli de O’nun (cc) şanına layıktır; dengi, misli, benzeri yoktur. Allah’ın sıfatlarını cisim olarak görmek veya beşerî sıfatlara benzetmek küfürdür, şirktir.” 

b. İbnu’l Arabi (rh) Zahirî Mezhebi ve İbni Hazm (rh) hakkında ağır sözler söylemiş, itidalin dışına çıkmıştır. Ki bugün İbni Hazm (rh) hakkında var olan olumsuz kanaatte İbnu’l Arabi’nin (rh) büyük payı vardır. İkisi aynı dönemde yaşadıkları için İbni Hazm hakkında ilk olumsuz/menfi kayıt düşenlerden biri İbnu’l Arabi’dir (rh). Bazı töhmetleri şunlardır:

“Ahmak/Değersiz bir topluluktur.”[7]

“Allah’ın dinine o dinde olmayan şeyler nispet eder.”[8]

“Âlimlerden nefret ettirmek için söylemedikleri sözleri onlara nispet eder.”[9]

“Yöneticiler onu korurdu. Bunun nedeni onlara şirk ve bidat içerikli şüpheler getirirdi (onları etkisi altına alırdı).”[10]

Görüldüğü gibi İbnu’l Arabi; başta İbni Hazm olmak üzere Zahirîlik Mezhebi’ni inançlarında, dinlerinde, ahlaklarında ve ilmî yeterliliklerinde töhmet altında bırakmıştır. İnsan bu sözlere bakınca hadis âlimlerinin “Aynı dönemde yaşayanların birbirleri hakkında söylediklerine itibar edilmez.” minvalindeki sözlerini daha iyi anlıyor. Zira aynı dönemde yaşayanlar haset, rekabet ve benzeri şahsi sebepler nedeniyle birbirleri hakkında haddi aşabiliyor, sorunları abartılı bir dille nakledebiliyorlar. Yeryüzünün en seçkin topluluğu olan sahabelerin dahi Cemel ve Sıffin vakalarında birbirine kılıç çekip savaştığı düşünüldüğünde; aynı dönemde yaşayan insanların karşılıklı eleştiri ve kanaatlerine temkinli yaklaşmanın zarureti daha iyi anlaşılıyor.

Şüphe yok ki İbni Hazm (rh), İslam tarihinin en tartışmalı âlimlerinden biridir. Kıyası reddetmesi ve bunun sonucu olarak nasların zahirine yapışarak ilginç fetvalar vermesi, onun ve görüşlerinin her dönem gündeme gelmesine sebep olmuştur. Ancak kimi İslam âlimleri, onun hakkında itidalli davranmış kimisi de İbnu’l Arabi’de (rh) olduğu gibi itidal sınırlarının dışına çıkmıştır.

Zehebi (rh) şöyle der: “Şüphesiz ki o (İbni Hazm) İslami ilimlerde baştır; naklî ilimlerde deryadır; naslar hususundaki katılığıyla beraber (naklî ilimlerde) benzeri yoktur… Âlimlere hitap ederken edebe riayet etmedi. Bilakis pervasızca ifadeler kullandı. Sövdü, kesip attı. Cezası da amelinin cinsinden oldu; âlimlerden bir grup kitaplarından yüz çevirdi… Kadı Ebu Bekr İbnu’l Arabi, el-Avasım kitabında İbni Hazm ve Zahirîlik hakkında kıymet düşürücü şeyler söyledi… (İbni Hazm hakkındaki yukarıda zikrettiğimiz olumsuz düşünceleri aktardıktan sonra der ki:) İbnu’l Arabi tenkitlerinde insaflı davranmamış, sözlerinde adaletli olamamıştır. Onu küçümserken mübalağa etmiştir. Oysa İbnu’l Arabi ilimdeki büyüklüğüne rağmen İbni Hazm’ın (ilmî) mertebesine ulaşmamış, (dahası) yaklaşmamıştır da…”[11]

İbni Abdu’l Hadi (rh) şöyle der: “İbni Hazm ilmin denizlerindendir. Diğer imamlara muvafakat ettiği çok güzel ilmî tercihleri olmuştur. (Bunun yanında) usulde ve füruda tek kaldığı tercihleri olmuştur; ki bu tercihlerin tamamı (!) hatalıdır. O, hadisleri sahih ve zayıf görmede ve ravilerin hâlleri konusunda çokça vehim/hata sahibidir. Kadı İbnu’l Arabi ve Ebu Bekr b. Mufevviz onun hakkında konuşmuştur. Bazısı onun kıymetini düşürme konusunda abartıya kaçmıştır. (İbnu’l Arabi’nin yukarıda zikredilen olumsuz düşüncelerini aktardıktan sonra der ki:) Bu görüşlerde sorun vardır/üzerinde düşünülmelidir… Allah (cc) insafı sever… Ben, İbni Hazm’ın ‘el-Milel ve’l Nihel’ kitabının büyük bir kısmını inceledim. Çok ilginç nakiller ve görüşler zikrettiğini gördüm; ki bu, yazarın güçlü bir zekaya ve geniş bir araştırmaya sahip olduğunu gösterir. (Okumalarım neticesinde) açığa çıktı ki; o (isim ve sıfat konusunda) tam bir Cehmi’dir. Allah’ın güzel isimlerinin birçoğunun manasını kabul etmez… (Çünkü o,) çocukluğunda mantık ve felsefeyle uğraşmıştır… Bu sebeple de zihninde batıl manalar oluşmuştur…”[12]

İbni Teymiyye (rh) şöyle der: “İbni Hazm’ın; ilminin çokluğu, ilimde bir derya olması ve (meselelere dair) getirdiği büyük faydalar yanında, şaşılacak derecede şaz ve münker sözleri vardır…”[13]

İbni Kayyım (rh) der ki: “… (Zahirîler) nasları önemsemeleri, desteklemeleri ve (nassa bağlılığı) muhafazalarında; rey, kıyas ve taklit (de dâhil hiçbir şeyi) nassın önüne geçirmemelerinde; batıl kıyası reddetmelerinde, (batıl kıyas) ehlinin çelişkilerini açıklamalarında, kıyası alıp ondan daha evla olanı terk ettiklerini ispatlamalarında güzel bir yol tutmuşlardır. (Bununla birlikte) dört yönden hataya düşmüşlerdir:

(Şartlarını toplayan) sahih kıyası reddetmeleri… Özellikle de illetine nas kılınan kıyası…

Nasları anlamadaki kusurları… Onlar nassın delaletini zahirî anlamla sınırladıklarından nassın tenbih, ima, muhatapların örfüne işaretle verdiği (yan) anlamları anlamamışlardır.

İstishab kuralını hak ettiğinden daha üst bir mertebede tutmaları…

Müslimlerin aralarında yaptıkları akitlerin ve (belirledikleri) şartların batıl olduğuna inanmaları, yalnızca nasla sabit olanları geçerli saymaları…”[14]

Yukarıda insaf örneği sergileyen âlimlerin sözlerini okuduk. Onlar bir yandan İbni Hazm (ve Zahirî usulünün) yanlışlarını tespit edip açıklamış, diğer yandan da İbni Hazm’ın ilmî yetkinliği ve şeriata olan bağlılığını övmüşlerdir. Maalesef bu hassasiyet sonraki dönemlerde kaybolmuş ve birçok fıkıh kitabında karşılaştığımız “Zahirîlerin görüşüne itibar edilmez.” veya “Her ne kadar Zahirîler farklı görüş belirtse de bu icmadır; zira fıkhi konularda Zahirîlerin görüşüne itibar edilmez.” tarzında Kadı Ebu Bekr İbnu’l Arabi çizgisi yaygınlık kazanmıştır.[15]

c. El-Avasım mine’l Kavasım kitabında dikkat çekeceğimiz üçüncü mesele, onun, sahabe döneminde yaşanan fitnelere yaklaşımıdır. Genel anlamda birçok meseleyi tahkik ettiği kitabın son bölümünde, güzel bir ilim ve tahkik örneği sergilemiş; meseleleri Kur’ân’ın değişmez kaidesi ışığında açıklamıştır.

“(Muhacir ve Ensar’dan) sonra gelenler derler ki: ‘Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz! Şüphesiz ki sen, (şefkatli olan) Raûf ve (kullarına karşı merhametli olan) Rahîm’sin.’ “[16]

Ancak söz konusu Emeviler -hususen Yezid- olunca; ilginç şeyler söylemiş, tarihî hakikatleri ters yüz etmiştir. Yezid’in Hüseyin’in (ra) şehadetinde parmağı olmadığını, dahası bunu duyunca üzüntü duyduğunu, Hüseyin’i (ra) şehit edenlerin, Allah Resûlü’nün (sav) şu sözünü tevil ederek onu katlettiklerini söylemiştir:

“Bu ümmet birlik hâlindeyken onu bölmek isteyen kim olursa olsun, boynunu vurun.”[17]

Böylece Yezid, İslam ümmetini birleştiren; Hüseyin (ra), ümmeti bölen olmuştur! Bu mantığı anlamak, anlamlandırmak mümkün değildir.

Zalim sultanın karşısında hakkı söylemeyi cihad sayan;[18] bu uğurda öldürülmeyi şehitlik kabul eden; yalancı ve zalim sultanları doğrulayıp onlara yardımcı olanın Allah Resûlü’nden berî olduğunu söyleyen[19] bir dinde böyle bir tevilin/anlayışın kabul görmesi gerçekten ilginçtir!

İbnu’l Arabi’nin, sahabenin büyüklerinin Hüseyin’i (ra) çıktığı yoldan alıkoymaya çalışmasını zikretmesi ise ilkinden daha ilginçtir. Zira ashabın büyükleri Yezid’i meşru halife gördüğünden değil; Kufelilere güvenilmeyeceğinden ve Hüseyin’in (ra) Yezid’le mücadele edecek gücü olmadığından onu uyarmıştır. Kaldı ki; Yezid’e karşı ayaklanmamaları onun meşruiyetinden değil, bir zalim olarak mülk için yapacaklarını tahmin ettiklerinden ve bu münkeri izale edecek gücü bulamamalarındandır. Onların bu tutumundan Yezid’e meşruiyyet çıkarma çabası rahatsız edicidir. Hilafeti saltanata çevirerek İslam’da cahilî anlayışı dirilten[20] ve ümmeti helak eden[21] Umeyyeoğulları yerine, zulüm karşısında vazifesini yapmış Hüseyin’i (ra) anlamaya çalışsa bizler için daha hayırlı olurdu. Zira Umeyyeoğulları’nı savunmak adına yapılan saltanat savunması yüzünden; asırlardır zulüm ve istibdat âdeta ümmetin yazgısı olmuştur. Ümmeti öz babasının mülkü gören zalim sultanlar, Allah’ın (cc) İslam’la aziz kıldığı toplumu kırbaç altında inleyen kölelere dönüştürmüştür. Yine bu a’lil anlayış yüzünden adalet özlemi ve sancısı çeken ümmetin öz evlatları saltanat zulmünden zulümlerin en büyüğü olan[22] demokrasi zulmüne savrulmuşlar; hem adaletten hem de adaletin kaynağı olan tevhidden mahrum olmuşlardır. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.

Sonuç olarak

Ben kitaba dair sınırlı bilgim dâhilinde üç noktaya dikkat çektim. Amacım, soru soran kardeşime eleştirel gözle okuma yapmanın -ki uzunca sorusunda bunu da talep etmişti- bir örneğini sunmaktı. Anlamış olduk ki; herhangi bir kitapta ilmî hataların bulunması, ondan faydalanmamıza engel değildir. Bize düşen Kitap ve sünnetin naslarında fıkıh/anlayış sahibi olmak ve olayları bu zaviyeden değerlendirmektir. Geçmişte büyük âlimlerin yanılabildiği gibi bizlerin de yanılabileceğini kabul etmek; yapıcı eleştirilere açık olmak, karşılıklı olarak hakkı ve sabrı tavsiye ederek kendimizi ıslah etmek, hatalarımızı düzeltmektir.

Soru: Hocam! “Gaybı yalnızca Allah bilir.” ilkesi ile İbni Kayyım’ın, hocası İbni Teymiyye’den aktardığı (aşağıdaki) vakaları nasıl anlamalıyız?

“Şeyhu’l İslam İbni Teymiyye’nin (rh) ferasetini gösteren birçok garip olay gördüm. Benim görmediklerim de gördüklerimden fazladır…

İbni Teymiyye, 699 yılında arkadaşlarına Tatarların Şam’a gireceklerini ve Müslim ordularının kırılacağını bildirdi. Dımeşk’te (Şam) genel bir katliam ve esirliğin olmayacağını, Tatar ordusunun, hırs ve hiddetinin sadece mal elde etmek olduğunu söyledi. Bu haberi verdiğinde daha Tatar ordusu harekete geçmeyi bile düşünmüyordu.

702 yılında Tatarlar harekete geçip Şam tarafına yönelince, bu kez de halka ve yöneticilere Tatarların yenileceğini, Müslimlerin galip geleceğini bildirdi. Bu haberi tekit için defalarca yemin etti. İbni Teymiyye’nin bu kesin ifadesine karşı ona şöyle dediler:

‘__ İnşallah (Allah dilerse) de.

__ İnşallah diyorum, ama bu ‘inşallah’ sözünü ‘Allah diledi; bu iş mutlaka olacak.’ manasında söylüyorum. Yoksa ‘Allah dilerse olur, dilemezse olmaz.’ manasında söylemiyorum.’

Ben bu sözleri bizzat kendisinden duydum. Dedi ki: ‘Onlar fazla üsteleyince, ‘Daha fazla üzerime gelmeyin, üstelemeyin. Allah (cc) Levh-i Mahfuz’da Tatarların yenileceklerini ve İslam ordularının muzaffer olacağını yazdı.’ dedim.’

İbni Teymiyye devamında şöyle dedi: ‘Böylece bazı yönetici ve askerlere, daha savaşa çıkıp düşmanla karşılaşmadan zafer sevincini tattırdım.’

Onun bu iki olayda görülen feraseti bereketli yağmur gibidir. Zaman geçip, işler aleyhine dönünce İbni Teymiyye öldürülmek kastıyla Mısır’a kaçırıldı. Arkadaşları uğurlamak için geldiklerinde şöyle dediler: 

__ Muhakkak ki Mısır halkı seni öldürecek. Bize bununla ilgili birçok haber geldi.

__ Allah’a yemin ederim ki, onlar bu isteklerine ebediyen ulaşamayacaklar.

__ Peki, seni hapsedecekler mi?

__ Evet, uzun süre hapiste kalacağım. Sonra çıkıp insanlara Peygamber’imizin sünnetini anlatacağım. 

Bu sözleri bizzat kendisinden işittim.

İbni Teymiyye’nin ‘Çaşnigir’ lakaplı düşmanı melik olunca, onun başa geçtiğini İbni Teymiyye’ye haber verdiler ve şöyle dediler:

__ İşte, Çaşnigir şimdi senin canına okuyacak!

İbni Teymiyye hemen şükür secdesine kapandı ve uzun süre başını secdeden kaldırmadı. Kendisine,

__ Bu secdeyi niçin yaptın, diye sorulunca şu cevabı verdi:

__ Bu, onun zilletinin başlangıcı, şu andan itibaren izzetten ayrılışı ve akıbetinin yaklaşmasıdır. 

__ Bu ne zaman olacak, diye sorulunca:

__ Çaşnigir’in ordusu hiç durmadan savaşacak, sonuçta mağlup olacak, dedi.

İş, tıpkı İbni Teymiyye’nin dediği gibi gerçekleşti. 

Bir keresinde şöyle dedi:

__ Bazı arkadaşlarım yanıma geliyor. Ben onların yüzlerinde ve gözlerinde daha önce görmediğim alametler görüyorum. Ben -veya bir başkası-:

__ Bu değişiklikleri keşke haber verseniz, dedim. O şöyle dedi:

__ Valilere gelecekten haber veren kimseler gibi haber vermemi mi istiyorsunuz?

Bir gün ona:

__ Eğer bize böyle davransaydın bizim doğruyu bulmamız da daha etkili olurdu, dedim. Bunun üzerine,

__ Siz buna bir cuma -veya bir ay- dayanamazsınız, dedi.

İbni Teymiyye bana defalarca kendi kendime karar verip hiç kimseye bahsetmediğim gizli işlerimi haber verdi. Gelecekte meydana gelecek birtakım büyük olayları bildirdi. Fakat vaktini belirtmedi. Bu olaylardan bir kısmının gerçekleştiğini gördüm, diğerlerinin de gerçekleşmesini bekliyorum.

İbni Teymiyye’nin, yaşı büyük arkadaşlarının müşahedeleri benim müşahedemden kat kat fazladır.”[23]

Yukarıda okuduğumuz bölüm İbni Kayyım’ın (rh) kaleme aldığı “Medaricu’s Salikin” isimli şerhin “Feraset Menzilesi” bölümünden alınmıştır. İbni Kayyım mezkûr bölümde uzak görüşlülük, basiretlilik, hikmet ehli olmak gibi anlamlara gelen “feraset” kavramını, bu kavramın Allah’a (cc) kullukla ilişkisini ve feraset ehlinin özelliklerini anlatmaktadır. Konu girişinde feraset mertebesinin delili olarak bir ayet ve hadis zikretmiş, daha sonra sahabe sözleriyle konuya açıklık getirmiştir. Ne var ki sayfalar ilerledikçe kaleminin ölçüsü bozulmuş ve hocası hakkında kabulü ve anlaşılması zor sözler söylemiştir. Ki; bunları açıklamaya gayret edeceğiz.

Şüphesiz ki bir mertebe olarak feraset/basiret/hikmet haktır. Yüce Allah’ın yardımı ve şer’i/kevni/sosyal ayetler üzerinde tefekkürün sonucu olarak; müminin söz, düşünce ve davranışlarında isabetli olması, olgunlaşmasıdır:

“Şüphesiz ki bunda, basiret/feraset sahibi insanlar için (ibret alınacak) ayetler vardır.”[24]

Hadiste şöyle rivayet edilmiştir:

“Müminin ferasetinden korkunuz. Çünkü o, (olaylara) Allah’ın nuruyla bakmaktadır.”[25]

Zira Kur’ân, basiretler barındıran bir kitaptır. Onda insana ve topluma dair Allah’ın değişmez yasaları vardır. O, yüce Allah’ın nurudur; onunla insanın kalbini ve dünyasını aydınlatır:

“Şüphesiz ki, Rabbinizden size (feraset ve derin görüş kazandıracak) basiretler geldi. Kim görürse kendi lehine, kim de görmek istemezse kendi aleyhinedir. Ben, üzerinizde bir koruyan/gözetleyen değilim.”[26]

“Ölü iken dirilttiğimiz ve insanlar arasında yürümesi için kendisine bir nur/ışık kıldığımız kimsenin durumu, karanlıklar içinde olup oradan çıkamayan kimsenin durumu gibi midir? Kâfirlere yaptıkları ameller böyle süslü gösterildi.”[27]

“Böylece sana emrimizden bir ruh/Kur’ân vahyettik. Sen Kitab’ın ve imanın ne olduğunu bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle hidayet ettiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen, dosdoğru yola iletirsin.”[28]

Kur’ân’ın, ona inanıp teslim olanlara kazandırdığı feraset/basiret/hikmet örneğini Karun kıssasında görürüz:

“(Zenginliğini açığa çıkaran şatafat ve) süsü içerisinde kavminin karşına çıktı. Dünya hayatını isteyenler: ‘Keşke Karun’a verilenin benzeri (bir zenginlik) bize de verilseydi. Şüphesiz ki o, çok büyük bir şansa sahiptir.’ dediler.”[29]

Görüldüğü gibi Karun’un süs ve şatafatı bazı insanları etkilemiş, ona verilenin bir benzerini temenni etmişlerdir. Buna mukabil ilim ehli şu tepkiyi göstermiştir:

“Kendilerine ilim verilenler dediler ki: ‘Yazıklar olsun size! İman edip salih amel işleyenler için Allah’ın sevabı daha hayırlıdır.’ (Dünyanın geçici süs ve şatafatı karşısında bu tavrı sergilemeye) ancak sabredenler muvaffak olurlar.”[30]

Zira onlar Allah’ın değişmez yasalarını bilmektedir. Bir rahmet olarak verilen dünya nimetleriyle, sahibini adım adım azaba yaklaştıran dünya nimeti arasındaki farkı öğrenmişlerdir. Bir rahmet olarak verilen nimet, sahibini Allah’a (cc) yaklaştırıp kullara karşı mütevazı kılar. Sahibini Allah’tan (cc) uzaklaştıran ve büyüklenmeye sevk eden nimet olsa olsa bir azaptır… Karun’a baktıklarında onda kibir görmüş ve bu mülkün hayır getirmeyeceğini anlamışlardır.

“Onu da konağını da yerin dibine geçirdik. Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Hem kendi kendisine de yardım edenlerden değildi. Dün onun yerinde olmayı isteyenler, sabah şöyle demeye başlamışlardı: ‘Vay be! Demek ki Allah, kullarından dilediğine rızkı genişletip (dilediğine) daraltıyor. Şayet Allah bize ihsanda bulunup (Karun gibi olmaktan korumasaydı), bizi de yerin dibine geçirecekti. Vay be! Demek ki gerçekten kâfirler kurtuluşa ermiyormuş!’ “[31]

İbni Kayyım’ın hocası İbni Teymiyye’ye (rh) dair verdiği feraset örneklerinin ise ferasetle bir ilgisi yoktur. Zira burada genel vaatlere dayanarak Allah hakkında hüsnüzan ve O’na (cc) güven babından sözler yoktur. Burada muayyen tarihlerde muayyen olayların olacağına ve bu muayyen öngörülerin Levh-i Mahfuz’da yazılı olduğuna dair haber verme vardır. Bu iki âlimin genel kabullerinden yola çıkarak bunun Allah’a (cc) güven ve hüsnüzan olduğu söylense de, lafızlar maksadını aşmış ve İslam itikadıyla uyumlu olmayan sonuçlar ortaya çıkmıştır. Elbette bugün onlara gidip bu sözlerden ne kastettiklerini soramıyoruz. Sadece elimizde o iki âlimin, gaybı yalnızca Allah’ın (cc) bileceği ve şeyhlerin/erenlerin gaybı bildiği iddiasının küfür olduğuna dair yaklaşımları vardır. Hâliyle bunlara dayanarak hüsnüzan yapmak durumundayız. Ancak bu nakilleri tahkik edemiyor oluşumuz, onları kabul edeceğimiz anlamına gelmiyor. Zira ölçü Kur’ân ve sünnetir, şahıslar değil. Hakkın hatırı herkesin hatırından daha üstündür. 

Burada üzücü olan bir noktanın altını çizmek istiyorum: Medaricu’s Salikin kitabını yayına hazırlayan çoğu muhakkik bu satırlar karşısında sessizliğini korumuştur. Dahası, tanınmış ilim adamlarından Şeyh Abdülaziz b. Nasır el-Cüleyyil bu satırları savunmaya kalkmıştır.[32]

Allah (cc) ecrini versin; Şeyh Hamidu’l Faki (rh) kitaba düştüğü haşiyesiyle muvahhid gönüllere su serpmiş ve hakkın hatırını savunan şu cümleleri kurmuştur:

“(Ne yani) Levh-i Mahfuz’u okudu da mı (içindekilerden haber veriyor)? Umulur ki o, bu cüretli sözlerle onları cesaretlendirmek ve ruhlarını manevi olarak güçlendirmek istiyordu. Çünkü bu (üslup) düşmanlara karşı zafer kazanmanın en güçlü vesilelerindendir.”[33]

“Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır; O’ndan (cc) başkası gaybı bilmez. Allah (cc) bizi de onu da (İbni Kayyım) affetsin. Bu saydıklarının ferasetle ne ilgisi var? Şüphesiz ki helak olanlar ancak şeyhlerinde aşırıya giderek helak oldular. Allah (cc) onu affetsin.”[34]

Değinmek istediğim bir diğer mesele İbni Teymiyye’den (rh) nakledilen bu tavrın Allah Resûlü’nün (sav) ve ondan önce yaşamış hidayet öncülerinin tavrına aykırı olmasıdır.

Bedir Savaşı’nda yüce Allah zaferi vadetmesine rağmen Allah Resûlü (sav) İbni Teymiyye (rh) gibi kesin cümleler kurmamış; huşu, tevazu ve tazarru ile Rabbine yönelmiştir:

“Peygamber (sav) Bedir Savaşı’nın yapıldığı gün küçük bir çadırda şöyle dua etmiştir: ‘Allah’ım! Eğer sen (burada bulunanların yenilgiye uğrayıp öldürülmelerini) dilersen bugünden sonra sana ibadet edecek kimse kalmaz…’ Tam bu sırada Ebu Bekir (ra), Allah Resûlü’nün (sav) elini tuttu ve: ‘Yeter Ey Allah’ın Elçisi! Rabbine karşı ısrarcı oldun…’ dedi. O esnada Peygamber zırhlı şekilde ayakta idi. Birden: ‘O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklar.’[35] ayetini okuyarak dışarı çıktı.”[36]

“Bedir Günü’nde Allah Resûlü müşriklere baktı, bin kişi kadarlardı. Sahabeye baktı. Üç yüz on dokuz kişilerdi. Bunun üzerine kıbleye döndü. İki elini kaldırdı ve Rabbine dua etmeye başladı. ‘Allah’ım bana vadettiğini yerine getir. Allah’ım, bana vadettiğini ver. Allah’ım, İslam Ehli’nden şu topluluğu helak edersen yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmaz.’ İki elini kaldırmış, kıbleye yönelerek durmadan bu duayı tekrar ediyor, Rabbinden yardım istiyordu. Nihayet omuzlarından ridası düştü. Ebu Bekir geldi ve ridayı Allah Resûlü’nün omuzlarının üzerine koydu. Sonra arkasından onu tuttu ve: ‘Ey Allah’ın Resulü! Allah’a bu duaların/yalvarmaların yeterlidir. O, sana olan vaadini yerine getirecektir.’ dedi.”[37]

“Resûlullah (sav) Bedir Günü üç yüz on beş (kişi) ile (savaşa) çıktı ve: ‘Ey Allah’ım onlar kendilerini taşıyacak bir binekten yoksundur. Onları sen taşı. Çıplaklardır, onları sen giydir. Açlardır, sen doyur.’ diye dua etti. Neticede Allah, Bedir Günü kendisine fetih nasip etti. Savaştan döndükleri zaman onlardan her biri mutlaka bir veya iki deveyle, elbiseli ve karınları tok olarak (Medine’ye) döndüler.”[38]

Hidayet öncüleri düşman karşısında şöyle davranmışlardır:

“(Başlarına gelen sıkıntılarda) sadece şöyle söylemekle yetindiler: ‘Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizde var olan aşırılıklarımızı bağışla! Ayaklarımızı sabit kıl! Kâfirler topluluğuna karşı bize yardımcı ol.’ (Dualarına karşılık) Allah, onlara dünya sevabını ve ahiret sevabının en güzelini verdi. Allah, muhsinleri/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanları sever.”[39]

“Calut ve ordusuyla karşı karşıya geldiklerinde: ‘Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfir topluluğa karşı bize yardım et.’ demişlerdi.”[40]

Bize düşen başta Allah Resûlü (sav) olmak üzere Kur’ân’ın örnek gösterdiği hidayet imamlarına ittiba etmektir. Evet, genel vaatlere dayanarak Allah’a (cc) hüsnüzan beslemek, müminleri müjdelemek ve düşmana karşı cesaretlendirmek elbette caizdir. Ancak Levh-i Mahfuz’dan okuyormuş gibi gün, ay, yıl şeklinde tarih vermek İslam itikadı ile uyuşmaz. Allah’ın (cc) kesin vaadini bilen nebilerin tevazu, inabet ve Allah’a olan ihtiyaçlarını izhar ederek, O’na (cc) yöneldikleri gibi yönelmek daha güzel olsa gerektir.
 

[1]. 79/Nâziât, 17

[2]. bk. 28/Kasas, 15-17; 20/Tâhâ, 43-46, 65-68; 7/A’râf, 150-151

[3]. bk. 8/Enfâl, 67-68; 80/Abese, 1-12; 6/En’âm, 52; 17/İsrâ, 73-75

[4]. Hicri 5 ve 6. asırlar

[5]. El-Avasım, s.209-210

[6]. Tabakatu’l Hanabile, 2/122

[7]. El-Avasım, s.249

[8]. age.

[9]. age.

[10]. age.

[11]. Siyeru A’lami’n Nubela, 18/186-188 özetle

[12].Tabakat Ulemau’l Hadis, 3/346-351 özetle

[13]. Mecmu’ul Feteva, 4/396 özetle

[14]. İ’lamu’l Muvakkiin, 1/337 özetle

[15].Hemen belirtmeliyim ki; buraya kadar okuduklarınız İbni Hazm’ın (rh) fıkhi/amelî olarak değerlendirilmesidir. Zira İbni Hazm usulde/itikadi konularda Zahirî usulünü terk etmiş tevil ve felsefe yoluna sapmıştır. Onun fıkıh ve itikat ilmindeki bu farklı tavrı âlimleri de şaşırtmış, İbni Kesir’i (rh) şu sözleri söylemeye mecbur bırakmıştır: “Ne kadar da ilginç! O füruda tam bir Zahirî’dir; ne açık ne kapalı kıyasın hiçbir türünü kabul etmez… Bununla birlikte usuli/itikadi konularda (özellikle) sıfat ayetleri ve hadislerinde insanların en tevilcilerindendir. Çünkü o ilk başlarda mantık ilimlerinde derinleşti… Bu sebeple sıfatlar konusunda hâli bozuldu…” (el-Bidaye ve’n Nihaye 12/113 özetle) Açıkça söylemek gerekirse bu konunun ciddi bir tahkike ihtiyacı vardır. Zira onun iman, kader, isim ve sıfat konusunda söyledikleri arasında uzlaştırılması zor sözler vardır. Birçok âlimin tespit ettiği gibi bunun temel nedeni; İbni Hazm’ın geçmişten getirdiği felsefe ve onun alt dallarından biri olan mantıki alt yapısıdır. Allah (cc) en doğrusunu bilir; naslara teslimiyet ile zihnini işgal eden Grek kültürü arasında kalmıştır. Bu yönde yapılmış bir çalışma var mı, bilmiyorum.

[16]. 59/Haşr, 10

[17]. Müslim, 1852; Ebu Davud, 4762; Nesai, 4020, Arfece’den (ra)

[18]. “En üstün cihad zalim olup haksızlık yapan devlet idarecisine gerçeği söylemektir.” (Tirmizi, 2174)

[19]. “Biliniz ki benden sonra yalan söyleyen ve zulmeden yöneticiler olacak. Her kim onların yalanlarını doğrular, zulümlerine yardım ederse benden değildir. Ben de ondan değilim. Havuzda yanıma da gelemeyecektir. Her kim de onların yalanlarını doğrulamaz, onaylamaz ve zulümlerinde de yardım etmezse işte o kimse bendendir, ben de ondanım. Havuzda da yanıma gelecektir.” (Ahmed, 23260)

[20]. “Nübüvvet, içinizde Allah’ın dilediği kadar devam eder; sonra dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olacaktır. Bu da Allah’ın dilediği kadar devam eder; ardından Allah onu da -dilediği zaman- ortadan kaldırır. Sonra ısırıcı bir saltanat olur. O da Allah’ın dilediği kadar devam eder, sonra Allah dilediğinde onu ortadan kaldırır. Daha sonra ceberut bir saltanat/bir krallık/zalim yönetimler başa gelir; o da Allah’ın dilediği kadar devam eder, ardından Allah dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olur.” (Ahmed, 18406)

“Nübüvvet hilafeti otuz senedir. Sonra Allah mülkü veya (kendi) mülkünü/idaresini dilediği kimseye verir.” (Ebu Davud, 4646)

[21]. “Ümmetimin helaki Kureyş’ten birkaç gencin elleriyle olacaktır” (Buhari, 7058)

[22]. “Hani Lokman, oğluna öğüt verirken demişti ki: ‘Oğulcuğum! Allah’a şirk koşma! Şüphesiz ki şirk, en büyük zulümdür.’ ” (31/Lokmân, 13)

[23]. Medaricu’s Salikin, Pınar Yayınları, 2/415-416

[24]. 15/Hicr, 75

[25]. Tirmizi, 3127; Hadisin sıhhati hakkında hadis âlimleri ihtilaf etmiştir.

[26]. 6/En’âm, 104

[27]. 6/En’âm, 122

[28]. 42/Şûrâ, 52

[29]. 28/Kasas, 79

[30]. 28/Kasas, 80

[31]. 28/Kasas, 81-82

[32]. Medaricu’s Salikin, Daru’t Taybe, 3/369 dipnotundan

[33]. Medaricu’s Salikin, Daru’l Hadis, 2/393 dipnotundan

[34]. age. 2/394 dipnotundan

[35]. 54/Kamer, 45

[36]. Buhari, 4875

[37]. Müslim, 1763

[38]. Ebu Davud, 2747

[39]. 3/Âl-i İmran, 147-148

[40]  .2/Bakara, 250

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver