Ahlaksızlığın ‘Ahlaklaştırılması’ ve Şer’i/Fıtrî Ahlak

 

‘Batı Hayranlığı’ hastalığı, Üçüncü Selim’le beraber Osmanlı devlet yapısına nüfuz ettikten sonra başta devlet ricali olmak üzere kademe kademe birçok kesime sirayet etmiş idi. Batı hayranlığı veya batıcılık ile İslami değerlere bağlılık, Üçüncü Selim devrinden itibaren bu topraklarda adeta bir tahtarevalli misali, birinin yükselişi ya da güçlenmesiyle diğerinin aşağılara doğru inmesi yahut zayıflaması sonucunu doğurmuştur.

Üçüncü Selim’in devr-i saltanatında yaptığı ve yapmayı tasarladığı ıslahatlar Osmanlı Devleti’ni yeniden güçlendirmeyi amaçlıyordu. Ancak devletin içinde bulunduğu sorunlar sadece sosyal, iktisadi, kültürel ve idarî alanlarla sınırlı değildi. Tüm bu problemlerin de temelinde esasen itikadi savrulma ve zihinsel yenilgi psikolojisi bulunmaktaydı. Bir toplumu canlı ve dinamik kılan, ilerleten ve değiştirip dönüştüren güç, o toplumda giyilen kıyafetlerin avrupaî vs. olması veya Hristiyan âdetlerinin benimsenmesi değildir. İslam’a intisap iddiasındaki bir toplumun karakterini belirleyecek, varlığına anlam kazandıracak ve ciddi bir güç odağı olarak ortaya çıkmasını sağlayacak şey, o toplumun Tevhid ve Sünnet nizamına samimi bağlılığı ve sadakatidir. Üçüncü Selim’in ıslahatlarının veya ıslahat girişimlerinin arkasında onun iflah olmaz batı hayranlığı başta olmak üzere Avrupa ülkeleri ve benzerlerine günümüzde de aşina olduğumuz fesat odakları vardı. Osmanlının zayıflamaya başladığı dönemde başlayan ve söz konusu odakların perde gerisindeki teşviki ve telkinleriyle yürütülen kesintisiz bir operasyondu bu. Sonraki dönemlerde de zaman zaman örtülü bir biçimde sürdürülen bu kirli operasyonlar özellikle cumhuriyet devrinde daha alenî ve profesyonelce icra edilmiştir. Bu operasyonlar cumhuriyetin ilanından sonraki süreçte devletin zoruyla ve cebrî kanunlarla yürütüldü. Laik-Demokratik cumhuriyet idaresinin hedefi, halkı güçlü ve derin bağlarla bağlı olduğu İslami-manevî değerlerden koparıp batılılar gibi düşünen ve onlar gibi yaşayan yepyeni bir toplum ‘yaratmak’tı. Osmanlı bakiyesi gerçek halk yok sayılarak, batılı değerlerin esas alındığı yeni bir sistemle ‘proje’ bir halk peyda etme hedefine ulaşılabilmasi için, topyekün bir biçimde gösterilen kesintisiz çabaların büyük ölçüde başarıya ulaştığını söylemek yanlış olmaz.

Ahlak zemininde meseleye baktığımızda, batı kültürüne ve ahlakına ait olan değerlerden üretilen, fıtrata ve İslam’a aykırı yeni bir ahlak sistemi, Cumhuriyet’in batıcı kadrolarınca benimsenmiş, sonra da kanun zoruyla halka dayatılmıştır. Hâl böyle olunca fıtrî ve İslami değerlere dayanan ahlak sistemi ile fıtratı zorlayıcı heva ürünü batılı değerlere dayanan ahlak sistemi de sürekli olarak karşı karşıya gelmiş ve aralarındaki çatışma kaçınılmaz hâle gelmiştir. Bu süreç içerisinde fıtrî ve ideal ahlakla ahlaklanma hususunda doğruyu bulamayan geniş halk kesimleri birbiriyle asla uyuşmayan ve bünyesinde derin çelişkiler barındıran bir toplum hâline geldi. Çünkü hangi toplumda olursa olsun ahlakın sınırları aşıldığı andan itibaren o toplumda düşmanlık baş gösterir. Ahlaki değerlerden kısılacak olursa o zaman da yozlaşma ve zaafiyet ortaya çıkar.

Böyle bir manzaranın birinci ve en önemli sebebi, bir kısmı ateist olan laik-demokrat ve batıcı kadroların ihdas ettiği cumhuriyet rejimidir. Ne batı hayranı Üçüncü Selim devrinde, ne de yakın geçmişteki batıcı-laik hükümetlerin iktidarında dile getirmeye cesaret edilemeyen hezeyanlar, Cumhuriyet’in ilk kadrolarınca parti veya hükümet programlarına konabilmiştir.

‘Bizler, Padişah’la beraber Allah’ı da tahtından indirdik. Artık Türkiye’de ne din (İslam) ne Allah ve ne de Peygamber vardır. Bizim dinimiz Kemalizm ve ibadethanelerimiz de fabrikalardır.’

Bu ülkede yaşamış olan laik-batıcı-ateist biyolojik varlıklar, işte bu hezeyanları savurabilmişlerdir. İslam’dan irtidat etmekle yetinmeyip toplumu da irtidat sürecine dahil ederek, batı ahlaksızlığıyla ‘Ahlaklandırma’ hususunda da İslam düşmanı diğer odaklarla eşgüdümlü, uzun soluklu ve kararlı projeler uygulandı. Ahlaksızlığın ‘Ahlak’laştırıldığı batılı değerler sisteminde, fıtratı zorlayıcı ahlaki değerler, özellikle de son yüzyılda İslam coğrafyasında yaşayan halklara karşı bir tür yumuşak güç olarak da kullanıldı. Yumuşak güç diye isimlendirilen şey; güçlü devletlerin kendi ideolojilerini, kültürlerini ve ahlaklarını, askerî güçlerinin/ordularının netice alamadıkları yerlerde etkin bir şekilde devreye sokarak düşman olarak görülen tarafın toplumsal (ve hatta bireysel) davranışlarını etkileme ve kendi değerler sistemine kanalize etme çabasıdır. Bu anlamda ahlak, söz konusu yumuşak güç’ün en temel araçlarındandır. Batılıların bu yöndeki yoğun ve ısrarlı çabalarıyla beraber Tevhid ve Sünnet nizâmından yüz çevirmiş olmanın da doğal sonucu olarak halk arasında ciddi boyutlara varan bir ahlakî yozlaşma gerçeğiyle karşı karşıyayız. Şeytanî /Batılı değerlere dayalı ‘ahlaksızlık’ sistemi, Tevhid ve Sünnet kaynaklı değerleri çarpıtarak doğruyu yanlış, yanlışı doğru, helali haram, haramı helal, güzeli çirkin ve iğrençliği de sevimli bir surette göstermekte oldukça mahirdir. Şeytani/Batılı ahlak sistemini büyük ölçüde fıtrî ve tevhidî değerlerin tamamen tersi veya bu değerlerin içinin boşaltılarak çarpıtılıp tahrif edilmiş şekli olarak tanımlamak da mümkündür. Şeytani/Batılı/Laik değerler silsilesi insan fıtratına zıt olduğu için bu değerlere dayanan laik/batıcı ahlak sistemi de yanlıştır, kötüdür, iğrençtir ve aşağılıktır. Şeytani ahlak sistemi, hayat bulduğu herhangi bir toplum içerisinde kendine has birçok kavram üretmiştir ki, bu kavramlar dile getirilmeden ferdî ve toplumsal ahlaki yozlaşmanın tam olarak anlaşılması mümkün değildir. Bunlar; nifak, yalan, kibir, zulüm, ikiyüzlülük, buğz, hased, fahşa, gıybet, lanet okuma, tecessüs, tartışmada haddi aşma, sahtekârlık, hile, koğuculuk ve kalp katılaşması gibi kavramlardır.

Toplumdaki ahlaki yozlaşma, itikadi sapmalardan tamamen ayrı bir vakıa olarak düşünülemez. Tevhid ve Sünnet nizamını bir tespihin imamesi şeklinde düşünecek olursak, ahlak veya güzel ahlak ile beraber dolaylı olarak itikadla ilintili veya sahih itikadın tabiî neticesi şeklinde tezahür eden birçok güzel haslet ve fıtrî meleke de o tespihin taneleri gibidir. Bu tespihin imamesi (İtikad) koptuğunda diğer tanelerinin darmadağın olması gibi, tevhidden yüz çevirmiş bir ferdin ya da bir toplumun sahih itikadı olmadığı hâlde salih ve muslih bir hayatının olması da mümkün değildir. Ahlakın tanımı aslında bir manâda temiz fıtratın yalın bir ifadesi gibidir. Ahlak, her ferdin toplum içerisinde uymak zorunda olduğu davranış biçimleri, kurallar ve görevlerdir ki, doğru oldukları bilindiği için yapılması gereken işler olduğundan tüm bunlar esasen herhangi bir kanunun zorlamasıyla da yapılmamaktadır.

Ahlak kişinin nefsinde yerleşen bir melekedir ki, fiil ve davranışlar herhangi bir zorlamaya ihtiyaç olmadan bu meleke sayesinde kolaylıkla ortaya çıkar. ‘İnsanın nefsinde yerleşmiş olan meleke’ ifadesini şöyle de açıklamak mümkündür: Mesela bir araç sürücüsü kırmızı ışığın yandığını gördüğünde aracını refleksif olarak, kendiliğinden durdurur. Kırmızı ışığın yandığını gördüğünde araç sürücüsü ‘kırmızı yanıyor, durayım mı, devam mı edeyim’ diye düşünmez. İşte bu algı ve davranış şekli bir meleke hâline geldiğinde bu, söz konusu kişide bu hususla ilgili ahlaki olgunluktan söz edilebileceğini gösterir. Klavyenin başında oturan bir kâtip de herhangi bir şey yazarken bilgisayara aktaracağı yazıyı harf harf düşünmeden aktarır. Tıpkı bu örnekte olduğu gibi ahlaki fiiller de refleksif olarak kendiliğinden meydana gelir.

Geçmişten günümüze İslam âlimlerinin yaptığı tariflere baktığımızda ahlak kavramının esasen bir değerler sistemine dayandığını görürüz. Fıtrî ve şer’î değerler sistemine dayanan ahlakın temel fonksiyonu, İslam’ın ön gördüğü Tevhid ve Sünnet nizamıyla oluşan hayat tarzının korunmasıdır. Bir mümin yahut fıtratı bozulmamış bir gayrimüslim için dahi ahlakın ön gördüğü koruma ya da korunma şuuru herhangi bir otorite ve kanun gücü içermez. Fıtrî bir tepki olarak olumlu ya da olumsuz bir tarzda kişiden sadır olan söz, fiil veya davranış, aslında kişide içselleştirilmiş olarak kendiliğinden ortaya çıkar. Bu ise kişinin sergilemiş olduğu söz, fiil ve davranışlarının değerler sistemine dayalı ahlaka göre şekillenmesini temin eden kuvvettir.

Çerçevesini şer’i şerifin belirlemiş olması, fıtrata uygunluğu ve toplumun içselleştirmiş olması ahlakı etkili kılan temel unsurlardır. Bu da İslam ümmetinin veya genel anlamda toplumun bireyleri arasında değerlere dayanan kuvvetli bir ortak paydanın var olmasıyla mümkündür. Muvahhid ümmet ile cahiliye toplumu arasında bu anlamdaki ortak payda asgarî seviyededir. Nitekim muvahhid ümmet içerisinde belirleyici olan değerler sistemine dayalı ahlaktan mahrum olan cahiliye toplumu, öz kimliğini kaybetmiş ve sürüleşen kalabalıklara dönüşmüştür. Muvahhid ümmetin ahlak sisteminin oluşmasında; şer’i şerife dayalı değerler sistemi, halis niyet, İslam’a mensubiyet şuuru, sorumluluk bilinci, hadler/yaptırımlar ile söz, fiil ve davranışların içselleşmesi vardır. Muvahhid ümmetin ahlak sisteminin oluşmasında şer’î şerife aykırı olmayan ve yüzyıllar içerisinde oluşan örf, âdet, gelenek, görenek ve töreler de pay sahibidir. Örf, âdet, gelenek, görenek ve törelerin mahallî/yöresel özellikler içerebilmesi durumunda, asıl iskelet sabit kalmak şartıyla ahlaki kurallar yöreden yöreye farklılık gösterebilir. Değerler bütününe dayalı ahlak sistemi, toplumun tamamını kuşatan emir ve yasakları ihtiva ettiği gibi, toplumdaki farklı sosyal kesimlere ve yapılara ilişkin bir takım özel emir ve yasakları da ihtiva eder. Bu da ahlak sisteminin ön gördüğü görev ve sorumluluklara ek olarak toplumun tüm kesimlerinden her ferdin Allah’a subhanehu ve teâlâ karşı, bizzat kendi öz nefsine karşı, ailesine karşı, akrabalarına karşı, komşularına karşı, topluma karşı, doğaya ve diğer canlılara karşı, her bir bireyin yöneticilere ve yöneticilerin de topluma karşı görev ve sorumluluklarının ortaya çıkması anlamına gelir. Bunların tasnifini genel başlıklarla şu şekilde yapabiliriz:

1. Öncelikle söz konusu ahlak sistemini oluşturan aslî otoriteye, yani Tevhid ve Sünnet nizamına karşı uygulanacak ahlaki değerlerin kuşanıldığı muvahhid ahlakı.

2. Kişinin bizzat kendi öz nefsine karşı uyması gereken ahlaki kurallar, mürüvvet.

3. Eşlerin ve diğer aile fertlerinin birbirlerine karşı hak, görev ve sorumluluklarının çerçevesini belirleyen ve bunun sağlıklı bir şekilde sürdürülebilirliğini sağlayan aile ahlakı.

4. Kan ve hısım bağıyla akrabalık bağı bulunan akraba ve yakınların hukukuna ilişkin ahlaki kurallar, sınırlar ve sorumluluklar.

5. İnanç veya kavmî kimliklerinden bağımsız olarak komşuluk hukukunu belirleyip düzenleyen komşuluk ahlakı.

6. Toplum tarafından içselleştirilmiş ve toplumsal hayata ilişkin ahlaki kuralların, sınırların ve sorumlulukların belirlendiği sosyal ahlak. Bu sınıf ahlaki kurallar, sınırlar ve sorumluluklarda doğal olarak muvahhid ümmet ile cahiliye toplumu arasında keskin ayırımlar ve farklılıklar bulunmaktadır.

7. Hüküm sahibi/Yöneticiler ile yönetilenler arasındaki ahlaki esaslar. Bunu her ne kadar ahlak sistemi çerçevesinde tasnif etsek de Hüküm sahibi/Yöneticiler ile yönetilenler arasındaki ahlaki kuralların bir kısmı itikadi boyutta ve hayatî önemde olduğu gerçeği unutulmamalıdır.

8. Doğa ve doğadaki diğer canlılarla ilgili ahlaki kurallar, çevre ahlakı.

Fıtrî/Şer’i Ahlakın Temeli Cennette Atılmıştır

Ahlaki kurallar, sınırlar, görevler ve sorumlulukların kökeni insanın yaratılışından sonra Âdem aleyhisselam ile eşinin cennete yerleştirilmesine dayanır. Bu anlamda diyebiliriz ki, insanlık tarihinde ahlaki sistemin ilk temeli cennette atılmıştır. İnsanlığın ilk atası Âdem ve eşine açıklanan emir ve yasaklarla belirlenen bir hukuk ve ahlak sistemi ortaya çıkmıştır.

”Biz: ‘Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz’, dedik.

Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: ‘Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır’, dedik.

Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.

Dedik ki: ‘Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.

İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliktir, onlar orada ebedî kalırlar.’ ” [1]

Allah subhanehu ve teâlâ, insanlık âleminin ilk çekirdek ailesi olan Âdem aleyhisselam ile eşine hem cennetteki hayatları hem de yeryüzündeki hayatlarıyla ilgili olarak kendileri için gerekli ve zaruri emir ve yasakları, helal ve haramları, ulvî değerleri ve bunların tam tersi olanlar ile karşılaşmaları muhtemel tehlikeleri açıkladıktan sonra bu bildirimlere uymamaları hâlinde başlarına geleceklerle ilgili bilgileri de vermiştir. Böylelikle ortaya çıkan fıtrî ve şer’i ahlak sistemine ilişkin kavramlar da süreç içerisinde kullanılmaya başlanmıştır. Mesela helal haramlarla ilgili olarak kullanılan kavramlar, helal ve haramların ya da emir ve yasakların ihlâl edilmesinden sonra kullanılan kavramlar, İblis’in küfrü ve isyanıyla ilgili kavramlar ile Tevhid ve Sünnet nizamına çağıran davetçilerle ilgili olarak kullanılan kavramlar da ahlak sisteminin ürettiği kavramlardır. Âdem ile İblis arasındaki diyalog ve mücadeleden bahseden ayetlerde de muvahhid ahlakı, ferdî ahlak (mürüvvet), komşuluk ahlakı ve toplumsal ahlakla ilgili kavramlar söz konusu edilmiştir.

Âdem aleyhisselam ile eşinin, kendilerine yasaklanan bir işi yaptıktan sonra derin bir pişmanlık duyarak tevbe edip af dilemelerinde ve nefislerine zulmettiklerini söylemelerinde yüce Allah’a karşı gösterilen muvahhid fert ahlakını görüyoruz.

“Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik. Sen bizi bağışlamazsan, bize merhamet etmezsen, gerçekten zarara uğrayanlardan olacağız.” [2]

Her ikisinin bizzat kendi öz nefisleri hakkında levmde/kınamada bulunmalarında da ferdî ahlak/mürüvvet örneği vardır. Âdem aleyhisselam ve eşinin, avret yerlerinin açılmasına karşı gösterdikleri tepkinin herhangi bir telkin veya yönlendirme olmaksızın gerçekleşmiş olması da ayrıca dikkat çekicidir. Kendiliğinden/refleksif olarak ortaya çıkan bu tepki esas itibariyle yüce yaratıcı tarafından insan fıtratına yerleştirilmiş olan bir melekeden kaynaklanmıştır. Bu hakikate binaen şunu da söylemek mümkündür. Hangi inanca etnik kökene mensup olursa olsun insan, ahlakın iki bileşeniyle yahut tek bir unsuruyla donanmış olur veya her ikisinden de mahrumdur. Bunlar:

1. Kendilerine yasaklanmış olan bir işi yaptıktan sonra Âdem aleyhisselam ile eşinin avret yerlerinin açılmasıyla beraber her ikisinin aynı anda yapraklarla örtünmeye çalışmaları örneğinde olduğu gibi insan fıtratına yerleştirilen hayâ, edep ve korunma gibi ahlaki melekeler.

2. Ahlaki değerlerin, kuralların, sınırların, görevlerin ve sorumlulukların sonradan eğitim yoluyla elde edilmesi.

Tevhid ve Sünnet Nizamı Temiz Fıtratın Nezih İfadesidir

Tevhid ve Sünnet nizamı aynı zamanda temiz fıtratın bir ifadesi olduğu için fert, aile ve toplumu huzura ve mutluluğa kavuşturur. “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diye buyuran Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem bu husustaki örnekliği ve önderliği ideal ahlakın mükemmel bir şekilde somutlaşmış hâlidir. Tevhid ve Sünnet nizamına dayanan ahlak sistemi kâmildir, güzeldir, üstündür, doğrudur ve insanlık için ideal olandır. Rasûlullah’ın tamamlamak için gönderildiği güzel ahlak, en az fıtrî ayarlarda olmak üzere hayâlı ve müeddeb olmaktır. Mümin kimliğinin anlamı içerisinde mümin fertle özdeşleşen hayâ ve edep gibi diğer bazı kavramlar da; Rüşd, iyilik, zühd, hilm, sabır, vera, sıla-i rahim, adalet, şecaat ve cömertliktir. Rasûlullah’ın getirdiği ahlaki değerler sisteminin tamamı vahiy kaynaklıdır. Nitekim müşriklerin Rasûlullah aleyhinde yaptıkları ‘O, bir mecnundur!’ şeklindeki propagandalarına Kur’an-ı Kerim şöyle cevap verir:

“Hiç şüphe yok ki sen yüce bir ahlaka sahipsin.” [3]

Yüksek bir ahlaka sahip olan bir kimsenin aynı anda mecnun (deli) olduğunu iddia etmek mecnunluğun ta kendisidir. Zira delide/mecnunda akıl, muhakeme kabiliyeti ve ahlaki sınırlar kaybolmuştur, yoktur. Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem ahlakının vahye dayandığına dair bir şahitlik de müminlerin annesi Aişe’ye radıyallahu anha aittir. Kendisine Rasûlullah hakkında sorulduğunda şöyle demiştir:

“Onun ahlakı Kur’an idi.” [4]

Tevhid ve Sünnet nizamı her ferde, bizzat kendisine karşı yerine getirmesi gereken bir takım görev ve sorumluluklar yüklemiştir. Bunlardan ferdî ahlak/mürüvvet; mümini iyi ve güzel olana götüren ve kemâl ve takva istikametinde yol almasını sağlayan bir koruma/korunma mekanizmasıdır. Ferdî ahlak/mürüvvet, müminin ruhunu dinginleştirir ve ruh dünyasını aydınlatıp kuvvetlendirir.

Ferdî ahlakta arınmanın gerçekleştirilmesinde amaç, müminin zihninin berraklaşması, nefsî tezkiyenin süreklileştirilmesinin temini ve kalbin selim kılınması hususunda iradenin kuvvetlendirilmesidir. İradenin kuvvetlendirilmesindeki amaç da müminin her çeşit bela-musibet ve türlü sıkıntılar karşısında güzel bir sabırla mücehhez olması, dinî ve dünyevî afetlerin temel sebeplerinden olan öfke ve şehvete hakim olabilmesi ve ifrat ve tefrit arasında mutedil bir çizgide sebat edebilmesidir.

Zihnin berraklaşması en başta niyetin halis kılınmasıyla mümkün olur. Bunun ardından sıdk/doğruluk ve hüsnüzan gelir. Salih, muttaki ve güzel olanı örnek almak ile doğru ve yararlı olanı öğrenme ve gerekli bilgileri edinmek de zihinsel arınmanın gerçekleşmesine yardımcı olur. Nefsî tezkiyenin gerçekleşmesi ve bunun süreklileştirilmesi için yaratılıştan/doğuştan itibaren insan fıtratında yerleşik olan hayâ, edep ve iffet gibi melekelerin aktifleşmesi ve istikamet üzere karar kılması gerekir. İradenin kuvvetlendirilmesi içinse, müminin sabredenlerden, şükredenlerden, hamd edenlerden ve takdire rıza gösterenlerden olması lazım gelir. Bununla beraber mümin, Tevhid ve Sünnet nizâmının aslî özelliklerinden olan vasatlık/itidal çizgisinde istikamet sahibi olmalıdır. Allah’ın subhanehu ve teâlâ razı olmadığı bir yönde kullanıldığında şeytanın en önemli yıkıcı silahlarına dönüşebilen öfkenin kontrolü ve heva ve hevese hakimiyet de iradeyi kuvvetlendiren unsurlardır.

Ahlaki Sınırların Aşılması veya Ondaki Eksikliğin Zararları

Ahlaki sınırların korunması fıtrî ve şer’i ahlakla ahlaklanmış müminlerin en belirgin özelliklerindendir. Bu sınırlar aşıldığında veya eksik bırakıldığında bireysel ve toplumsal yozlaşma, tefessüh ve düşmanlıklar baş gösterir. Bu hususla ilgili birkaç örnek vererek konumuzu tamamlamaya çalışacağız.

Kur’an-ı Kerim’in şehadetiyle muvahhid mümin kimse izzetlidir. İzzetin sınırları aşılacak olursa kişi, kibirli ve kınanmış olur. İzzetinden taviz verecek olursa, o zaman da alçaklığa ve aşağılığa yönelir.

Kerem ve cömertlik, ahlaki olarak ideal bir sınırdır. Bu sınır aşılacak olursa israf ve savurganlık baş gösterir. Kerem ve cömertlikten ne zaman bir şey eksilecek olursa o takdirde cimrilik ortaya çıkar.

Öfkenin sınırı övülmüş kahramanlıkla beraber rezillikten ve eksikliklerden salim olmaktır. Öfke eğer kontrol edilemez ve sınır aşılacak olursa, bu sefer öfkelenen kimse haddi aşar ve zalimleşir. Gerektiği zaman ve orantılı bir şekilde gösterilmesi gereken öfkeden kısılacak olursa, bu durumda kişi pısırık, korkak ve rezil gibi sıfatlarla vasfolunmaya başlar.

Hırslı olmanın sınırı bu dünya işleri hakkında yeterlilik, kişi için kifayet edecek şeylere ulaşmış olmaktır. Bu ahlaki ölçüden bir şey eksilecek olursa hakirlik ve zayilik ortaya çıkar. Bu sınır ne zaman aşılacak olur da hırs çoğalırsa o zaman açgözlülük, tamah ve yerilen birçok şeylere rağbet ortaya çıkmış olur.

Tevazunun sınırı aşıldığında zillet ve aşağılanma durumu baş gösterir. Tevazunun ölçüsünden bir şey eksildiğindeyse bu hâl büyüklenmenin ve taaccübün önünü açar. Rahatlığın sınırı nefsin mubah şeylerle rahatlaması, idrak etme kuvveti, itaati ve faziletleri kazanmak, bunları yerine getirebilmek gücüne sahip olmak ve bu istikamette bulunmaktır. Öyle ki yorgunluk ve yorgunluğun izleri de zayıflayıverir. Rahatlıkla ilgili ahlaki sınırlar aşıldığındaysa atalet, tembellik, hantallık ve ziyan ortaya çıkar ve kişi birçok hayırları ve faydaları kaybeder. Bu ahlaki ölçü eksik bırakıldığında yorgunluğu arttırarak zarara sebep olur.

Şehvetin sınırı, kalbin ve aklın itaat zorluğundan rahatlaması, faziletleri kazanması ve bunları yerine getirmeye yardımcı olmasıdır. Eğer bu sınır aşılacak olursa o zaman açgözlü ve doyumsuz olur ki bu durumda kişi hayvanların derekesine yuvarlanıverir. Ne zaman ki bu sınırdan bir şey eksilecek olursa o takdirde zayıflar, acizleşir rezil ve zelil olur. Kahramanlık da böyledir. Kahramanlığın sınırı aşıldığında gerçek anlamda yıkım baş gösterir. Anarşi ve terör ortaya çıkar. Kahramanlığın ahlaki sınırı gereken yer, zaman ve pozisyonda öne çıkmak, aksi durumlarda ise velev ki oturmak dahi olsa emrolunan konumu muhafaza etmektir. Bu sınır eksik bırakılacak olursa bundan ürkeklik, korkaklık ve kalbin daimi huzursuzluğu ortaya çıkar.

İşlerin en hayırlı olanı orta yollu olanıdır. Bunun kuralı, sınırı ve ölçüsü de adalettir. Ahlakın kâmil ve övgüye değer olanı ile işlerin hayırlı ve güzel olanı ise ancak Tevhid ve Sünnet nizamında hayat bulup kalıcı olabilir.

Rasûlü’nü tevhid önderi ve mükemmel ahlak örneği olarak gönderen Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd ederiz. Güzel ahlakın tamamlayıcısı, öğreticisi ve eşsiz örneği Rasûlullah’a salât ve selam olsun.

 

 

[1]         .     2/Bakara, 35-39

 

[2]         .     7/Araf, 23

 

[3]         .     68/Kalem, 4

 

[4]         .     Müslim, İmam Ahmed

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver