Afganistan Aynasında Osmanlı ve Cumhuriyet Silueti

 

Osmanlı’da başını yeniçerilerin çektiği (Edirne vakası olarak da bilinen) bir darbeden sonra Sultan İkinci Mustafa hali edilerek yerine yine yeniçerilerin isteği üzerine Şehzade Ahmet, Sultan olarak tayin edilip tahta geçirildi.

Sultan Üçüncü Ahmet her tarafı isyancıların sardığı bir dönemde ilk birkaç yıl iç karışıklıklarla uğraşmak zorunda kaldı. Bilahare yetkin ve dirayetli bir sadrazam ve bazı komutanlarla beraber on yılı aşkın bir süre boyunca önce Ruslarla, sonra da Avusturyalılarla savaştı. Bu dönemde daha önce kaybedilmiş bazı kaleler ve topraklar yeniden geri alındı. Ruslarla yapılan Prut Anlaşmasından sonra Rus Çarı’nın karısı Katerina ile Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa arasında bazı dedikoduların uydurulması neticesinde bu başarılı Sadrazam görevinden uzaklaştırıldı. Avusturyalılarla yapılan savaşta da Damat Ali Paşa öldürülünce yerine Damat İbrahim Paşa Sadrazam olarak atandı.

Damat İbrahim Paşa Sadaret makamına getirildikten sonra Osmanlı Devleti’nde yeni bir dönem başlamış oldu. Daha önceki dönemlerde Osmanlı Devleti gazalar ve fetihlerle uğraşırken Damat İbrahim Paşa, kendi iktidarı döneminde İstanbul’da saraylar ve eğlence mekanları yapmaya başladı. “Lale Devri” denen bu dönemde artık cihadın yerini musıkî, mücahitlerin yerini de şairler almıştı. İleride değineceğimiz üzere Afganlarla yapılan mevzii savaş hariç, Osmanlı Devleti adetâ savaşı bırakmış, zevküsefaya dalınan yeni bir döneme girilmişti. Yeni köşkler ve saraylar yapılıyor ve buralarda her türlü eğlenceler icra ediliyordu.

Tarihte Pek Bilinmeyen

Osmanlı-Afgan Münasebetleri

Osmanlı-Afgan münasebetleri daha ziyade sulh üzere devam etmiş olsa da her iki taraf bazen de savaşmışlardır. Daha doğru bir ifadeyle Afganlar yine yurtlarını müdafaa etmek durumunda kalmışlardır. Aslında Osmanlı coğrafyası ile Afganistan’ın coğrafî konumunun birbirinden oldukça uzak olması, her iki tarafın karşılıklı ilişkilerini geliştirebilmesini zorlaştırmıştır. Osmanlı Devleti ile Afganistan arasında İran gibi büyük bir coğrafî, siyasî ve dinî engelin bulunması da bu münasebetin gelişmesini ve ilerlemesini adetâ imkânsız hâle getirmiştir.

Osmanlı Devleti ile Afganistan arasında yaşanan savaşlardan birisi de Osmanlı’da Lale Devri’nin en cafcaflı yıllarında vuku bulmuştur. O dönemde yaşanan siyasal ve diplomatik manevralar ve askerî rekabetler, savaşlar ve ittifaklar günümüzde şahit olunan sürece ne kadar da benziyor.

Afganistan Meliki Şah Mahmud öldürüldükten sonra yerine Eşref Hutaq geçti. Eşref Hutaq Afganistan Meliki olunca Şah Mahmud’un öldürülmesinden dolayı etrafındaki büyük aşiretlerden kimisi ondan şüpheleniyorlardı. Bu nedenle tahtında tam güvende değildi. Bu sırada, Osmanlı Devleti ve Rusya, İran’ı birlikte ele geçirme planları üzerinde çalışıyorlardı. İran Şahı Tahmasp Safevi, adıyla ve cesametiyle bir kral sayılıyordu ancak atalarından miras olarak aldığı tahtın hakkını verme çabaları zayıf ve yetersizdi. Osmanlı Devleti, Tiflis yakınlarındaki Kakit’i ele geçirirken savunmasız kalan Gilan ve Bakü de Rusların eline geçti.

İran Şahı, Osmanlılar ve Ruslarla anlaşmak için girişimlerde bulunsa da bu girişimleri sonuçsuz kaldı. Öyle ki, İran’dan İstanbul’a elçi olarak gönderilen Pers Prensi, diplomatik teamüllerin aksine bir elçi olarak değil, dilekçeci olarak kabul edildi ve İran devleti adına sunduğu teklifler reddedildi. Ancak Bakü düştükten sonra Rusların yazlık başkenti St. Petersburg’a giden Pers Prensi Ruslarla anlaşmaya varmayı başardı. Rus çarı, Pers Prensi’ne Derbend ile Bakü şehirleri ve Dağıstan, Şirvan, Gilan, Mezindaran ve Astarabad vilayetleri karşılığında (İran) ülkesindeki Afganları püskürtmek için yardım etmeyi kabul etti

Rusya’da (Günümüzde devam eden Astana görüşmelerini hatırlatırcasına) diplomatik müzakereler sürerken, Osmanlı Devleti İran yönündeki ilerleyişini artırmıştı. Kürdistan bölgesinin yanı sıra Yerevan, Nahcivan, Hoy ve Merğa şehirleri de ele geçirildi. Böylece Ermenistan ve Azerbaycan’ın büyük bir bölümü Osmanlı Devleti’nin kontrolüne girdi. Bu ilerleyişin ardından Osmanlı Devleti de İran ile bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre Osmanlı’nın ele geçirdiği bölgeler Osmanlı’da kalacak, Osmanlı da İran Şahı’na İran’ın geri kalan vilayetlerinde otoritesini sağlamlaştırabilmesi için yardım edecekti. Eğer Şah bunu kabul etmezse Osmanlı ilerlemeye devam ederek İran’ın önemli şehirlerini ele geçirecek ve Şah Tahmasp’ın yerine de bir başkasını İran Şahı yapacaktı. Şah Tahmasp bu teklifi kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Osmanlı, bu esnada bölgedeki Afganlardan gelen “İran’da hakimiyet kurma” tekliflerine olumlu bir karşılık vermedi.

Osmanlı-Afgan Savaşı

Eşref Hutaq, Afganistan’ın yeni hükümdarı olduktan sonra Afgan halkı zamanla onu benimsedi ve tüm aşiretler onun etrafında toplanmaya başladı. Bu sırada Rus Çarı Peter ölünce, karısı Katherina, eşi Peter’in yerine hükümdar (Çariçe) oldu. Çariçe Katerina hükümdar olduktan sonra İran’ın bir bölümünün Rusya’ya bağlanmasıyla yetinmedi. Hazar denizi kıyılarında da ilerlemeye devam eden Ruslar, bölgeyi pay etmek için Osmanlı ile yakın temaslar içerisindeydi.

Osmanlı Devleti, İran ile vardığı anlaşmalara istinaden Rusya’ya İran’daki Afganlara karşı beraber savaşma teklifinde bulundu. Eşref Hutaq da, Hilafet merkezi olan İstanbul’a kendilerine karşı savaşılmaması için bir elçi gönderdi. Osmanlı uleması, ehli sünnet Müslüman Afganlara karşı bir Hıristiyan gücün (Rusya’nın) yanında yer alınmasına karşı çıktılar. Bunun yanı sıra Şiî-Rafızî prenslere karşı otorite kuracak bir Sünni hükümdarla (Eşref Hutaq’la) savaşılmasına da tepki gösterdiler.

Osmanlı Sarayı’nın ileri gelenleri Rusya ile gerçekleştirilen ittifakın bir zorunluluk olduğunu ve Eşref Hutaq’ın Osmanlı sultanını tüm Müslümanların başı olarak görmeyi reddederek baği olup düşman saflarına katıdığını söyleyerek ulemayı kendi yanlarına çekmeye muvaffak oldu. Her iki taraf arasında savaşın kaçınılmaz hale gelmesiyle Eşref Hutaq’ın elçisi geri yollandı ve Merğa ile Kazvin’i ele geçiren Ahmed Paşa, İsfahan üzerine gönderildi.

Rusya Prenslerinden Dalgarouki de Hazar denizi kıyılarındaki Rus birliklerini komuta ediyor ve Osmanlı ordusunu desteklemek için ileri bir hamle yapmıyordu. İran Şahı Tahmasp da savaşa müdahale etmeyerek Mazindaran’da kaldı.

Afganistan’ın Meliki Eşref Hutaq’ın tahttaki ilk yılı iç yönetimini güçlendirmek, İsfahan’ı surlar ve iç kale ile tahkim etmek gibi işlerle geçirdi. İsfahan birkaç yıl önce Safevilerin başkentiyken Afganlar tarafından ele geçirilmiş ve önceki İran Şahı da bu esnada esir alınmıştı.

Osmanlı ordusu İsfahan’a yaklaşırken, Eşref Hutaq bölgedeki yolları tahrip ederek Osmanlı ilerleyişini yavaşlatmak istedi. Bu esnada Ahmed Paşa, Afganların sefalet içerisinde yaşayan bir halk olduğunu ve meşru bir hükümdarı devirdiklerini, Şah Hüseyin’i yeniden tahta çıkarmak üzere Osmanlı ordusunun geldiğini belirten bir mektubu Eşref Hutaq’a gönderdi. Bu mektuba çok öfkelenen Eşref Hutaq, elinde esir olarak tuttuğu İran Şahı Hüseyin’i öldürerek, kesik başını Osmanlı ordusu komutanı Ahmed Paşa’ya gönderdi. Bunun anlamı “Senin için yanımızda aynı akıbet var!” demekti.

Osmanlı ordusundan altı bin asker Ahmed Paşa’nın emriyle Afgan mevzilerini incelemeleri için keşfe gönderildi. Bu öncü birlik, yanlışlıkla Eşref Hutaq’ın kurduğu pusuya düşerek son askere kadar öldürüldü. Artık “düşman” olan Osmanlı’ya verdirilen bu kayıp Afgan askerlere cesaret verdi. O ana kadar saldırı pozisyonunda bulunan Osmanlı birlikleri ise ana kampın çevresine siperler kazarak savunma pozisyonuna geçti. Bu durumu fırsat bilen Eşref Hutaq, bazı Afgan Emirlerini Osmanlı ordugahına göndererek her iki tarafın da ehlisünnet Müslüman olduğunu, bu nedenle kan dökmenin haram olduğunu belirten ifadeler ile orduya hitap etmelerini söyledi. Osmanlı ordusunda Kürt ve Türklerden bazı askerlerin bu çağrıya uyması orduda karışıklığa neden oldu.

Rafızîlerin Gücünü Kıran Muhammedîlere Karşı Neden Savaşıyorsunuz?

Afgan Emirler Türk askerlerini, girdikleri savaşın meşru olmadığına inandırabilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Özel olarak görevlendirdikleri ulaklar bu aşamada bu fikirleri yaymada ve Osmanlı ordusundaki Kürt komutanların orduyla bütünlüklerini bozmada aktif olarak yer aldı. Bölgenin saygın dört âlimi de Ahmed Paşa’nın karargahına gönderildi. Bunlar Ahmed Paşa’ya tanıtıldığında içlerinden biri yüksek sesle şöyle haykırdı:

“Hükümdarımız Eşref, size sormamı istedi. Neden ilahî hükümlere itaat eden ve Rafızî Perslerin gücünü kıran Muhammedîlere karşı savaşıyorsunuz? Resûlullah’ın bir tâbisine karşı neden Hristiyan (Rus) prensleriyle birlik oluyorsunuz?”

İki taraf arasındaki görüşmeler henüz devam ediyorken ezan duyuldu ve Eşref Hutaq’ın saygın yardımcıları Türk subaylarla beraber namaza durdu.

Yapılan görüşmeler ve yaşananlar üzerine Osmanlı ordusundan birçok asker, dinlerinin hükümlerine aykırı olduğu hâlde Müslümanlara karşı savaşmayacaklarını belirterek ordudan ayrıldı. Tüm bunlara karşın Ahmed Paşa, Eşref Hutaq komutasındaki Afgan ordusuna saldırı başlattı.

Hutaq’ın ordusu sayıca az olmasına rağmen, saldırıdan kaçmadı. Kaynaklara göre Osmanlı ordusu yetmiş bin askerden müteşekkildi. Bunun yanı sıra Osmanlı ordusunda yetmiş parça top varken, Afgan ordusu otuz üç bin asker ve develer üzerindeki kırk arkebüz[1] silahından oluşuyordu. Afgan ordusu sayı yönünden azlığına rağmen dinlenmiş ve savaşa hazır, Osmanlı ordusu ise uzun mesafe kat etmiş ve yorgun, ayrıca ehli sünnet Müslüman bir halkla savaşacak olmaktan dolayı aralarına ihtilaf girmiş ve parçalanmış bir vaziyetteydi.

Osmanlı-Afgan savaşı sabahın erken saatlerinde Osmanlı toplarının atışlarıyla başladı. Afgan ordusu da arkebüzlerle bu atışlara karşılık verdi. Ardından Osmanlı ordusunun sağ kanadı, top atışlarıyla beraber saldırıya geçti. Üç defa tekrarlanan saldırı sonucu Osmanlı ordusu, öğlen üç sularında toplam on iki bin asker kaybıyla geri çekilmek mecburiyetinde kaldı. Ahmed Paşa Kirmanşah’a geri çekilirken onu kovalamayı sürdüren Eşref Hutaq, bazı Osmanlı toplarını ele geçirdi. Ahmed Paşa buradan da Bağdat’a geçti.

Müslümanların Malı

Başka Müslümanlara Ganimet Olmaz

1725-1727 yıllarında yaşanan savaştan galip olarak çıkan Afganistan Meliki Eşref Hutaq daha sonra Osmanlı ordusu komutanı Ahmed Paşa’ya bir elçi göndererek, tüm uyarılara rağmen hata eden Müslümanlardan ganimet almanın meşru olmayacağını ve kendisinin de bir hırsız değil, bir hükümdar olduğunu iletti. Bu doğrultuda ele geçirilen silahlar hariç malları ve zenginlikleri bunun yanı sıra alınan Osmanlı esirlerini de Ahmed Paşa’ya gönderdi. Eşref Hutaq’ın bu hareketi, Osmanlı Devleti tarafından müsbet karşılandı. Öyle ki Eşref Hutaq ismi Osmanlı sarayı ve çevresinde saygıyla anılmaya başlandı. Osmanlı Devleti Eşref Hutaq’a karşı saldırılara devam etmedi ve Osmanlı Sultanı’nı Müslümanların halifesi olarak kabul etmesi karşılığında onu İran topraklarına meşru lider olarak kabul etti. Osmanlı ile Afganların yaklaşık iki yıl süren savaşı böylece son bulmuş oldu.

Savaşın ardından varılan mutabakattan sonra gerek İran’ın siyasi otoritesini pekiştirmesi, gerekse Afganistan ve ötesinde yaşanan siyasi ve askeri gelişmeler, Afganların batıya doğru ilerleyişini, dolayısıyla Osmanlı Devletiyle ciddi bir temas kurmalarını engelledi. Ancak Osmanlı ile Afganistan arasındaki bağlar hiçbir zaman kopmadı. Bu ilişki; bir reaya/tâbi olma bağı şeklinde değil, iki kardeş halk arası münasebet şeklinde devam etmiştir. Osmanlı’nın yıkılma sürecine girdiği yıllarda Afgan halkı, “Hilafetin işgalden kurtulması” için kendi ülkesindeki İngiliz unsurlarına karşı baş kaldırmıştı. Sadece İslam coğrafyasının değil, dünyanın da en fakir halklarından biri olmasına karşın Afgan halkı, “Kurtuluş Savaşı” sırasında Anadolu’ya yüklü miktarda maddi yardım göndermişti.[2]

Cumhuriyetin Son Devrinde Afganistan’daki Türkiye

Uluslararası Haçlı Koalisyonu (ISAF) Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) 2001 yılındaki işgali sonrasında Afganistan’da ortaya çıkması muhtemel yeni bir cihadî dalgaya karşı kendi güvenliklerini sağlamak ve ülkenin askeri, idari ve hukuki alanda haçlı standartlara uygun yeniden yapılanmasını kontrol edip gözetlemek ve bu yönde gereken desteği sağlamak amacıyla oluşturuldu.

NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) komutasındaki ISAF’ın kuruluşu, bir başka uluslararası tağut olan Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin Almanya/Bonn Anlaşması’na dayanarak 20 Aralık 2001 tarihinde aldığı 1386 sayılı karara dayanır.

İlk olarak sadece başkent Kabil ve çevresinde Taliban ve El Kaide bağlantılı silahlı örgütlere karşı mücadele eden ISAF kuvvetlerinin görev alanının, 2003’ün ekim ayında Afganistan’da kukla Hamid Karzai liderliğindeki geçiş hükümetinin kurulmasıyla, ülke geneline yayılmasına karar verildi. Bu kararla ISAF 2006 yılına kadar belirli aşamalarla yeniden yapılanarak ülkedeki görev ve yetki alanını genişletti. Bu tarihten itibaren askeri operasyonlarına ağırlık veren ISAF’a toplam 49 ülke askeri güç ve idari personel olarak katkı sağlıyordu. Bunlardan yirmi yedisi NATO üyesi, on biri ise NATO üyesi olmadığı halde NATO’ya partner pozisyonunda hizmet etmekteydi.

Haçlı koalisyonunun lider ülkesi ABD doksan bin civarındaki askeriyle ISAF’ın yüz otuz bin kişilik askeri gücünün büyük bir kısmını oluşturmaktaydı. Bu ülkeyi yaklaşık dokuz bin beş yüz askerle İngiltere, beş bin askerle Almanya ve yaklaşık dörder bin askerle İtalya ve Fransa takip ediyordu. Türkiye de ISAF’a 2003 yılından beri katkı sağlayan bir NATO ülkesi ve Türk Silahlı Kuvvetleri halihazırda bin civarındaki askeriyle Afganistan’da Kabil ve Vardak’ta görev yapıyor. Türk askerinin ülkedeki başlıca görevi Kabil’de sorumlu olduğu bölgede iç güvenliği sağlamak, Vardak’ta ise Afgan güvenlik güçlerinin eğitimine destek vermek.

Afganistan’da 2002’den bu yana işgali kalıcılaştırma görevi yapan uluslararası haçlı koalisyonu ISAF misyonunu büyük ölçüde tamamladı ve yerini Kararlı Destek Misyonu’na (KDM) bıraktı. Aslında bu aldatıcı bir isim değişikliğinden başka bir şey değildir. Afganistan’da ortak işgal gücü bulunduran 48 ülkeden kırk dördü askerlerini tamamen çekti. Asker sayısını artıran tek ülke ise Türkiye oldu. Afganistan’da birkaç yıl öncesine kadar yüz kırk bin yabancı işgalci asker görev yapıyordu. Bu sayı bölgedeki yerel direniş gruplarının etkinliğini arttırması ve Afgan yerel polis ve ordu gücünün kademe kademe eğitilerek sahaya sürülmesine ve bunların sahadaki başarı ya da başarısızlık oranlarına göre değişebilmektedir. 2016 yılının başlarına kadar haçlı koalisyonunun askerî varlığı yaklaşık olarak otuz beş bine gerilemişti.

Yeni oluşturulan misyonda, Türkiye’nin yanı sıra ABD, Almanya ve İtalya yer alıyor. KDM’nin görev tanımı, “Savunma Bakanlığı’na bağlı Afgan Milli (!) Ordusu ile İçişleri Bakanlığı’na bağlı Afgan Milli (!) Polisi’nden oluşan Afgan Ulusal Güvenlik Kuvvetleri’ni eğitmek” olarak belirlendi. KDM’de yer alan yabancı askerler yapılan anlaşmalara (!) göre eğitim, yardım ve danışma görevlerini yürütmektedirler. Savaş, cinayet, talan, gelenek diye “baça bazi” adı altında erkek çocuklarının her türlü istismarı, uyuşturucu üretimi, sevkiyatı, dağıtımı ve ticareti, fuhuş ve daha nice iğrençlikler de artık bu yeni “Milli” ordu ve polisin görev ve sorumluluk alanına girmektedir.

Türk askerleri; Afgan Askeri Lisesi, Harp Okulu, Savunma Üniversitesi ile Komuta Kurmay Koleji’ne personel desteği vermekte ve Kâbil Eğitim, Yardım ve Danışma Komutanlığı aracılığıyla Afgan Ulusal Güvenlik Kuvvetleri karargâhları ile bakanlıklara danışmanlık yapmaktadır.

Hatırlanacağı üzere Rafızî İran devleti de Suriye ve Irak’ı mezbahaneye çeviren Şebbiha ve Haşdu’ş-Şabi çetelerine “danışman” ordusu gönderdiğini iddia edip durmaktadır.

Osmanlı bakiyesi, NATO üyesi, laik, demokrat ve Batı ittifakının ayrılmaz bir unsuru olarak Türkiye Cumhuriyeti, geçmiş tarihini adetâ yok sayarak, yurtlarını savunup haçlı işgalcilere karşı kurtuluş savaşı veren Müslüman Afganlara karşı Evanjelist Haçlılarla müttefik olarak Afganistan’da bulunmaktadır.

Osmanlı’nın 1725 yılında Ortodoks Ruslarla ittifakı, Cumhuriyet Türkiyesi’nin ise 2018’de Batılı Haçlılarla müttefikliği; hangi devirde olursa olsun devletler arası siyasetin (bazı istisnalar hariç) mutlak manada ulusal çıkarlar zemininde yürütüldüğü hakikatini göstermektedir. Türkiye’nin Afganistan’da muharip güç bulundurmadığı defaaten dile getiriliyor olsa da şer’î şerif açısından kabul edilemez olan bu durum apaçık ortadadır. Uluslararası Haçlı Koalisyonuyla beraber bulunuyor ve aynı ya da benzer amaçlara hizmet ediyor olmak da şer’î şerif nezdinde çok ağır bir cürümdür.

Eşref Hutaq gibi kalender, mücahit ve İslam’a ve ümmete bağlılıkta örnek bir şahsiyet bugün Afganistan’da iktidarda değil.

Türkiye’de de, NATO saflarında İslam ümmetinin iftihar vesilesi olan Afgan mücahitlere karşı asker göndermenin şer’an asla caiz olmadığını, Topkapı sarayındaki Divan-ı Hümayün toplantılarında Kubbealtını çınlatan Osmanlı uleması gibi yüksek sesle dillendirebilecek cesur ve cevval bir ulema yok maalesef.

Hasbunallahu ni’me’l vekil ni’me’l Mevla ve ni’me’n nasir…

Allah’a hamd, Resûlullah’a salât ve selam olsun.

Kaynakça

• Afgan-Fars Savaşları Tarihi, T.J. Krunsky

• Safevî Hanedanının Düşüşü ve Afgan Hakimiyeti, L.Lockhart

• Osmanlı Devleti Tarihi, C.13 Hammer

 

[1]        .     İlk olarak 15. yy.’da Fransa’da kullanılmaya başlanan çakmaklı/fitilli tüfek.

[2]        .     Bazı tarih metinlerinde gümüş ve altından oluşan bu yardımların Mustafa Kemal tarafından ileriki dönemlerde İş Bankası’nın kuruluşunda kullanıldığı bilgisi yer almaktadır.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver