Genel Davet Dönemine Dair Bazı Dersler

 

Risaletin ilk üç yılında Allah Rasûlü’nün ve bazı müslümanların çabaları ile birçok kimse İslam ile tanıştı. Hidayet nuru ile yolunu aydınlatmaya başladı. Müslüman olanlar Kureyş’in sadece belirli kabilelerine mensup değillerdi.

Mesela Ebubekir radıyallahu anh Teym, Osman radıyallahu anh Ben-i Umeyye kabilelerine mensup iken, Ali radıyallahu anh Ben-i Haşim, Abdurrahman İbni Avf radıyallahu anh Ben-i Zühre kabilelesindendi. Dahası Kureyş’in dışındaki kabilelerden de müslüman olanlar vardı. Abdullah İbni Mesud, Zeyd İbni Harise, Amr İbni Abese bu kimselerden bazılarıdır.

Farklı kabilelere mensup müslümanlar toplumun her tabakasından olmakla beraber çoğunluğu zayıf kimseler oluşturmakta idi.

İsimlerini siyer tarihinin kritik anlarında defalarca okuyacağımız bu ilk nesil oluşunca, Allah subhanehu ve teâlâ Peygamber’ine yeni bir aşamanın emrini verdi.

“Sana emrolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir! (Seninle) alay edenlere karşı biz sana yeteriz.” (15/Hicr, 94-95)

“(Önce) en yakın akrabanı uyar. Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir.” (26/Şuara, 214-215)

Meseleler

1. Müslümanların Zayıflığına ve Azlığına Sabretmek

Hak ve batıl mücadelesinde sünnetullahın bir gereği olarak, hakkın taraftarları sayı ve kuvvet bakımından her zaman az ve zayıftır.

“Sen ne kadar üstüne düşsen de insanların çoğu iman edecek değillerdir.” (12/Yusuf, 103)

“Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi (yahudileri) de, içini bereketle doldurduğumuz yerin doğu taraflarına ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Sabırlarına karşılık Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta olduklarını ve yetiştirdikleri bahçeleri helâk ettik.” (7/A’raf, 137)

“Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: “Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz.” ” (11/Hud, 27)

“Kavminin ileri gelenlerinden büyüklük taslayanlar, içlerinden zayıf görülen inananlara dediler ki: Siz Salih’in, Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz? Onlar da ‘Şüphesiz biz onunla ne gönderilmişse ona inananlarız dediler. Büyüklük taslayanlar dediler ki: “Biz de sizin inandığınızı inkâr edenleriz.”…” (7/A’raf, 75-76)

Birçok peygamberin ümmetinin bir elin parmağını geçmeyeceği, bazılarının ise tek başına diriltileceği yani hiç tabisinin olmayacağı hadislerde karşımıza çıkan bir hakikattir.

Mustazafların daha yoğun bir şekilde tevhid davetine icabet etmesi, Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem siretinin hemen başında da bariz bir biçimde görülmekte idi. Çoğunluğu kadın, çocuk ve kölelerin oluşturduğu ilk nesil, Müslümanların sabretmesi gereken başlı başına bir mesele idi.

İnsan doğası gereği aynı inancı paylaştığı birçok nüfuzlu kişinin yanında olmasını ister. Fıtri olan bu istek İslamî endişelerle birleşince sabredilmesi daha zor bir imtihan hâline gelir.

Davaya hizmet etmek isteyen her ferdin hayallerinde, daha fazla insana daveti ulaştırmak vardır. Ancak o, bu projesinin hayata geçebilmesinin insan gücü ve maddi kaynaklarla alakalı olduğunu düşünür.

Düz bir mantıkla hareket edildiğinde gerçekten de, Ebubekir’in radıyallahu anh İslamî harekete katkısı ile Habbab’ın radıyallahu anh katkısı aynı değildir. Daha da ileri gidilse Habbab’ın katkısı bir yana İslamî mücadeleyi içe dönük olarak yavaşlattığı dahi iddia edilebilir.

Asıl sorun ise bu düşünce tarzından sonraki adımlardır. Eğer İslam davasına hizmet eden kişi zihin kodlarına bu düşünceyi yerleştirerek hareket ederse, çok ciddi menhecî sapmalar kapıda demektir.

Hemen akıllara ‘Toplumun üst tabakasındaki kişileri bu davaya katmak için ne yapmalıyız?’, ‘Acaba bazı şeyleri ilk başta anlatmasak olmaz mı?’, ‘İmkansızlıkları aşmak için bazı eylem ve söylemlerimizi yumuşatıp konum elde edemez miyiz?’ gibi sorular üşüşmeye başlar.

Zaten böyle vesveselere kapı birkez aralandı mı, geçici olarak yürürlüğe konan yöntemler bir süre sonra menhecin değişmez kaideleri hâline geliverir.

Bir bakılır ki, ‘davaya hizmet’ adı altında küfürler ve haramlar mübahlaşmış. ‘İslam daha fazla kişiye ulaşsın’ diye çıkılan yolda sadece garibanlara dinin hükümlerinin anlatıldığı, imkan sahiplerine ise asla uyarı yapılmadığı, onların sadece övüldü camialar oluşmuş…

Elbette bu sapmayı başlatan düşüncenin temelinde dinden izzet alamamak ve hakkın ölçüsünden haberdar olamama vardır.

Hak, sayı ile belirlenmez. İtikadı ve menheci bozuk yüzlerce ensesi kalın, ‘Ahad’ sözüyle dünyayı elinin tersi ile itmiş dünyevi pencereden bakıldığında hiçbir vasfı olmayan Bilal’in radıyallahu anh yanında solda sıfırdır.

Maalesef günümüzde kalabalıkların büyüsüne kapılıp, asli ölçüleri arka plana atmak İslam ümmetini bütünüyle sarmıştır. Artık insanlar cemaatleri itikadi ve menheci hassasiyetlerle değil, sayı ve nüfuzlarını dikkate alarak değerlendirmekte, ona göre ‘takımını’ seçmektedir.

Güç, kuvvet ve izzet Allah’ın yanındadır. Mümin, imanı oranında bu güçten ve izzetten faydalanır.

Müslümanın zayıflığa ve azlığa sabretmesi aynı zamanda tevekkülünü artırır. Kişi sadece Allah’ın yardımı ile adım atabileceğini, O’nun subhanehu ve teâlâ inayeti olmadan hiçbir evrenin tamamlanamayacağını görür ve buna yakinen iman ederse en büyük mertebelerden birisi olan tevekküle ulaşmış olur.

Sonuç olarak müslüman, hem zayıflığın ve azlığın oluşturduğu mahkumiyete karşı hem de bu imtihanın sonucunda şeytanın verdiği vesveselere karşı savaşmalı ve sabırlı olmalıdır.

Konumuzu tamamlamadan önce etrafına ve batılın taraftarlarına bakıp ümitsizliğe düşen, kendini yalnız hisseden kardeşlerimize bir gerçeği hatırlatmak isteriz.

Çevrenizde sizler gibi düşünen insan ne kadar az olursa olsun bizler asla yalnız değiliz. Koca bir kainat hiç durmaksızın bizimle beraber Rabbi’mizi birlemektedir.

“Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah’ı tesbih eder. O, üstündür, hikmet sahibidir.” (61/Saf, 1)

“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.” (17/İsra, 44)

“Gök gürültüsü Allah’ı hamd ile tesbih eder. Melekler de O’nun heybetinden dolayı tesbih ederler. Onlar, Allah hakkında mücâdele edip dururken O, yıldırımlar gönderip onlarla dilediğini çarpar. Ve O, azabı pek şiddetli olandır.” (13/R’ad, 13)

“Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kuşların Allah’ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi duasını ve tesbihini (öğrenmiş) bilmiştir. Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir.” (24/Nur, 41)

“Böylece bunu (bu fetvayı) Süleyman’a biz anlatmıştık. Biz, onların her birine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik. Kuşları ve tesbih eden dağları da Davud’a boyun eğdirdik. (Bunları) biz yapmaktayız.” (21/Enbiya, 79)

Ayetleri tefekkür ettiğimizde garipliğimizi unuturuz. Gözümüzü çevirdiğimiz her yerde kendimize dost ve yoldaş bulmanın mutluluğunu yaşarız. Rabb’imizi tesbih ederek kainatın ahengine ayak uydururuz.

Öyleyse bırakalım kalabalıkları ile böbürlenenler bir süre daha oyalansınlar. Şüphesiz ki güzel akibet takva sahiplerinindir.

2. İslam Davetine Genellikle Zayıfların İcabet Etmesinin Hikmetleri

Diğer ümmetlerde olduğu gibi Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem davetine de çoğunlukla toplumun alt tabakasından insanların tabi olmasının bazı sebepleri vardır.

Öncelikli neden İslam’ın hayatın her alanına müdahil olması ve kişiye heva ve hevesine göre değil Allah’ın sınırlarını gözeterek yaşamasını emretmesidir.

İmkan sahibi birisinin hayatını baştan başa değiştirmesi anlamına gelecek olan bu seçim çok az kişi tarafından yapılabilmiştir. Zayıf olan kişilerin ise ellerinin tersiyle itecekleri imkanlar zaten sınırlıdır. Dolayısıyla maddi imkanların hidayet ile aralarında engel oluşturma ihtimali oldukça düşüktür.

Aynı şekilde toplumun üst tabakasındaki kişilerin kibri de onları Allah ve Rasûlü’nün emrine icabet etmekten uzaklaştırmaktadır. Çünkü onlar İslam’ın çağrısına uydukları anda aynı mecliste bulunmayı ar olarak gördükleri kişiler ile aynı safı paylaşacaklarını, aynı haklara sahip olacaklarını, aynı mahkemelerde yargılanacaklarını çok net bir şekilde bilmektedirler. Daha da önemlisi cahiliyelerinde insan yerine koymadıkları kişilerin başlarına emir tayin edilebilme tehlikesiyle sürekli karşı karşıya kalacaklardır. Zayıf olanların ise doğal olarak bu tarz endişeleri olmayacaktır.

Son bir sebep olarak şunu söyleyebiliriz:

Toplumun elit tabakasındaki kişiler olaylara yön vermeyi, takip edilmeyi ve sözlerinin dinlenilmesini isterler. Hayatları boyunca bulundukları durum onları bu vasıf ile içli-dışlı yapmıştır. Ancak müslüman olmaları hâlinde onların sözlerinin dikkate alınacağı şüphelidir. Cahiliyede genellikle çıkarlarına uygun yönlendirmeler yaptıklarını ve bu alışkanlıklarını İslam olduktan sonra da sürdürmeyi düşündüklerini varsayarsak görüşlerinin hiç kâle alınmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

İmkan sahibi kişiler İslam’a girerken ya da herhangi cemaate dahil olurken cahiliyelerindekine benzer bir konum elde edebilmek için bazı şartlar ileri sürmemeli ya da bu yönde bir beklentiye girmemelidirler.

Kişi, İslam kapısından içeri girerken bütün kirlerinden arınmalı ve cahiliye ahlaklarını terk etmesi gerektiğini bildiği gibi cahiliye ölçülerini de terk etmelidir. Konumunun, eğitim düzeyinin, maddi imkanlarının, tanınmışlığının ona artı puan getireceğini, onu ayrıcalıklı kılacağını kesinlikle düşünmemelidir.

Yapıların sorumluları da bu hususa özellikle dikkat etmeli, tabileri arasında ayrım yapmamalı eğer derecelendirme gerekiyorsa rahmani ölçülere başvurmalıdır.

Saydığımız hastalıkları taşıdığı fark edilen kişiler vakit kaybedilmeden nasihat vb araçlarla tedavi edilmeye başlanmalıdır. Tedaviye cevap vermeyen kişiler ise daha fazla müslümanın kalbini kırmadan ve davanın bereketini kaçırmadan çalışmalardan hemen uzaklaştırılmalıdır. Dünyevi gözlüklerle bakıldığında faydalı gibi gözüken vasıfları, bu kişilere yapılması gereken muamele hususunda zihinlerde tereddüt oluşturmamalı ve ayrılma süreci en kısa sürede tamamlanmalıdır.

Aksi hâlde insanlar rahmani olmayan ölçülere göre tasnif edilecek, ders programları ona göre ayarlanacak ve sonuç itibariyle kimse ürkütülmeden nabza göre şerbet vererek güya İslam’a hizmet edilecektir. Bu tarz kişiler davanın zorluklarını hiç tatmadan rahatlık anında sürece dahil olmalarına rağmen her hususta söz sahibi olacak, dahası fikirlerinin bir öneri olarak değil emir olarak değerlendilmesini isteyeceklerdir.

Elbette ortaya çıkacak bu tablodan ne Allah subhanehu ve teâlâ hoşnut olacak ne de bahse konu yapının Peygamberin sallallahu aleyhi ve sellem ashabına benzeme ihtimali belirecektir.

Unutulmamalıdır ki, bu dava Allah’ındır ve bizim değil ancak O’nun subhanehu ve teâlâ istedikleri bu davaya hizmet etmeye layıktır. Biz yeter ki rabbani kriterlere uygun bir topluluk oluşturmak için çabalayalım. Muhakkak Allah daha hayırlı kapılar açarak imkanları çoğaltacaktır.

3. İlk Müslümanların Diğerlerine Olan Üstünlüğünün Menhece Bakan Yönü

Maddi imkanların, eğitim düzeyinin ya da cahiliyedeki konumun insanları değerlendirmede ölçü olmadığını söylediğimizde akla hemen şu soru gelecektir:

‘Peki hangi müslümanın daha değerli olduğunu nasıl tespit edeceğiz?’

Bunu belirlemenin en net yolu takvadır. Müslümanların en değerlisi, en takvalı olanıdır.

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (49/Hucurat, 13)

Ancak takva kalbin amelidir. Her ne kadar zahire yansıyan bazı alametleri olsa da tam manasıyla tesbiti zordur. O yüzden başka ölçülere başvurmak mecburiyetindeyiz.

İşte tam bu noktada ilk nesil müslümanlara ayrı bir parantez açmak mecburiyetindeyiz.

Mekke’de tüm olumsuzluklara ve zorluklara rağmen iman eden, Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem ashab olan ilk nesil, Allah ve Rasûlü tarafından övülmüş ve sonrakilere nazaran daha üstün olarak değerlendirilmişlerdir.

“Ne oluyor size ki, Allah yolunda harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Elbette içinizden, fetihten önce harcayan ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlara eşit değildir. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah hepsine de en güzel olanı vâdetmiştir. Allah’ın yaptıklarınızdan haberi vardır.” (57/Hadid, 10)

Ayetteki ayrımın hikmetlerini en iyi anlayan Allah Rasûlü de ashabına bu ölçü ile muamele etmiş, iman etme vakitleri arasında fark üç-dört yıl olan kişilerde dahi bu uygulamadan vazgeçmemiştir.

Ebu Derda radıyallahu anh rivayet etmiştir: “Rasûlullah’ın yanında oturuyordum. Baktım ki Ebu Bekir elbisesinin eteklerini dizleri görünecek kadar kaldırmış olarak geldi. Rasûlullah dedi ki: “Bu arkadaşınız biriyle çekişmiş olmalı.” Ebu Bekir selam verdi ve şöyle dedi: ‘Ömer’le aramızda bir şey geçti, üzerine yürüdüm, sonra pişman oldum. Kendisinden af diledim ancak kabul etmedi. Onun için koşup sana geldim.’

Bunun üzerine tam üç kere: ‘Ey Ebu Bekir, Allah seni bağışlasın’ dedi. Bilahare Ömer pişman olup (özür dilemek için) Ebu Bekir’in evine geldi. Dedi ki: ‘Ebu Bekir evde mi?’ ‘Hayır’ dediler. Bunun üzerine hemen Rasûlullah’a geldi. Rasûlullah’ın yüzü öfkeden dolayı iyi görünmüyordu. Bu hâl Ömer’i korkuttu, hemen diz çöküp şöyle dedi: ‘Ya Rasûlullah! Ben kalbimden iki kere vuruldum…’ Bunun üzerine Rasûlullah (iki kere) şöyle buyurdu: “Allah beni size peygamber olarak gönderdi de başlangıçta bana ‘Sen yalancısın’ dediniz. Ama Ebu Bekir ‘O doğru söylemiştir’ dedi ve gerek canı, gerekse malı ile bana yardımcı oldu. Bu arkadaşımı rahat bırakacak mısınız?”

Allah Rasûlü’nün bu sözünden sonra ona artık hiç eziyet edilmedi.” (Buhari)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem İslam’a ilk olarak giren ve her halükârda kendisini ve getirdiklerini tasdik eden Ebu Bekir’i radıyallahu anh, Ömer radıyallahu anh gibi bir sahabeye takdim etmekte, faziletli olduğunu beyan buyurmaktadır.

Buna benzer bir başka örnek de Aişe radıyallahu anha validemizden nakledilen şu hadistir:

‘Rasûlullah’ın hanımlarından hiçbirisini Hatice kadar kıskanmadım. Aslında onu görmüş de değilim. Ama Rasûlullah durmadan onun adını anardı. Çoğu kez koyun kestiğinde, ondan bir parça kesip ayırır ve Hatice’nin dostlarına gönderirdi. Bazen ona şöyle derdim: ‘Sanki dünyada Hatice’den başka kadın yok.’ O da: ” Onun gibisi var mıydı? O şöyleydi, o böyleydi. Çocuklarım ondan olmuştur.” derdi.’ (Buhari, Müslim, Tirmizi)

Halid bin Velid radıyallahu anh ile Abdurrahman bin Avf radıyallahu anh arasında yaşanan bir münakaşanın akabinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“Ashabıma kötü söz söylemeyin.” (Buhari, Müslim)

Halid bin Velid’in Hudeybiye’den sonra müslüman olduğu hatırlandığında Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem gösterdiği bu tavır daha iyi anlaşılacaktır.

Öyleyse İslamî hareket içinde fertler arasında bir tasnif yapılacaksa sıkıntı anında meydanda olan, zorluklara göğüs geren kişiler her halükârda daha üstün olarak değerlendirilmelidir.

4. Davetin Akabinde Ortaya Çıkacak İki Farklı Taifeye Yapılacak Muamele

Allah’ın Peygamberi’ne açık davet ile ilgili verdiği emirler aynı zamanda davet sonucunda ortaya çıkacak iki farklı taifeye nasıl muamele edilmesi gerektiğini de belirlemektedir.

“Sana emrolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir! (Seninle) alay edenlere karşı biz sana yeteriz.” (15/Hicr, 94-95)

“Önce en yakın akrabanı uyar. Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir.” (26/Şuara, 214-115)

Tevhid, insanların arasını ayırdığı anda irad eden ve hakkı görmemek için direnen kafirlerden yüz çevrilmelidir. Özellikle tebliğin asla fayda sağlamayacağı kişilerin anlatıldığı ayetler tespit edilmeli, kalplerine kilit kurulmuş bu insanlarla özel muamele ederek vakit kaybedilmemelidir. Onlara harcanacak enerji, tağutların her türlü baskısını omuzlarında hisseden müminlere şefkat ve merhamet olarak yöneltilmelidir.

İslamî yapılar bazen bu dengeyi tutturamayınca içe dönük sorunlar birikmekte ve hiç akla gelmeyen neticeler oluşmaktadır.

Özellikle davete ağırlık verildiği ve her türlü yol ile insanlara ulaşmaya çalışıldığı vakitlerde, zaman darlığı bahanesiyle iç problemler görmezden gelinmekte ve kardeşlerin sıkıntılarının dinlenilmesi geri dönülmez noktalara gelinceye kadar ertelenmektedir.

Allah’ın subhanehu ve teâlâ emrettiği şekilde kanat gererek, sorunları zamanında dinleyerek ve çözüm bulmaya çalışarak hareket etmek, aslında davete yapılabilecek en büyük katkıdır. Çünkü bir müslümanın sıkıntısına zamanında müdahale edilmesi nedeniyle istenilmeyen pozisyonlara düşmesi tüm yapıyı etkileyebilecek bir problemdir.

O yüzden cemaatler kendi fertlerine yönelik ‘rahmet’ kapsamında değerlendirilebilecek tüm adımları da davet çalışmasının bir parçası olarak görmelidir.

Sonuçta davet dediğimiz süreç kişinin hidayeti ile son bulmamaktadır. Sadece yeni bir görünüm kazanmaktadır. Günümüzdeki yapılar muhatapları ile yoğun bir şekilde uğraşmakta ama karşı taraf İslam’ı kabul edince bir anda ilişki sıradanlaşmaktadır. Halbuki Şuara suresinin ilgili ayetinde de belirtildiği üzere süreci bitmemeli, merhamet eksenli bir ilişki son ana kadar devam etmelidir.

Maalesef Kur’an ve Sünnet’in hakikatini tam olarak idrak edemediğimiz için bu hususta da ölçüyü tutturamamaktayız. Her davetçi ve aynı zamanında farklı vesileler ile kardeşlerinden sorumlu olan kişi, zikrettiğimiz ayetleri ve şeriatın muradını kulaklarına küpe etmelidir. İki taife ile de muamelesinin Rabb’inin emirlerine uygun olmasına dikkat etmelidir.

Bu vesileyle konumuzla alakalı olarak çokça karşılaştığımız durumlardan birisine değinmek istiyoruz:

Davetçi İslam ahlakına uygun olarak tebliğini yapmakta ve muhatabına elinden geldiğince yumuşak davranmaktadır. Çoğu zaman hakaretlere ya da çeşitli imalara maruz kalmakta ama sırf diyaloğu kişiselleştirip hidayetin önüne engel olmaması için bunları görmezlikten gelmektedir. Yeri geldiğinde iki-üç kelam edebilmek için saatlerce anlamsız şeyleri dinlemek zorunda kalmaktadır. Söz sırası kendine geldiğinde ise defalarca lafı kesilmekte ve sabır sınırlarının hepsi zorlanmaktadır.

İşte hemen hemen her tebliğ çalışmasında bunlarla karşılaşan ve tutumunu bozmayıp sabrı kuşanan davetçi, sorumluluğu altındaki bir kardeşin yanlış bir davranışında bambaşka bir insan olup çıkmaktadır.

Nerede rıfk, nerede şefkat ve merhamet? Acaba bu kardeşin beş dakika önce konuştuğun ve Allah’a karşı işlenilebilecek en büyük cürmü gerçekleştiren müşrikten daha kötü ne yapmış olabilir?

Akıllara hemen Allah Rasûlü’nün ashabına kızdığı sahneler gelebilir. Elbette her kaidenin bazı istisnaları vardır. Yeri geldiğinde neden Allah Rasûlü’nün öyle davrandığını, aslında Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem o fiillerinin de rahmetin bir parçası olduğunu anlatacağız. Fakat günümüzde işler tersine dönmüş, kaba ve sert muamele asıl; merhamet ve şefkat ise istisna hâline gelmiştir.

Sorumlu kardeşler bu yanlış muamelelerine bahane bulmak yerine nasıl değişebilecekleri üzerine tefekkür etmelidirler ve muhataplarından anlayış bekleyebilmek için öncelikle samimi adımlar atmalıdırlar.

Sonuç olarak; müslüman vahyin ışığında Nebi’sinin rehberliğinde dini anlayan ve yaşayandır. Öyle ise zikrettiğimiz ayetlerdeki emirleri unutmamalı, Allah Rasûlü’nün ayetleri nasıl pratiğe döktüğü, siretine bir bütün olarak bakılarak tesbit edilmeli ve hayata geçirilmelidir.

Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd etmektir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver