Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a, salât ve selam O’nun Rasûlü’ne olsun.
Risalet görevini yüklenen Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Alak, Müddessir ve Müzzemmil surelerindeki emirleri yerine getirmek için harekete geçti. İnsanları Allah’ın subhanehu ve teâlâ dinine davet etmede hem kendini hem de muhatap kitleyi ahlaki güzellikler ile donatmak için çabalamaya başladı. Bu çabanın ilk meyvesi, ‘İlk Müslümanlar’ olarak adlandırılan ve İslam davasında lokomotif vazifesi görecek kişilerin İslam’a girmesiydi.
Siyer kitaplarında ilk Müslümanların sayısı, isimleri ve İslam’a giriş kıssaları ile alakalı farklı farklı rivayetler mevcuttur. Biz elimizden geldiği kadar toparlayıcı davranarak hepsini zikretmeye çalışacağız.
İlk Müslümanları kaba bir tasnife tabi tutacak olursak üç sınıfa ayırabiliriz:
• Allah Rasûlü’nün ehlinden olanlar.
• Ebubekir’in daveti ile Müslüman olanlar.
• Allah Rasûlü’nün ehlinden olmayıp da onun daveti ile İslam’a girenler.
a) Allah Rasûlü’nün Ehlinden Olanlar
Allah Rasûlü’ne ilk iman etme şerefine nail olan kişi Hatice annemizdir. Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem kişiliğine, ahlakına, insanlarla muamelesine en yakın şahitlik eden Hatice radıyallahu anha, risalet görevi ile görevlendirilen eşine hiç tereddüt etmeden iman etmiştir.
Onun imanı basit bir mesele değildir. Çünkü kişi, bazen kendisinden dahi şüpheye düşeceği, bir çok vesvese ile muhatap olacağı, o zaman diliminde sağlam bir sığınak isterse işte Allah Rasûlü için o sığınak evi, Hatice annemizin teselli ve destek cümleleriydi.
Allah Rasûlü de bu durumun farkında olduğu için, onun vefatından sonra yokluğunu çok hissetmiş, çok sonralar, Hatice annemizi hatırlatacak küçük emarelerde dahi farklı bir heyecan yaşamıştır.
Aişe annemiz rivayet ediyor:
“Hatice’nin kız kardeşi Hâle binti Huveylid, Rasûlullah’ın yanına gelmek için izin istedi. Rasûlullah, (Sesleri birbirine benzediği için.) Hatice’nin izin istediğini anladı (sandı). Buna çok sevindi ve hoşnut oldu. Bunun üzerine Rasûlullah: ‘Ey Allah’ım! Bu, Huveylid kızı Hâle’dir.’ dedi. Ben o zaman çok kıskandım ve şöyle dedim: “O andığın kişi Kureyş’in yaşlı kadınlarından biridir. Yaşlılıktan dişi düşmüş, epey zamandır da vefat etmiştir. Allah onun yerine ondan daha iyisini verdi.” ( Muttefekun Aleyh)
Hatice annemizin kendisine ve doğal olarak da İslam davasına hizmetini hiç bir zaman unutmayan Allah Rasûlü, her fırsatta onun faziletlerinden bahsetmiştir.
“Halk beni inkar ettiği zaman o bana inandı, halk beni yalanladığında o beni tasdik etti. Halk beni mahrum ettiğinde o beni malına ortak etti. Kadınlar beni evlattan mahrum ettiği zaman Allah bana ondan evlat nasip etti.” ( İbni Abilber)
“Hatice bu ümmetin kadınlarının en hayırlısıdır.” ( Muttefekun Aleyh)
Allah Rasûlü ondan nasıl övgü ile bahsetmesin ki? Allah subhanehu ve teâlâ dahi Cibril vasıtası ile ona selam göndermiş, fazileti böylece semâdan da tasdik edilmiştir.
“Cebrail aleyhisselam Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem yanına gelerek şöyle söyledi: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, işte Hatice, içinde katık yiyecek ya da içecek olan bir tabakla sana geliyor. Yanına geldiğinde hem Rabbinden hem de benden ona selam söyle ve onu cennette altından yapılmış bir evle müjdele, o evde ne gürültü, patırtı ne de afet, hastalık ve yorgunluk vardır.” ( Muttefekun Aleyh)
Hatice annemizle beraber Allah Rasûlü’nün çocukları da İslam’ı ilk kabul eden taife içerisinde idiler. Elbette bunda Allah Rasûlü’nün ailesi ile yakından ilgili olmasının etkisi büyüktür.
Risalet görevi ile müşerref olmadan önce hem putlardan hem de ahlaki bozukluklardan uzak bir şekilde yaşamak için uğraşan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, bu yaşantısını kendisi ile sınırlandırmamıştır. Ehline de hassasiyetlerini ve bu hassasiyetinin gerekçelerini anlatmış, elinden geldiği kadar onları da cahiliyenin kazandırdıklarından uzak tutmaya çalışmıştır. Çabaları risalet görevi ile beraber meyvalarını vermiş ve alt yapısı hazır olan aile fertleri İslam’a girmekte tereddüt yaşamamışlardır.
Maalesef onun sallallahu aleyhi ve sellem izinden gittiğini söyleyen günümüz Müslümanları aileye önem verme hususunda sünnetten uzak bir görüntü ortaya koymaktadırlar. Yaşadıkları toplumdaki bütün fertlere daveti ulaştırmakla alakalı projeler üretip kafa patlatanlar, hiçbir ilişkileri olmamasına rağmen ‘Belki Müslüman olur’ düşüncesiyle farklı farklı kişilerle saatler geçirenler, eve geldiklerinde otele gelmiş gibi davranmaktadırlar. Arkasını sağlama almadan düşmana var gücü ile saldıran bir ordunun akibeti ne ise, böyle Müslümanların karşılaşacakları durum da odur.
Aile ile ilgilenme, onları İslam davasına hizmete dahil etmek için bir eğitim programı takip etme, hem kişiye hem de İslam toplumuna fayda sağlayacaktır.
Evin kişiye faydası, cahiliye toplumundaki insi ve cinni şeytanların gece ve gündüz süren saldırılarına karşı bir sığınma yeri olmasıdır. Eğitilmemiş, davaya hizmet bilincinden uzak, fedakarlık değil rahatlık isteyen bir eşin; cahiliyeden sadece okullara gönderilmeyerek koparıldığı düşünülen bir çocuğun, bırakalım Müslümanlara destek olmalarını, bilakis vesveseleri ayyuka çıkartacaklardır.
Kişinin gönlü rahat değilse bedeninin sıhhati ne işe yarar ki?
Aynı zamanda aile, İslam toplumunun temelidir, en küçük yapısıdır. Ondaki hayır, şer, toplumun tüm katmanlarını direkt etkiler.
Elbette ailenin eğitiminin kişiye ve topluma etkilerini daha fazla anlatmak mümkündür. Fakat asıl konumuz olmaması nedeniyle bu kadarla yetiniyoruz.
İlk İslam’a girenlerden Allah Rasûlü’nün ehli olarak kabul edebileceğimiz kişlerden birisi de Ali’dir. Onun vahiy, nûbüvvet, ilk Müslümanların yaşaması gibi bir çok hayrın toplandığı eve dahil olmasının serüveni, İbni Hişam’ın siyerinde şöyle geçmektedir:
“Kureyş’e şiddetli bir kıtlık ve açlık isabet etmişti. Ebu Talib’in bakmakla yükümlü olduğu kişiler kalabalıktı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem o sıralarda Ben-i Haşim’in varlıklılarından olan amcası Abbas’a dedi ki:
“Ey Abbas! gerçekten kardeşin Ebu Talib kalabalık bir aileye sahiptir. İşte şu gördüğün kıtlık insanlara isabet etmiştir. İkimiz beraber Ebu Talib’e gidip onun oğullarından birini ben, birini de sen alıp onlara bakmak suretiyle onun üzerinde bulunan aile kalabalıklığını hafifletelim.”
Abbas dedi ki:
“Evet, kabul ediyorum.”
Bunun üzerine ikisi de Ebu Talib’e giderek yanına vardılar. Ona dediler ki:
“İnsanların içinde bulunduğu bu zor durum gidinceye kadar, biz senin üzerinde bulunan aile yükünü, sana yardım ederek hafifletmek istiyoruz.”
Ebu Talib ise onlara dedi ki:
“Bana Akil’i bırakmak şartı ile istediğinizi alın.”
Bu söz üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ali’yi, Abbas da Cafer’i aldı. Allah, Rasûlullah’ı nebi olarak gönderince de Ali, Rasûlullah’ın yanında ona iman etti, onu tasdik etti.”
Ali’nin radıyallahu anh İslam’a girmesi ise Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ile Hatice’nin radıyallahu anha namaz kılmalarına şahitlik etmesi ile gerçekleşti:
“Allah Rasûlü Hatice ile namaz kılarken Ali bunları gördü ve yaptıklarının ne olduğunu sordu.
Allah Rasûlü de ona:
“Bu, Allah’ın seçtiği Rasûlü ile bildirdiği dinidir. Ben seni ibadette ortağı olamayan Allah’a imana ve O’na ibadete davet ediyorum. Şu lat ve uzzayı da inkara ve reddetmeye çağırıyorum.” dedi.
Ali hemen kabul etmeyip:
“Bu daha önceden duymadığım birşey. Babama danışmadan karar vermek istemiyorum.” dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ise henüz açıktan davete başlamamış olduğundan bunun açıklanmasını hoş görmedi ve Ali’ye:
“Ey Ali! ya Müslüman ol ya da İslam’a girmesen bile bu meseleyi gizli tut. Kimseye anlatma.” dedi.
Ali radıyallahu anh o gece düşündü ve kendi kendine şöyle dedi:
“Allah beni yaratırken babama danışmadı. Ben Allah’a ibadet etmek için niye babama danışacağım ki?”
Allah subhanehu ve teâlâ onun kalbini İslam’a açtı. Sabah olur olmaz Allah Rasûlü’ne gelerek:
“Ey Muhammed! Benden ne yapmamı istemiştin?” dedi. “Allah Rasûlü de:
“Allah’tan başka ibadete layık ilah olmadığına, O’nun eşi ve benzeri bulunmadığına şehadet etmeye, Lat’ı ve Uzza’yı inkar edip tanımamaya ve Allah’tan başka ibadet edilenleri reddetmeye çağırıyorum.” Ali radıyallahu anh de bunları kabul edip Müslüman oldu.
Ali radıyallahu anh Ebu Talib’ten korktuğu için İslam’ı kabul ettiğini bütün insanlardan gizledi ve onu açığa vurmadı. İslam’ı öğrenmek için gizli gizli Allah Rasûlü’ne gidip geldi.” (İbni İshak)
Allah Rasûlü ile beraber yaşayıp da İslam’a ilk girenlerden sonuncusu ise Zeyd bin Harise’dir. Hatice annemizin hediyesi olan bu köleyi azad eden Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem daha sonra da onu evlat edindi. Risaletten önce Zeyd’in babası gelip çocuğunu almak isteyince Allah Rasûlü onu muhayyer bıraktı. Zeyd ise Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem evinde kalmayı tercih etti. Allah’ın subhanehu ve teâlâ onu muvaffak kıldığı bu tercih, Zeyd için hayır kapılarının sonuna kadar açılması demekti.
Allah Rasûlü’nün ev ahâlisinin hemen iman etmelerinde aslında şaşılacak çok fazla birşey yoktur. Çünkü onun sallallahu aleyhi ve sellem ahlakını bilen en azılı müşrikleri dahi iki-üç sefer düşünmeye iten davet, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile sürekli vakit geçirenler için tereddütsüz kabul edilecek bir çağrı idi. Ve onlar hidayete kalplerini açmakta gecikmediler.
b) Ebu Bekir’in Daveti ile Müslüman Olanlar
İlk Müslümanların içinden ikinci bir sınıf da, Ebu Bekir’in radıyallahu anh anlatması ile İslam’ı kabul eden kişlerden oluşur.
Ebu Bekir radıyallahu anh cahiliye hayatında da Allah Rasûlü’nü tanıyor idi. Allah Rasûlü’nün katıldığı ve toplumun ahlaki, itikadi sorunlarının konuşulduğu meclislerin müdavimlerindendi. Risalet görevini yüklenen Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem insanları bir dine çağırdığını duyan Ebu Bekir vakit kaybetmeden Allah Rasûlü’nün yanına geldi ve bizat ondan dinleyerek İslam’a girdi.
İbni Hişam da Ebu Bekir’in radıyallahu anh İslam’a giriş kıssası şu şekilde anlatılmaktadır:
“Ebu Bekir radıyallahu anh Rasûlullah ile karşılaşınca ona dedi ki:
“Kureyş’in senin hakkında: ‘Bizim ilahlarımızı kabul etmiyor, fikirlerimizi ve akıllarımızı kıt görüyor ve babalarımızı tekfir ediyor.’ diye söyledikleri doğru mu?” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Evet, ben Allah’ın elçisiyim. Allah’ın risaletini insanlara tebliğ etmek ve sizleri yalnız Allah’a ibadet etmeye çağırmak için gönderildim. Allah’a yemin ederim ki bu doğrudur. Ey Ebu Bekir! seni bir olan, ortağı olmayan Allah’a iman edip ibadet etmeye, Allah’tan başkalarına ibadet etmemeye, onları reddetmeye, Allah’ın itaat edilmesini yasakladığı kişilere itaat etmemeye, onları dost edinmemeye davet ediyorum.”
Sonra Allah Rasûlü ona Kur’an okudu. Ebu Bekir’de radıyallahu anh Müslüman oldu.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem diyor ki:
“Hiç kimseyi İslam’a davet etmedim ki onda davet etme esnasında bir gecikme, bir düşünme ve tereddüt olmasın. Fakat Ebu Bekir böyle değil. Ona islamiyeti anlattığım zaman bir bekleme, bir gecikme veya tereddüt olmadı.” ( İbni Hişam)
Böylece Allah Rasûlü’nün cahiliyedeki dostu, İslam’da sırdaşı, hicretteki yol arkadaşı, en büyük destekçisi, Müslümanların meselelerini istişare ettiği kişi hâline dönüştü.
Her iman edenin içini dolduran duygular Ebu Bekir’i radıyallahu anh de sarmıştı. Cahiliyeden kurtulmanın verdiği hafiflikle, bu ruh hâlini tatmalarını istediği kişilere koştu. Onun davetine Osman bin Affan, Zübeyir bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Sad bin Ebu Vakkas, Talha bin Ubeydullah radıyallahu anhum icabet etti ve Müslüman oldu.
Allah Rasûlü’nün müezzini Bilal radıyallahu anh de bu daveti Ebu Bekir radıyallahu anh vesilesi ile duyup, icabet edenlerdendi.
Ebu Bekir’in radıyallahu anh tebliğ ettiği kişilerin geneline baktığımız zaman, Allah Rasûlü’nün ilk zamanlarda takip ettiği menhece dair ip uçları görmek mümkündür. Muhatabı esas aldığımızda davet iki kısımdır:
• Tüm insanlara tevhid ve şirki anlatmak, onlara hidayetin yolunu ve karanlığın yollarını tarif etmektir.
• Daveti daha geniş kitlelere ulaştırma kapasitesine sahip kişilere gitmek ve onları hak dine çağırmaktır.
Allah Rasûlü ve ilk Müslümanlar davetin başlangıç aşamasında, kendilerine gelip de soranların dışında genellikle ikinci kısma ağırlık vermişler ve seçilmiş kişiler üzerinden davetlerini sürdürmüşlerdir.
Ebu Bekir’in radıyallahu anh çağrısına icabet eden ve İslami hareketin çekirdeğini oluşturan bu kişilerin genelinin özelliklerini incelediğimizde mesele daha da açıklığa kavuşacaktır. O özellikleri şöyle sıralayabiliriz:
1. Nüfuz sahibi olmaları: Bu kişiler yaşadıkları toplum içinde sözüne değer verilen, yaptığı işler beğenilen, güvenilir, meziyet sahibi kişlerdi.
2. Hikmet sahibi olmaları: Sorunların çözümü ile ilgili tasarrufları insanlar tarafından takdir edilen ve insanların meselelerini istişare ettikleri kişilerdi. İslam’ın ilerleyen yıllarında Ebu Bekir ve Osman’ın radıyallahu anhuma hâlifelik yapması Ebu Bekir’in radıyallahu anh Allah Rasûlü’nün sürekli istişare ettiği kişlerden olması, Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem Zübeyir’i radıyallahu anh “Havarim” diyerek vasıflandırması buna işarettir.
Abdurrahman bin Avf’ın çok kritik yerlerdeki müdahalesi de zikredilmesi gereken bir hakikattir. Ömer radıyallahu anh şehit edildiğinde hâlifeyi seçecek komitenin içinde o da vardı ve üyeler başkan olarak onu seçtiler. Abdurrahman bin Avf radıyallahu anh Medine ehlinin nabzını tuttu ve Osman’ın radıyallahu anh hilafetinde karar kıldı. Ona itiraz eden çıkmadı.
Hac mevsiminde yaşanan bir hadise de onun hikmet ehli olduğunu gösteren delillerdendir. Ömer’in radıyallahu anh hilafeti zamanında hac mevsiminde insanlardan bazıları şöyle konuşmaya başladılar:
‘Eğer Ömer radıyallahu anh vefat ederse biz de falanın elini tutar, onu hâlifeliğe getiririz.’
Kastettikleri mesele, Allah Rasûlü’nün vefatından sonra Ömer’in radıyallahu anh Ebu Bekir’in radıyallahu anh elini tutarak biat etmesi ve karışıklığı bitirmesi hadisesi idi.
Bu konuşmalar Ömer’in radıyallahu anh kulağına gidince çok öfkelendi ve insanların toplanmasını istedi. Ben-i Sakife’de gerçekleşen biat hadisesinin hakikatini anlatmaya çalışacaktı. İşte tam o sırada Abdurrahman radıyallahu anh hikmetli bir müdahalede bulundu ve hâlifeye şöyle dedi:
‘Ey Müminlerin emiri! Şüphesiz ki hac mevsiminde buraya her taraftan farklı insanlar gelmektedir. Korkarım ki senin sözünü yanlış anlar ve ehillerine öyle aktarırlar. Medine ehli ise hikmet ehlidir. Sen bu konuşmayı Medine’ye dönünce yap.’
Ömer radıyallahu anh bu tavsiyeyi makul buldu ve Medine’ye dönünce bir hutbe irad edip konuyu Medine ehline anlattı. (Buhari)
Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. İnşallah siyerde yeri geldikçe misalleri ile beraber tekrardan konuya değinmeye çalışacağız.
3. Maddi sıkıntılarının olmaması: Günümüzde olduğu gibi geçmişte de İslam’i hareketin önündeki en büyük engellerden birisi maddi sıkıntılar idi. Sıkıntı iki yönlü idi:
Hem davetin insanlara daha hızlı ulaşması için maddiyat gerekiyordu hem de daveti ulaştıracak kişlerin geçimlerini düşünecekleri bir durumdan uzak olmaları lazımdı. İşte saydığımız kişilerin maddi durumlarının iyi olması nedeni ile hem İslam’a daha iyi hizmet edebildiler hem de tıkanıklığın maddiyatla aşılacağı yerlerde ferahlatıcı işlevler gördüler.
Ebu Bekir, Abdurrahman ve Osman’ın radıyallahu anhuma orduları donatmaları, infak zamanlarında mallarını İslam davasına adamaları, kıtlık zamanlarındaki sadakalar hakkındaki rivayetler herkesin malumudur.
4. Zenginliklerini ilkelerinin önüne geçirmemeleri: Her nimetin olumlu ve olumsuz yönleri vardır. Maddiyatın olumlu yönlerinden bazılarını örnekleri ile beraber bir önceki maddede anlattık. Olumsuz yönlerinden İslami harekete bakan kısmı ise şudur:
Zenginler -Allah’ın rahmet ettikleri müstesna- ortamlarda ‘parası olanların konuşması’ gerektiğine inanırlar, söz sahibi olmak isterler. Hâl ve hareketleriyle fakir Müslümanları incitirler. Özetle yapıdaki ilke ve kaidelerin zenginlik kilidi ile aşılabileceğine, esnetilebileceğine inanırlar.
Aslında bu kimselerin böyle bir ahlaka sahip olmalarının sebebi maddi imkanlarını genişletirken kendi ilkelerinden taviz vermiş olmalarıdır. Mesela; bir zengin, malına mal katmak için doğruluktan taviz veriyor ise, bir yapı içerisinde konum sahibi olabilmek için de o yapının ilkelerinin gevşetilmesini ister ve bu talebini normal görür.
Burada davanın öncülerine önemli yükümlülükler düşmektedir. Dava, Allah’ın davasıdır. Onu ileriye götürmek de O’nun dilemesi iledir. Ne birinin zekası ne başkasının malı ne de diğerinin nesebi davayı yüceltir. Öyleyse O’nun dinini O’nun direktifleri doğrultusunda hakim kılmak gerekir.
Allah subhanehu ve teâlâ insanlar arasındaki tek ölçünün takva olduğunu belirtmiştir:
” Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdâr olandır.” (49/Hucurat, 13)
Bu ölçüyü alt-üst edenler, sırf zengin oldukları için onlarla daha fazla vakit geçiren öncü kadrolar, kendi kuyularını kazmaktadırlar. Allah’ın yardım ve bereketinin uzak olduğu bir yapıyı ihya edecek hiç bir güç yoktur.
Ebu Bekir’in radıyallahu anh daveti ile Müslüman olanların vasıfları elbette bunlarla sınırlı değildir fakat zikrettiğimiz dört maddenin bireysel davet döneminin hedef kitlesini tarif etmek için yeterli olduğunu düşünüyoruz.
c) Allah Rasûlü’nün Ehlinden Olmayıp da Davetine İcabet Edenler
Özellikle bu başlık altında zikredilen hususlarda siyer kitaplarında çokca ihtilaf edilmiştir. Hemen hemen her kaynakta ismi geçenler ise şunlardır:
Habbab bin Eret, Osman bin Maz’un, Abdullah bin Mesud, Erkam bin Ebi’l Erkam, Ebu Ubeyde el-Cerrah.
İlk Müslümanlar Üzerine Bir Kaç Not
Allah Rasûlü’nün davetine muhatap olan ve ilklerden sayılan sahabeleri anlatırken konu içerisinde bazı noktalara değindik. O hususlara ek olarak önemli olduğuna inandığımız iki meseleyi daha sıralamak istiyoruz.
1. İlk Müslümanları yaş, mal, nesep, cinsiyet, mevkî vb. cahili kriterler ile değerlendirdiğimizde İslam’ın ilk tabilerinin özellikleri ile dahi cahiliye sisteminin temellerini çatırdattığına şahitlik etmekteyiz.
Her cahiliye düzeninin kendine has bir değerler sistemi vardır. Bu sisteme göre toplum sınıflara ayrılır ve tebaalar arasında hakiki manada geçiş neredeyse mümkün değildir. En üst tabakadakiler her türlü imkanın önlerine serildiği, ‘Devletin asıl sahipleri’, ilk ve son sözü söyleme hakkına haiz olan kimselerdir. Geri kalan herkes aslında sistemin bekası için değil, sistemin sahiplerinin bekası için çalışmakla yükümlüdürler.
Kimi sistemlerde kadının adını bile anmak utanç sebebi iken kimilerinde de kölelere insan muamelesi yapmak büyük bir suçtur.
İşte tüm karanlıkları aydınlatacak, algıları ters yüz edecek İslam, bu sınıfların hepsini eşit hâle getirmiştir. Bilal ile Ebu Bekir’in aynı safta omuz omuza vermelerini sağlamıştır. Hepsi farklı farklı kabile ve ırklardan gelen Müslümanları, o cahili kimliklerinden sıyırarak İslam kardeşliği potasında eritmiştir.
Bu meselenin ikinci yönü ise İslam’ın hedef kitlesinin genişliğidir. Bireysel davet yıllarında İslam’a çağrılan kişiler özenle seçilip, onlar vasıtası ile fazla insanın hidayete ulaşması amaçlanırken dahi, kadınlar, köleler, çocuklar bu davete kucak açmışlardır. Toplu olarak insanların çağrılması aşamasına geçildiğinde ise Müslümanların çoğunu bu mustazaf, toplum tarafından ikinci sınıf insan muamelesi gören kesim oluşturmuştur. Ümmetin enerjisini jarz edenler de onlar olmuşlardır. Çünkü mustazaflar ümmetin dua deposudur. Allah’ın onların vesilesi ile Müslümanların sıkıntısını hafiflettiği kişilerdir. Ellerini açtıklarında Allah ile aralarında perde olmayanlardır. Bu yüzden onlar cahiliyede adları dahi ağza alınmaz iken, İslam toplumunda baş köşeye alınanlardır.
İslam’ı insanlığa ilaç kılan, her türlü köleliği ortadan kaldırıp herkesi Allah’a kölelikte eşit hâle getiren bu anlayışıdır. Tüm insanlığa Allah’ın subhanehu ve teâlâ dinini ulaştırmaya çalışan cemaatler, fertlerini cahili kriterler ile değerlendirmeden hareket ederler ise hedeflerine ulaşabilirler. Aksi hâlde İslam’a hizmet ettiğini iddia eden yapılar cahili sistemlerde olduğu gibi sadece belli bir zümreye hizmet eden kurumlar hâline dönerler.
2. İlk Müslümanların İslam’a giriş kıssalarına genel olarak baktığımızda şu husus dikkatimizi çekmektedir: Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem reddedilmesi ve inanılması gerekenleri kısa ve öz cümlelerle, açık bir şekilde anlatmıştır. Bu sadelik hem Kur’an’da mevcuttur hem de Allah Rasûlü’nün yirmi üç yıllık risaletinde.
Bu netliği ortadan kaldıran, zihinleri bulanıklaştıran en önemli şey ise şüphelerdir. Allah Rasûlü hayatı boyunca müşriklerin, münafıkların ve ehli kitabın ileri sürdükleri şüpheler ile karşılaşmıştır. Kur’an bazen bunlara direkt cevap vermiş bazen de Müslümanları kafa karışıklıklarını giderecek muhkem naslara yönlendirmiştir. Fakat ne kadar cevap verilirse verilsin, şüpheler izale edilirse edilsin, insi ve cinni şeytanlar bıkmamışlar ve sürekli şüpheleri güncellemişlerdir.
Maalesef o gün sahabelerin kafalarını karıştıran bu hastalık 1400 sene boyunca birçok topluluğa musallat olmuş, ayaklarını kaydırmıştır. Hemen hemen her gün yeni bir icma, yeni bir alim sözü, yeni bir tarihi vakıa vb. ortaya atılmış, muhkem nasların aydınlığı gölgelenmeye çalışılmıştır.
Çok eskiye gitmeye gerek yok. Günümüzde yaşanan bazı vakıalar bu durumun en yakın şahitleridir. Bugün bir çok tevhidi cemaatin sapık birer topluluk olarak adlandırılma süreci, basit gibi gözüken bazı şüphelerin zihinlerde yol açtığı tahribatla başlamıştır.
Peki bu illetten korunmanın yolu nedir? Müslümanlar şüphelere karşı mücadelede nasıl bir menhec takip etmelidir?
Öncelikle bilinmesi gereken husus, her şüpheye cevap verilmek zorunda olmadığıdır. Çünkü bu, daveti mecrasından çıkartır. İnsanların asıllar üzerinden imanlarını yaşamalarına ve anlatmalarına mâni olur. En’am suresinde ölü etinin yenilmesi üzerine müşriklerin attıkları şüpheye karşı Allah’ın subhanehu ve teâlâ müminlere öğrettiği usul de budur.
Allah subhanehu ve teâlâ Kur’an’da bir çok yerde haram ve helal olan şeyleri belirtmiştir. Ölü eti ve Allah’ın dışında başka ilahlara kesilen hayvanlar haram kılınmıştır. Allah’ın adı anılarak kesilenler ise helaldir. İşte tam bu noktada müşrikler Müslümanları tereddüte düşürecek şüpheyi ortaya attılar:
‘Nasıl olur da Allah’ın altın kılıcı ile kestikleri (kastettikleri ölü hayvanlar) haram oluyor da sizin kendi elinizle kestikleriniz helal oluyor?’
Gayet makul gibi görünen bu şüphe Müslümanların kafalarını karıştırdı. Allah subhanehu ve teâlâ ise şüpheye cevap vermek yerine Müslümanlara konu ile alakalı muhkem nassı ard arda hatırlattı ve sonunda müşriklerin şüphelerine kapılıp gidenlerin de onlar gibi olacağını söyledi.
“Artık, âyetlerime inanan kimseler iseniz üzerine Allah’ın ismi anılarak kesilmiş hayvanlardan yiyin. Allah, yemek zorunda kaldıklarınız dışında size neleri haram kıldığını tek tek açıklamışken, üzerine adının anıldığı hayvanları yememenizin sebebi nedir? Gerçekten birçokları nefislerinin arzularına uyarak bilmeden (halkı) saptırıyorlar. Şüphesiz senin Rabbin, haddi aşanları çok iyi bilir. Günahın açığını da bırakın, gizlisini de. Çünkü günah kazananlar yaptıkları karşılığında cezalandırılacaklardır. Üzerine Allah adı anılmayan (hayvan)lardan yemeyin. Çünkü bu şekilde davranış fasıklıktır. Bir de şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmeleri için mutlaka fısıldarlar. Onlara boyun eğerseniz şüphesiz siz de Allah’a ortak koşmuş olursunuz.” (6/En’am, 118-121)
Bu mesele ile ilgili ikinci nokta ise, dikkate alınması gereken şüphe belirlendikten sonra kimin cevap vereceğidir. Maalesef günümüzde şüpheleri daha da alevlendiren, kalplerde yer etmesine sebebiyet veren, herkesin kendini şüphe ile ilgili konuşma hakkına sahip görmesidir. Hâlbuki her meselede olduğu gibi burada da iş, ehline bırakılırsa, mevzu dallanıp budaklanmadan daha kısa bir zamanda çözüme kavuşturulacaktır. Hangi şüpheye nasıl cevap verileceğine ilim ve hikmet ehli karar vermeli ki kalpler ve zihinler her daim beraber olsun.
Son olarak şunu ekleyebiliriz: Eğer Müslüman fert, cevap verilecek şüpheleri tespit edecek ve onları çürütecek alimlerden mahrum bir hâlde ise en sağlıklı yol olarak şüpheleri terk etmeli, muhkem naslara yapışmalı, Allah’a tevekkül edip istikamet için O’na dua etmelidir.
İlk Yorumu Sen Yap