RECÎ’ VAKIASI
Hamd Allah’a; salât ve selam, O’nun Resûl’üne olsun…
Bedir Savaşı sonrası çevredeki kabileler ile Medine içerisinde hissedilen üstünlük hâli Uhud Savaşı’yla akamete uğramıştı. Bedeviler ve Medine içerisindeki münafıklar ile Yahudiler, müminleri yok etme ihtimalini yeniden yüksek perdede dillendirmeye başladılar.
Peygamberimiz (sav) stratejik bir hamleyle Hamrau’l Esed’e giderek Uhud yenilgisinin etkisini kısmen kırsa da tam manasıyla eski günlere dönüldüğü söylenemezdi.
Tam da bugünlerde Esed Kabilesi’nin etrafta topladığı askerleriyle Medine’ye baskın yapacakları haberi geldi. Peygamberimiz (sav) bunu bir fırsat olarak gördü ve her ortamda Medine’yi yerle bir edeceğini söyleyen bu azgın güruha ani bir baskın düzenlenmesini emrederek heveslerini kursaklarında bıraktı. Uhud Gazisi Ebu Seleme (ra) komutasındaki 150 kişilik bir topluluk Esed Kabilesi’ne harekât düzenledi. Mülklerine el koyup onları zelil bir hâlde terk ettiler.
Yine Medine İslam Devleti’ne saldırmak için adam toplamaya başlayan Sufyan ibni Halit de Peygamberimizin (sav) görevlendirmesiyle Abdullah ibni Uneys (ra) tarafından öldürüldü.
Bu iki kritik hamle Uhud’da darbe alınsa da müminlerin hâla ayakta ve duruma hâkim olduklarını göstermesi açısından çok önemliydi.
Ancak hemen sonrasında yaşanan Recî’ ve Bi’ri Maune hadiseleri İslam tarihindeki en acı olaylardan ikisi olarak hafızalara kazınacaktı.
Recî’ Günü
“Uhud Şavaşı’ndan sonra (Hicretin dördüncü yılı Sefer ayında) Resûlullah’ın (sav) yanına Adel ve Kare’den bir topluluk geldi.
Resûlullah’a şöyle dediler: ‘Ya Resûlallah! Biz Müslim olduk. Bizimle beraber birtakım kimseler gönder ki bize Kur’ân’ı ve İslam’ın hükümlerini öğretsinler.’ ”[1]
“Resûlullah (sav) on kişilik bir keşif birliği hazırladı ve onların başına Âsım ibni Ömer ibni Hattâb’ın ana tarafından dedesi olan Âsım ibni Sâbit El-Ensarî’yi kumandan yaparak gönderdi. Bu birlik hareket etti ve Mekke ile Usfan arasına geldiklerinde Huzeyl Kabilesi’nden Lıhyanoğulları denilen bir obaya zikrolunup haber verildiler. O kabile halkı yüze yakın atıcı kişiyle birliği yakalamak için arkalarından gittiler. Onların ayak izlerinin ardına düştüler. Neticede keşif birliğinin konakladığı bir menzile geldiler ve orada keşif birliğinin Medine’den azık olarak yanlarına aldığı hurma çekirdeklerini buldular. Bunun üzerine, ‘İşte bunlar Yesrib hurmalarıdır!’ dediler ve tekrar seriyyenin izleri ardına düştüler. Sonunda seriyyedekilere ulaştılar. Âsım ve arkadaşları son noktaya vardıkları zaman yüksek bir tepeye sığındılar. Onları takip eden Lıhyanoğulları onları çepeçevre kuşattı ve ‘Size ahd ve misak vardır. Eğer bize inerseniz sizden hiçbir kimseyi öldürmeyeceğiz, söz veriyoruz.’ dediler.
Bunun üzerine Âsım kendi arkadaşlarına, ‘Bana gelince ben bir kâfirin ahdine güvenip de inmem.’ dedikten sonra, ‘Allah’ım! Resûl’üne bizden haber ver.’ dedi. Âsım ve arkadaşları müşriklerle çarpıştılar. Âsım müşrikler tarafından öldürüldü.”[2]
Her iki hadisede de Peygamberimizin bu kabilelere davetçi olarak gönderdiği birlik, Ashabu’s Suffa’dan olup Kur’ân ve Sünneti insanlara aktarmak için eğitim gören kişilerdi. Burada dikkat çeken husus günümüzdeki gibi yıllarca medreselerde ilim tahsil edip bu ilmi kendisini harekete geçirmeyenler ile sahabe arasındaki farktır. Peygamberimizin (sav) dizinin dibinde yetişen ashab yeri gelmiş savaş meydanlarına çıkmış, yeri gelmiş davet için gözünü kırpmadan farklı beldelere gitmiştir.
Aynı zamanda günümüzdeki ilim talebeleri medrese eğitimi dışında İslami hizmet ve mücadeleyle temas hâlinde olmadıkları için ilimleri ne yazık ki ümmete fayda sağlamamaktadır. Hâlbuki ilim nurdur, nerede olsa orayı ihya eder. İlim talebeleri zihinlerinde malumat biriktirmek için değil, İslam’a hizmet etmek için ilimle iştigal etmelidir. Gerçek hayattan kopuk, İslami mücadeleden bihaber şekilde yürütülen ilmî faaliyetlerin İslam’a bir faydası olmamaktadır.
Kıssada göze çarpan diğer bir husus ise şudur: Araplar cahiliye hayatı yaşarken dahi bazı erdemlere sahiplerdi. Bunlardan birisi de sözlerinin eri olmalarıdır. Ancak cahiliye o kadar karanlıktı ki mesele Müslimler olunca bu erdemler bile unutulabilmekteydi. Bu gerçek, bu iki kıssanın bütününde rahatlıkla görülür. Söz bozma ve hainlik, Recî’ ve Bi’ri Maune Vakıalarını özetleyen iki kelimedir.
“Âsım öldürüldüğü zaman Huzeyl, Âsım’ın başını Sulale binti Sa’d ibni Şuheyd’e satmak için almak istedi. Bu kadın Uhud Günü’nde iki oğlu öldürüldüğü zaman şöyle adamıştı: ‘Âsım’ın başını ele geçirirsem elbette onun kafatası içinde şarap içeceğim!’
Huzeyl, Âsım’ın başını almak istediğinde arılar buna engel oldu. Arılar Âsım ile müşriklerin arasına girdikleri zaman müşrikler dediler ki: ‘Onu bırakınız. Akşam olup arılar oradan ayrılınca biz onu alırız.’
Bunun üzerine Allah bir sel gönderdi ve Âsım’ı yükleyip götürdü. Ömer ibni Hattâb (ra), kendisine arıların onu (Âsım’ı) koruduğu haberi ulaştığında şöyle dedi: ‘Allah, mümin kulunu korur.’
Âsım hiçbir müşrikin kendisine dokunmaması ve kendisinin de hiçbir müşriğe el sürmemesi hususunda Allah’a dua etmişti. Böylece Allah onu hayatında koruduğu gibi vefatından sonra da korudu.”[3]
Allah (cc), kulunu her daim korur. Yeter ki o da Rabbini muhafaza etsin, O’nun sınırlarını korusun ve hudutlarını çiğnemekte istekli olmasın. Bu öyle bir korumadır ki kişi ruhunu teslim etse de cesedi bile bu korumadan nasibini alır.
Ayrıca her karşılık, amelin cinsindendir. Âsım (ra), Uhud Günü Peygamberimize (sav) vücudunu siper edenlerin arasında ismi geçenlerdendir. Rabbimiz, yeryüzündeki en değerli varlığın bedenini korumak için kendini feda eden kulunun bedenini, o en aciz hâlindeyken muhafaza etmiştir.
Müşriklerin burada yaptıkları hainlik dünyevi bir çıkar elde etmek içindi. Esir Müslimleri, hatta onların naaşlarını Mekkelilere satacak ve bu şekilde dünyalık bir şeyler elde edeceklerdi. Bu hadise bize şirk dininin mensuplarının zihin dünyasını gösterir. Onların savaşı da barışı da çıkarları içindir. Ortaya koydukları bir dinleri olsa da bu din sadece elde edecekleri dünyalıkları daha rahat ele geçirebilmek için belirledikleri ritüeller bütününden ibarettir.
“…Geriye Hubeyb, Zeyd ve Abdullah ibni Tarık kaldı. Müşrikler onları öldürmeyeceklerine dair ahd ve yemin verdiler. Bunun üzerine Müslimler sığındıkları tepeden müşriklerin yanına indiler. Müşrikler Müslimleri ele geçirdikleri zaman yaylarının kirişlerini çözüp Müslimleri bağladılar.
Bunun üzerine Abdullah ibni Tarık, ‘İşte bu ilk zulümdür.’ dedi ve onlarla beraber gitmeyi kabul etmeyip diretti. Müşrikler de onu sürüklediler ve kendileriyle gitmesi için uğraştılar. Onlarla gitmemekte diretince de onu öldürdüler. Hubeyb ile Zeyd’i de götürüp Mekke’de sattılar.”[4]
“…Zeyd ibni Desine’yi, Safvan ibni Umeyye (babası Umeyye ibni Halef’in karşılığında) öldürmek için satın aldı. Safvan ibni Umeyye onu Nisfas denilen bir kölesiyle Tenim’e gönderdi. Onu öldürmek için Harem’den çıkarttılar. Kureyş’ten bir grup toplandı.
Onların içinde Ebu Sufyan ibni Harb de vardı. Öldürülmek için getirildiğinde Ebu Sufyan ona şöyle dedi: ‘Ey Zeyd! Allah iyiliğini versin. Muhammed’in şimdi bizim yanımızda, senin yerinde olmasını ve onun boynunu vurmamızı, kendinin de ailenin yanında olmasını ister misin?’
Zeyd dedi ki: ‘Vallahi Muhammed’in (sav) şimdi bulunduğum konumda olmasını ve ona eziyet veren bir dikenin isabet etmesini, bunun yanında benim ise ailem içinde oturur bulunmamı ne isterim ne de severim.’
Ebu Sufyan şöyle dedi: ‘İnsanlar içerisinde Muhammed’in ashabının Muhammed’i sevdiği gibi hiçbir kimse görmedim.’
Sonra Nisfas, Zeyd’i öldürdü.”[5]
Sahabenin Nebimize (sav) karşı sevgisini anlatan, siyer tarihinden pek çok kıssa bulmak mümkündür. Ancak sevginin hakikati zor zamanlarda açığa çıkar. Bir kişinin verdiği görev, başlangıçta bu hiç hesapta yokken netice olarak kendisini ölüme götürmüşse ve gerçekten hâlâ o kişiye karşı sevgi beslemeye devam edebiliyorsa bu, büyük bir hadisedir. Zeyd (ra) ölümle burun burunayken dahi bir an bile olsa aklına, “Bu olayların müsebbibi Peygamber’dir, o nedenle bu hâldeyim!” gibi bir düşünce getirmiyor. Kâfirlerin zihin dünyaları farklı çalıştığı için buna yönelik bir cümle Zeyd’in ağzından çıksın diye ümit ediyorlar, ancak hevesleri kursaklarında kalıyor. Sebebi ise imani olarak mümin kalplere yerleştirilen Peygamber sevgisidir.
Peygamberimizden (sav) şöyle rivayet edilmiştir:
“Sizden biriniz beni anne babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.”[6]
“Ömer, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Ben sizi kendimden başka her şeyden daha çok severim.’ dedi.
Allah Resûlü (sav), ‘Ey Ömer! Nefsimi elinde tutan Allah’a yemin ederim ki beni kendinden daha çok sevmedikçe tam olarak iman etmiş olmazsın.’ buyurdu.
Peygamberimizi dikkatle dinleyen Ömer, ‘Ey Allah’ın Resûlü! Vallahi ben şimdi sizi canımdan daha çok seviyorum.’ deyince Allah Resûlü (sav), ‘İşte Ya Ömer, şimdi kamil mümin oldun.’ buyurdu.”[7]
Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
“Şu üç özellik kimde bulunursa o kimse imanın tadını alır: Allah ve Resûl’ünü başka her şeyden daha çok sevmek, bir kimseyi yalnızca Allah rızası için sevmek ve Allah kendisini kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmayı kerih ve tehlikeli gördüğü gibi kerih ve tehlikeli görmek.”[8]
Duamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.
İlk Yorumu Sen Yap