Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd, Rasûlü’ne salât ve selam olsun.
Türkiye yoğun bir gündem yaşıyor. Gülen cemaati ve hükümet arasında yaşanan dershane tartışması, Güneydoğu’da PKK’nın tırmandırdığı gerilim ve tüm dünya Müslümanlarının ana gündem maddesi Suriye… Özellikle de iflah olmaz düşmanlıklarıyla bilinen İran ve ABD’nin bu süreçte yakınlaşması… Bu sayımızda gündeme dair değerlendirmelerimizi kardeşlerimizle paylaşmak istedik.
Dershane Tartışması
Hükümet, parti olarak Milli Görüş’ten ayrılmıştır. Bu yönüyle köklü bir geçmişe sahip olsa da AKP olarak on küsur yıllık bir geçmişe sahiptir. Siyaset sahasında tutunabilmek için ciddi bir halk kitlesine ihtiyacı vardı. Hükümetin AKP olarak siyaset sahasına çıktığı dönem 28 Şubat’ın birkaç yıl sonrasıydı. Darbe tehlikelerinin var olduğu, kudretli(!) paşaların esip gürlediği dönemlerdi. Bu kitle hem kalabalık olmalı hem de dikkat çekmemeliydi. Bunun için en uygun yapı Gülen hareketiydi. Ellerinde bulunan medya, maddi kuruluşlar ve sahip oldukları uysal kitle, AKP için kaçınılmaz fırsattı. Ayrıca Gülen hareketinin yurt dışında kurdukları eğitim ağı, dinlerarası diyalog ve bunun neticesinde Batıyla oluşturdukları sıcak ilişkiler de AKP’nin ihtiyacı olan unsurlardı.
Gülen hareketi siyasette; İslamî söylemlerden uzak, sosyal demokrat veya muhafazakâr milliyetçi partilere destek vermişti. Siyaset yaptığı yıllarda Erbakan’ın keskin çıkışları, batı karşıtı söylemleri ve Siyonist düşmanlığı, cemaatle Milli Görüş arasında soğuk rüzgarların esmesine neden olmuştu. AKP’nin kuruluşuyla beraber kurucu kadronun; gömlek değiştirdiklerine dair beyanatları, demokrasi ve milli söylemleri öne çıkarmaları Gülen cemaatiyle AKP’yi yakınlaştırdı.
Aslında AKP tüm İslamcı camiaya potansiyel oy gözüyle bakıyordu. Buna bağlı olarak da her biriyle temaslar kurmuştu. Bu şekilde hem onlardan oy alıyor hem de gönüllü parti hizmetlisi misali onları AKP propagandasında istihdam etmiş oluyordu. Cemaatler bunun karşılığında rahat hizmet edebilme, 28 Şubat’ın baskılarından kurtulma, devlet kadrolarında yer edinme imkânı bulmuştu.
AKP buna menfaat ortaklığı olarak bakıyordu. Ekonomik olarak cemaatleri rahatlatması, onlara rahat ve zahmetsiz çalışma alanları oluşturmasının kâfi geleceğini, siyaseti ise kendinin yapacağını düşünüyordu. Ancak aynı kaynak ve inanç esasları etrafında birleşmemiş, dinlerini menfaatlerinin aracısı kılan taifelerin, menfaat çatışması yaşayacaklarını hesaba katmamıştı. Zamanla AKP’ye gönüllü taban olan cemaatler, onun siyasetine ve aldığı kararlara karışmaya başladılar. AKP’nin aldığı kararlarda ve atacağı adımlarda cemaatlerin siyasetini gözetmesi gerektiğine ve kendilerine danışılmadan iş yapılmaması gerektiğine vurgu yapmaya başladılar. Gözden kaçırdıkları iki şey vardı.
İlk olarak Tayyip Erdoğan’ın karakteriydi. O lider olarak yönlendirilmeye açık bir insan değildi. Kendisine fikir sunulmasını dahi, sınırların çiğnenmesi ve had bilmezlik olarak algılıyordu. Doğal olarak süreç içinde yumuşak dille yapılan uyarılar dahi, onu gerginleştirmiş ve öfke birikimine neden olmuştu. Ayrıca o yaptıklarını ‘iyilik’ olarak görüyordu. Özellikle cemaatlerin, dalkavuk yazarların yaptıkları aşırı ve yersiz övgüler onu da etkilemişti. Neredeyse on yıl hiç eleştirilmemiş; çok bariz hataları dahi önce tevil edilmiş, tevile mahal olmayan yerlerde, yaptığı iyilikler sayılarak ‘Bunu da görmeyelim’e indirgenmişti.
İkinci olarak AKP cemaatlerin dışında kendine bir halk tabanı oluşturmuştu. Yüzde elli olan oy oranının çok az bir kısmı cemaatlere, kalanıysa sıradan vatandaşa aitti. Halk ve cemaat tabanları, hükümetten ve icraatlarından memnundu. Aslında cemaatler kendi kazdıkları kuyuya düşmüşlerdi. İslam’ın değerlerinden ziyade geçmişin çirkinlikleri gösterilerek yapılan basit şeyler, gözlerinde büyütülen tabanın İslamî hassasiyeti bizzat cemaatler tarafından yok edilmişti. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme şekil değiştirmiş, ölüm hatırlatılıp en iyisi ve alternatifi olmayan tek seçenek sıtmadır halini almıştı. Böyle olunca da cemaatlerin rahatsız oldukları AKP icraatları, taban tarafından alternatifi olmayan tek seçenek olarak görülmeye başlamıştı.
Ayrıca onların tabanlarına uyguladıkları siyaseti, Erdoğan onlara uygulamaya başlamıştı. Her fırsatta onlara geçmişi hatırlatıyor, on yılda olan değişikliğe vurgu yapıyordu. Ve bunca güzellik karşısında nasıl bazı şeyleri bu kadar büyüttüklerini dillendirerek onları fırçalıyordu. Nankör olduklarına dair attırılan manşetler de cabası.
Genel cemaatler, bu süreçten kârlı çıkmayacaklarını anlayınca teslimiyet göstermeye razı oldular. Bir dönem başgösteren eleştiriler yerini övgü ve desteğe bıraktı. Özellikle Gezi Olayları ve Mısır’da yaşanan darbe süreci, cemaatlerle AKP’nin saflarını iyice sıklaştırdı. Gülen hareketi müstesna. AKP’nin dış politikası, Ortadoğu’daki olaylara verdiği aktif destek, AKP-İhvan yakınlaşması, Mavi Marmara olayı ve İsrail-AKP gerginliği, MİT soruşturması, Ergenekon dosyası ve şike davası cemaatle hükümeti karşı karşıya getirdi. (Dergimizin 3. sayısında bu konu tafsilatlı işlenmiştir. “Sen Onları Bir Sanırsın, Kalpleri Paramparçadır.” 28/Haşr 14 başlıklı yazımız AKP ve Cemaat arasındaki ihtilaflı meseleleri genişçe almıştır)
Uzun zamandır devam eden gerginlik savcının MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı sorguya çağırmasıyla zirveye tırmandı. Erdoğan bunu kendine yapılmış bir saldırı kabul etti. Zehir zemberek açıklamalar yaptı. Kanun değişikliğine giderek bu konuda duyduğu rahatsızlığı kamuoyunun önüne taşıdı. Kısa bir zaman sonra karşılıklı güzel açıklamalar, şifa temennileri, Türkçe Olimpiyatları takdir ve övgüleriyle gerginlik, yerini sessizliğe terk etti. Gezi olaylarının, başlamasıyla sümen altı edilen gerginlik, gün yüzüne çıktı. Artık AKP, cemaati rakip olarak görmeye başladı. Kullandıkları dil, durdukları taraf, AKP’yi ürkütmüş olmalıydı. Eğitim sisteminde var olan aksaklıklar ve sınav sisteminin oluşturduğu mağduriyetler kapsamında ele alınan dershane meselesi, açıktan konuşulmaya başlandı. Gülen başta olmak üzere harekette söz sahibi insanların ilk günden verdikleri tepki, meselenin dershane sorunundan daha öte bir şey olduğunu gösteriyordu. Türkiye’de var olan dershane sektörünün sadece yüzde yirmi beşlik bir kısmını elinde bulunduran kesimin bu kadar ses çıkarması şaşırtıcıydı doğrusu. Bunun nedenleri vardı elbet.
Öncelikle cemaat, uzun zamandır devam eden tasfiye olayının başka bir boyuta taşındığını algıladı. Savcı krizi sonrası Erdoğan, cemaati cezalandırdı. Emniyette ve yargıda önemli yerlerde olan cemaat mensuplarını görevden alıp daha pasif konumlarda istihdam etti. Cemaatin güç kolları böylece kesildi. Cemaatin uzun uğraşlar sonucu elde ettiği kazanımları, elinden kaçmış oldu. Aslında bu çok önemli değildi. Sonuçta bu bir hizmet cemaatiydi. Emniyet ve yargı sadece onları güçlendirmiş ve muhalif gördüklerini sindirmelerine yardımcı olmuştu. Ekstra vazife gören kurumlarda zayıflamışlardı. Cemaati kitlesel hizmet kılan araçlar ellerindeydi. Hükümetin dershane konusunu gündeme getirmesi olayın başka bir boyuta taşındığının alarmıydı. Artık Erdoğan hizmet alanında da onları zayıflatacak, ellerindeki bazı imkânları kısıtlayacaktı. Zaten uzun zamandır başka İslamî yapılara tanınan imkânlar cemaati rahatsız ediyordu. Tek olmak istedikleri dershane, özel okul ve muhafazakâr öğrenci yurdu çalışmalarında AKP’nin desteğiyle İlim Yayma Cemiyeti, sahada görünür olmuştu. Hizmet hareketi, meselenin sadece dershane meselesi olmadığını bildiğinden bu kadar çırpınıyordu. Özellikle muhafazakâr yazarların bu duruma anlam verememesi, cemaatin tepkisini anormal bulmaları bu noktayı kaçırdıklarından dolayıdır. Cemaat bu durumu AKP vesayeti olarak isimlendiriyor. Muhafazakârlar ise ‘Ne vesayeti canım!’ haleti ruhiyesiyle şaşkınlıklarını dile getiriyorlar. ‘Biz vesayeti 28 Şubat’ta gördük’ güzellemeleri yapıyorlar. Ancak cemaat 28 Şubat vesayetini şu anda yaşıyor. Bu panik de bu tepki de bundan…
İkinci olarak buralar, cemaatin gelir kaynaklarıydı. Yıllardır hizmeti maddi olarak ayakta tutan en önemli kurumlardı dershaneler.
Sonra buralar adam kazanma ve istihdam alanıydı. Cemaatin uzun yıllar sonucunda yetiştirdiği elemanları, dershanelerde istihdam ediliyordu. Çoğu hareketin içine düştüğü bir sorunu, böyle çözmüştü. Yetişen insanlar istihdam edilmeyince, işler karışır, yapının düzenini bozar. Kimi zaman ihtilaf sebebi, kimi zaman da kopmalara neden olurlar. Çalışan, koşturan insanların hem aidiyet duygusu sağlanır hem de harekete katkıları her geçen gün daha fazla olur. Dershane demek; öğrenci evleri ve yurt demektir aynı zamanda. Orada okuyan öğrencilerin üniversiteyi kazanması durumunda cemaate katılım ve hizmet oranı yükselir. Cemaatte aktif olarak bulunmasalar dahi okumuş ve belli konumlara gelmiş insanlarla cemaatin bağının olması, çalışmalar açısından artı bir durumdur her zaman.
Cemaat hizmet alanında başlayan ve sonradan gelecek hamlelerin ilki olarak kabul ettiği dershane olayını ilk gündem maddesine aldı. Cemaatin kanalları, gazeteleri ve dergilerine bakan bir insan dünyada ve Türkiye’de tek gündemin dershane olduğunu zannedebilir. Ancak bu durum onların gerçek yüzünü de ortaya çıkarmış oldu.
Sürekli diyalog ve hoşgörüden bahseden bir din adamının(!) Başbakan’a ‘Firavun, Karun, Nemrut, tımarhanede dahi tedavisi mümkün olamayan marazlı’ gibi ifadeler kullanması herkesi şaşırttı. Vaazlarında cehennemde kimseye yer kalmayacak kadar şişip büyümeyi talep eden, insanlara ve onların İslam düşmanlıklarına tahammülü, onların yerine yanmayı göze alacak kadar geniş olan sevgi insanının(!) bu üslubu, ona karşı hüsnüzannı olanları şaşırttı.
Mavi Marmara olayında İsrail’i otorite olarak isimlendirmiş, ‘Ondan izin almalıydılar’ diyerek olayı bambaşka bir boyuta taşımıştı. Otoriteden kastının lugat anlamıyla sınırlı olmadığını, şer’i olarak da İsrail’i otorite saydığını ima etmişti. Şer’i otoriteden izin alınmadan iş yapılamayacağı gibi burada da izin alınmalıydı. Gemidekilere, otorite olarak İsrail’i gösterecek kadar düzen insanı olan Gülen’in kendi topraklarının otoritesi olan Erdoğan’a hakaretler savurması ve ondan izinsiz işler yapması da onu sevenleri hayrete düşürmüş olsa gerek.
Sonra hareket, müspet olmaktan yanaydı. Türkiye’de başörtüsü yasağı ortaya çıktığında ilk teslimiyet gösteren ve direnmeden başlarını açan, bu cemaate mensup insanlardı. Bunu; müspet olmak, yıkmadan dökmeden ilerlemek olarak kodlamışlardı sevenlerinin zihinlerine. Örtü hakkında ayet vardı. Ancak daha önemli olan; kardeşlik, hoşgörü ve insanlara yumuşak bir üslupla yaklaşmaktı. Musa aleyhisselam, Firavun’un o tuğyanına rağmen onunla yumuşak bir üslupla konuşmuştu. Dershane konusunda ayet olmamasına rağmen bir kaşık suda fırtına koparınca zihinlerinde müspetlik kodlanmış insanlar, anlam veremediler bu duruma. Neden müspet davranmamışlardı? Kırmadan, dökmeden alttan ilerleyerek değil de açıktan yönetime savaş açmışlardı?
Acaba dershane hakkında bilmediğimiz ayet ve hadisler mi vardı? Yoksa cemaatin otorite ve hoşgörü ilkeleri Amerika ve İsrail gibi; Müslüman zulmüyle var olanlar için mi geçerliydi?
Bu sorular sevgi insanlarını meşgul ededursun, bilinmesi gereken dershane meselesinin ‘dershaneden öte’ olduğudur.
İran-ABD Yakınlaşması
Suriye gündemi dünya Müslümanlarının kanayan yarası olduğu gibi esas meselesi olmaya devam ediyor. Süreç, Ahzab gününü andırıyor. O gün de müşrikler tek elden Müslümanlara saldırmış, aralarındaki ihtilafları unutmuşlardı. Müslümanların safında görünen hain tıynetli insanlar, Hendek’le beraber ortaya çıkmıştı. Dün bugüne ne kadar da benziyor. Alah’ın subhanehu ve teâlâ değişmez sünnetleri Suriye’de cereyan ediyor. İflah olmaz düşmanları bir araya toplayan Suriye, aynı safta olması gerekenleri de ayırdı.
Bu süreçte en ilginç olarak görünen ya da gösterilen İran-ABD yakınlaşmasıydı.
Genel yorum; Ruhani’nin seçilmesiyle beraber ılımlı mesajlar verdiği, haleflerine göre daha yapıcı bir siyaset izlediği ve buna binaen aradaki buzların eridiği yönündeydi.
Biz böyle düşünmediğimizi başından söyleyelim. İran’la ABD’nin düşmanlığı hiçbir zaman dinî olmamıştır. İran bölgede güç dengeleri ve menfaat çatışmasından kaynaklı düşmanlıkları, dinî olarak yansıttı. Böylece Şia’nın desteğini aldığı gibi Sünnilerin de desteğini almıştı. Kendini İslam’a nispet eden ülke yöneticileri Batı’nın uşaklığını yapıyorken; İran, Batı’ya karşı kafakaldırmıştı. Arap yöneticileri, İsrail’in Mescid-i Aksa işgaline çanak tutarken; İran mustazafların yanında yer alıyor, Kudüs davasını sahipleniyordu.
Tabi; bunlar gösterilenlerdi. Oysa olayın iç yüzü öyle değildi. Basiret sahiplerinin yanında malum olan İran’ın çirkin yüzü Suriye meselesiyle ortaya çıkmış oldu.
Aslında İslam’a ve Müslümanlara karşı sürekli kafirlerle işbirliği yapmıştı İran. Büyük İskender’in onlara yapamadığını, Ömer’in radıyallahu anh onlara yaptığını düşünerek; intikam hislerini hep canlı tuttular. Tarihlerinde asli kafirlere kılıç sallamadıkları gibi günümüzde tek bir mermi atmışlıkları da yoktur. Onlar kâh İslam topraklarını fiilen işgal etmiş kâh işgal edenlere kapıcılık yapmışlardır.
Tatarlar İslam âlemine saldırdığında, onları İslam topraklarına sokan ve onlar adına yöneticileri teslimiyete razı eden Şii vezir İbni Alkami’ydi.
Osmanlı’nın Batı’ya düzenlemek istediği seferlerin önünde en büyük engel Safevi Şiasıydı. Endülüs gözler önünde katliama uğramış, o gün onları Hristiyan Batı’nın zulmünden kurtarabilecek tek güç olan Osmanlı, Safeviler’in ihanetinden korktuğundan harekete geçememişti.
Yakın tarihte Rusya Afganistan’ı işgal etti. İran’ın bu işgale nasıl destek verdiği, Rusya’nın yanında yer alıp mücahidlere giden yardımlara engel olduğu, o dönemin savaşanları için açıktır. İran kamuoyu önünde Afganlara sözlü destek verse de, perde arkasında Rusya’nın yanında yer almıştır.[1]
Müslümanlar Afganistan’ı Rus işgalinden temizledikten sonra NATO işgali başladı. Bu süreçte de İran, NATO’nun daha doğru bir ifadeyle; ABD’nin yanında yer aldı. Rafsancani, Hüseyin Hatemi ve nihayet Ahmedinejad; kendilerinin olmaması durumunda, bu işgalin başarıya ulaşamayacağını açıkladılar. Daha ilerisi İranlı yetkililer, işgalin ilk harekât planının İran’la beraber hazırlandığını ilan ettiler.
Irak işgalinde de durum farklı değildi. Milyona yakın insanın öldüğü, insanlık dışı zulümleriyle ünlenen Irak işgalinde de İran başroldeydi. İşgal kuvvetlerinin yanında yer alıp, mücahidlere karşı savaştılar. Sonrasında işgale destek verdiklerini açıktan ilan ettiler. (Abdullah Azzam’la konuya dair yapılmış röpörtajlarda, tafsilatlı bilgiler vardır. İran’ın Afgan Siyaseti / Abdullah Azzam Röportajları 1-2-3 yazı dizisinden okunabilir. Kaynak: http://irananaliz.wordpress.com)
Batının yakın dostlarının dahi birbirlerine yapmadıkları iyilikleri, İran Batılı dostları için yapmıştı. Ancak iki taraf sahnede birbirlerine düşmanlardı. Boykotlar, sert açıklamalar, yaptırım tehditleri havada uçuşuyordu. Buna rağmen Batılıların İslam âlemine karşı birbirlerinden esirgedikleri yardımı, İran neden onlardan esirgemiyordu acaba?
Acaba bu da İran’ın Siyonist düşmanlığına benzer bir düşmanlık olabilir miydi? Siyonizm düşmanlığı İran’ın Sünni âleme karşı en gözde argümanıydı. Ancak ne İran ne de bugün yanında yer aldığı Suriye, İsrail’e tek kurşun dahi atmamıştı. Bilakis İran’ın küçük karakolu Suriye, İsrail sınırlarını muhafaza ediyordu.
Aslında Ruhani’yle beraber başladığı düşünülen yakınlaşma, çok eskiye dayanıyor. Sadece Suriye hendeği, bunu Sünni âlemin gözleri önüne sermiş oldu.
Güneydoğu’da Olması Muhtemel Gerginlik
Hizbullah Cemaati’nin siyasî kolu HÜDA-PAR kuruldu. Artık siyaset sahnesinde muhafazakâr bir parti daha var. Demokrasiler için gayet normal olan bu durum, söz konusu Kürdistan olunca normalliğini kaybediyor haliyle.
Yakın zamanda gerçekleşecek yerel seçimlere bu parti de katılacak. PKK bu olaya demokratik bir haktan ziyade ‘kazanımlarını kaybetmek’ olarak bakıyor. Yukarıda benzeri anlatılan Gülen Cemaati misali anlamsız ve aşırı tepkiler veriyor. Özellikle Hizbullah’ın 2000 sürecinden sonra halka indiği, halkın kendisiyle dindarlaştığı gayrı İslamî bidatleri, kitlesel kutlamalarla meydanlara taşıdığı biliniyor. Bu, hem Hizbullah’ın geçmişte oluşan kötü imajını sildi hem de halk arasında yoğun bir sempatizan kitlesi oluşturdu. Tüm varlığını Kürdistan üzerine kurgulayan PKK, bu gelişmelerden habersiz değil. Hizbullah’ın kutlu doğum ve benzeri faaliyetleri meydanlara taşımasının cemaate kazandırdıklarının farkında. PKK bölgede alternatif istemiyor. Özellikle de birçok alanda imkânlarından faydalandığı ve kirli işlerini kamufle ettiği yerel yönetimler konusunda. Buna bir de PKK’nın yerel yönetimler üzerinden bir statü sağlama hedefi eklenince, işler PKK cenahında içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
HÜDA-PAR, PKK kadar oy alamayabilir. Ancak onun karşısında güçlü bir rakip olacağı ve yerel yönetimler üzerinden elde ettiği kazanımları tehlikeye sokacağı açıktır. Evvela PKK seçimlere eski rahatlıkla katılamayacak, ciddi anlamda çalışma yapması gerecektir. Bugüne kadar bölgede var olan siyasî durumdan nemalandı. Hiç yorulmadan kitlelerin oyunu aldı.
Saniyen; HÜDA-PAR’la birlikte, halkın gözündeki ‘tek seçenek PKK’ anlayışı kırılacaktır. Oyların HÜDA-PAR’a gitmediği düşünülse dahi AKP’ye kayma olasılığı yüksektir. Bölgede çoğu insanın BDP’ye verdiği oylar ideolojik değildir. Cumhuriyetten bu yana var olan yanlış ve gayriinsanî Kürt politikalarının oluşturduğu düşmanlık algısıdır. Kürtlerin içinden kurulacak muhafazakâr ve kitle hareketi olan bir partinin bu algıyı değiştireceği kesindir.
Salisen; PKK silahlı bir güçtür. Güneydoğu’nun kırsal kesiminde, bu durum oyların akışına ciddi anlamda etki etmektedir. Kırsalda muhafazakâr olan ve PKK’nın din düşmanlığından rahatsız insanlar, bu korkuyla oy kullanmakta veya seçimlere katılmamaktadır. HÜDA-PAR’ın seçimlere katılması bu kitlenin oylarının akışını değiştirecektir. Çünkü PKK’nın tehditleri karşısında hiçbir siyasî hareket barınamamıştır. Bunun tek istisnası Hizbullah Cemaati’dir. Haliyle PKK’nın elinde ciddi bir koz olan tehdit, bu sefer işe yaramayacaktır.
Bu ve daha sayılabilecek birçok neden, PKK’yı rahatsız etmekte ve bölgedeki gerilimi tırmandırmak istemektedir. 90’lı yıllarda yaptığı gibi Hizbullah’ın kendi karşısında kurulmuş derin bir yapı olduğunu ve Kürtlere düşman olduğu tezi üzerinden süreci bulandırma peşindedir. Ancak şartlar çok değişti. Hizbullah 90’lı yıllardaki gibi kamuoyundan uzak bir cemaat değil. Gelişmeleri gündeme taşıyor ve her seferinde PKK’nın gerginliği tırmandırma oyununu bozuyor.
Seçimler yaklaştıkça sıkıntıların artacağı, sokakların karışacağı ve kışkırtma amaçlı eylemlerin çoğalacağı bir kesin. Özellikle bölgeden birileri, tevhid ehlini de sahaya çekmek istiyor. Karışıklığın iyice girift hale gelmesi ve kamuoyunda bilgi kirliliğine yol açacak zıt yorumlara zemin hazırlamak istiyorlar. Böylece gündeme daha rahat hükmedeceklerine inanıyorlar.
Her şeyden önce bizler tevhid ehli olarak, PKK’nın Marksist ideolojisinden beri olduğumuz gibi HÜDA-PAR’ın, tevhid inancına aykırı itikadî ve siyasî anlayışından da beriyiz.
Ancak tevhid ehlini bu süreçte dikkatli olmaya davet ediyor, PKK ve benzeri yapıların provokasyonlarına karşı uyarmak istiyoruz. Bölge Müslümanlarının istişare halinde hareket etmelerinin zaruri bir durum olduğunu düşünüyoruz. Suriye’de Müslümanlarla PKK arasında devam eden mücadelenin, sürece yansımalarının olacağını düşünerek daha dikkatli olmanın önemine vurgu yapmak istiyoruz. Hayır olacağına inandığımız bir söz veya davranışın, aktörlerin çok farklı olduğu bir zeminde telafisi çok zor hatalara sebebiyet verebileceğini hatırlatmanın; ‘Din nasihattir’ prensibince vacip olduğuna inanıyoruz. Asli aktörlerin çok farklı olduğu bir zeminde söylediğimiz sözler ve yapacağımız amellerle kimin safında görüneceğimiz net değildir. Tevhidi savunmak isterken Marksist bir çizginin tarafıymış gibi görünme ihtimalinden Allah’a sığındığımız gibi, Marksistlerle mücadele edelim derken siyasî bir yapının şirk amelini savunuyor gibi görünmekten de Allah’a sığınırız. Süreçte en hayırlı olanı sükûnet ilkesiyle hareket etmek, tevhid inancının yayılması için mücadeleye devam etmektir.
Rabbimiz bizleri insî ve cinnî şeytanların fitnelerinden muhafaza eyle. Rasûl’ün sallallahu aleyhi ve sellem aracılığıyla bıraktığın açık yolda bozmadan, eklemeden ve çıkarmadan yürümeyi ve bu hal üzere can vermeyi bizlere müyesser kıl.
Selam ve dua ile…
İlk Yorumu Sen Yap