Vela/Dostluk, Bera/Düşmanlık Bağlamında Kâfirlere Benzemek

Allah subhanehu ve teâlâ varlığı yoktan yaratandır. Eşyanın bazısını birbirine benzer, bazısını farklı yaratmıştır. O subhanehu ve teâlâ dilediğini yaratıp, dilediği tercihte bulunabilir. Mülk O’nundur ve O subhanehu ve teâlâ her şeyin en iyisini ve en uygun olanını (hikmeti) bilendir. Bu O’nun kevnî iradesidir. Ve O subhanehu ve teâlâ yaratılış olarak benzer olmasını takdir ettiklerinin şer’an da benzer olmasını talep etmiştir. Bunun gibi yaratılış olarak zıt olanların şer’an benzemesini yasaklamıştır. Bu, O’nun adalet ve hikmetinin gereğidir. O’nun yaratıcılığındaki büyüklük ve azametini anlamayanlar O’nun şeriatının mükemmelliğini de anlayamazlar. Kendisinin emreden, nehyeden ve kanun yapıcı oluşunu anlattığı ayetlerinin bağlamında yaratıcı oluşuna vurgu yapması, bu sırra bina edilir. Yaratan kimse, varlığı en iyi bilen de O’dur. Öyleyse onları yoktan varettiği gibi, onların devamını ve salahını en iyi bilecek olan O’dur. Bu da O’nun mükemmel kanunlarına teslim olmayı gerektirir.

Bu noktayı izah ettikten sonra; bazı şeylerin benzeşmesini yasaklaması onların varlık olarak benzeşmelerinin mümkün olmayacağındandır. Varlıkta zıt olanları benzeştirmeye çalışmak, hayatı yaşanılmaz kılmak, kâinatı ifsat etmek olur.

Kulun/yaratılanın Allah’a benzemeye çalışması yasaklanmıştır. Bu, haddi aşma yani tağutlaşmadır. Çünkü bu zatta ve sıfatta iki zıttın benzemeye çalışmasıdır ki, bu imkânsızdır.

“O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi nefislerinizden eşler, davarlardan da çiftler varetti. Sizleri bu tarzda türetip-yayıyor. O’nun benzeri gibi olan hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.” 42/Şura, 11)

“Yaratmayı başlatan, sonra onu iade edecek olan O’dur; bu O’na göre pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce misal O’nundur. O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (30/Rum, 27)

“Ve hiçbir şey O’nun dengi değildir.”  (112/İhlas, 4)

İnsanın hayvana benzemesi yasaklanmıştır. Yaratılışta zıt olan iki varlığın benzeşmesi kâinatın, düzenin bozulmasıdır ve fesattır.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: “Namazda köpeğin ik’a yaptığı gibi ik’a yapmaktan nehyetti.” (Müslim)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: “Sizden biri parçalayıcı hayvanlar gibi secdede kollarını yere koymasın.” (Müslim)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: “Köpeğin kusup kustuğunu yemesi gibi hibesinden dönmesin.” (Muttefekun Aleyh)

Kadının erkeğe, erkeğin kadına benzemesi yasaklanmıştır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:

“Allah erkeklerden kadına, kadınlardan erkeğe benzemeye çalışanlara lanet etmiştir.” (Buhari, Ebu Davud) buyurdu. Çünkü Allah subhanehu ve teâlâ kadını ve erkeği farklı yaratmıştır. Cinslerden birinin diğerine benzemeye çalışması, Allah’ın takdirine ve seçimine itirazdır. Ve tüm insanlığın huzurunun bozulmasıdır.

Bunun gibi Allah subhanehu ve teâlâ Müslüman’ın kâfire benzemesini de yasaklamıştır. İslam’daki en genel ve kapsamlı yasaklardan biri budur. İnançta, giyimde, süste, konuşmada ve hayatın her alanında onlara benzemek yasaklanmıştır. Çünkü iki zıddın benzemeye çalışması, yerin ve göğün fesada uğramasıdır. Allah ile insan, kadın ile erkek, insanla hayvan nasıl farklıysa ve benzemeleri fesatsa hak ile batılda öyledir. Hak ve ehli ile batıl ve ehli iki zıt kutuptur. Benzemeleri mümkün değildir. Birinin kaynağı Allah subhanehu ve teâlâ, diğerininki şeytandır. Biri ulvî, biri süflîdir.

“Kim bir kavme benzerse o da onlardandır.” (Ahmed, Ebu Davud)

“Sakallarınızı uzatın, bıyıklarınızı kısaltın müşriklere muhalefet edin.” ( Muttefekun Aleyh)

“Sakallarınızı uzatın, bıyıklarınızı kısaltın Mecusilere muhalefet edin.” (Müslim, Ebu Hureyre’den.)

“Allah Rasûlü benim üzerimde elbise gördü bana: ‘Muhakkak bu kâfirlerin elbisesidir bunu giyme.’ dedi” (Müslim, Abdullah b. Amr’dan.)

“Yahudi ve Hristiyanlar saç sakal boyamazlar onlara muhalefet edin.” (Muttefekun Aleyh, Ebu Hureyre’den.)

“Allah, Yahudi ve Hristiyanlara lanet etsin, onlar Peygamberlerinin kabirlerini mescit edindiler.” (Buhari, Müslim)

Aişe annemiz radıyallahu anha bu hadisi rivayet ettikten sonra: “Yaptıklarından sakındırmak için” demiştir.

Bu konuya daha çok örnek verebiliriz. Ancak bu kadarla iktifa ediyoruz. Allah ve Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem her konuda onlara muhalefeti emretmiş, onlara benzemeyi yasaklamıştır. Bunun birçok hikmeti vardır. Ancak bunlardan İslam açısından en önemlisi, Müslümanlar içinde en tehlikeli olanı; ‘Zahirde benzemenin, kalpte sevgi oluşturmasıdır.’

Kâfirlere sevgi beslemek kesin bir dille yasaklanmıştır. Bu, iman ve akidenin en sağlam bağı olan ‘Vela-Bera’, ‘Dostluk-Düşmanlık’ ilkesine aykırıdır.

Vela-bera akidesi anlaşılmadan, kâfirlere benzeme meselesinin anlaşılması mümkün değildir. İnsanların onlara benzemede bu kadar rahat olması, bu inancın kalplerden silinmesindendir.

Evet, insan sevmediğine benzemeye çalışmaz. Bu hepimizin ortak kabulüdür. Bugün insanlar sanatçı, futbolcu veya şarkıcı gibi fesat önderlerine benzemeye çalışıyorsa bu onlara olan suflî sevgilerinden ve onların hayat biçimlerinden razı olmalarındandır. Allah’a sığınırız. Bundan daha tehlikeli bir durum olamaz. Allah’ın nefret ettiği, lanet edip, gazabını hak kıldığı insanlara ve onların hayatlarına sevgi, içinde iman olan bir kalpte bulunmaz. Onları sevdikçe onlara benzemeye çalışıyorlar, onlara benzedikçe onlara olan sevgileri artıyor.

Bir kavme benzeyenin onlardan olması bu manaya işaret eder. Çünkü zahirde onlara benzeyen, onlara karşı kalbinde sevgi hissedecektir. Bu da benzemeye çalışanı onlardan kılacaktır. Allah’ı, Rasûlü’nü ve müminleri seven, onları dost edinen onlardandır.

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun.” (58/Mücadele, 22)

“Onlardan çoğunun inkara sapanlarla dostluklar kurduklarını görürsün. Kendileri için nefislerinin takdim ettiği şey ne kötüdür. Allah onlara gazaplandı ve onlar azapta ebedi kalacaklardır. Eğer Allah’a, Peygambere ve ona indirilene iman etselerdi, onları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fasık olanlardır.” (5/Maide, 80-81)

Şeyhu’l-İslam İbni Teymiyye rahimehullah: ‘Zahirde benzeşme kalpte sevgi oluşmasına neden olur. İçerideki muhabbetin zahirde benzeşmeye neden olduğu gibi buna duygu ve tecrübe de şahitlik eder.” (İktida Sıratı’l Mustakîm, 488.)

İbni Mesud radıyallahu anh: “Kalp kalbe benzemedikçe, elbise elbiseye benzemez.” (Musannef, Ebi Şeybe.) diyerek bu noktaya işaret etmiştir.

İşte böyle! Kâfirler gibi eğlenen, onların bayramlarını bayram bilen, onlar gibi giyinince güzelleştiğini düşünen insanların bu zahiri halleri, kalplerinin onların kalpleriyle aynı olmasındandır. Yani mesele harflerle ifade edilince basit olsa da, hakikatte çok tehlikelidir. Biz de bu noktadan yola çıkarak kâfirlere benzemenin temel nedeni olan ‘Vela-Bera’ (dostluk-düşmanlık) akidesini incelemeye çalışalım.

Vela/Dostluk, Bera/Düşmanlık

Her din, öğreti, felsefe veya ideolojinin doğrularını öğretme metodu vardır. İslam, vermek istediği genel manaları kavramlaştırır. Başlıklar haline getirir. Daha sonra örnekler, yaşanmış hadiseler, kavramları kabul eden insanlarda ortaya çıkması gereken özellikler şeklinde içini doldurur.

İslam’ın sevgi ve buğz anlayışı vardır. Kimleri sevip, kimlere buğz edeceğiz? Sevginin ve nefretin nedenleri nelerdir?

Hayat sevgi ve nefret üzere kuruludur. Tüm davranışlarımızı bu iki duygu belirler! İslam, hayatın bu önemli meselesini Vela ve Bera veya muvalat ve mu’adat kavramları üzerinden anlatmıştır.

Vela

Lugat olarak ‘v-l-y’ kökündendir. ‘Veliy’ kelimesinin özü yakınlıktır. Bir şeyin bir şeye bedensel veya duygusal yakınlığıdır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem yemek yiyen birine: “Kul mimma yeliyke” (Buhari, Müslim) (Yakınından/önünden ye) demiştir. Yakınlığın temeli de sevgidir. İnsanın sevmesi ve sevgisi nedeniyle ona en güzel şekilde kulluk edenlere kullanıyoruz.

Öz manası bu olan dost/veli kelimesi şu manalarda kullanılmıştır:

Sevgi

“Ey iman edenler, benim düşmanlarımı ve sizin düşmanlarınızı dostlar/veliler edinmeyin! Siz onlara sevgi besliyorsunuz, oysa onlar size indirileni inkâr ettiler.”(60/Mümtehine, 1)

Ayet müminleri kâfirleri dost edinmekten, onlarla velayet kurmaktan men etmiş, hemen devamında bundan kast edilenin sevgi beslemek olduğunu ifade etmiştir.

“Ey iman edenler, eğer imana karşı inkarı sevip-tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte bunlar zulmeden kimselerdir.”  (9/Tevbe, 23)

“De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kar getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise…”( 9/Tevbe, 24)

İlk ayette (Tevbe 23) kâfirleri dost/veli edinmek yasaklanmıştır. İkinci ayette (Tevbe 24) yasaklanan dostluğun “Onların daha sevimli” olması olduğu belirtilmiştir.

Yardım

“Onların Allah’tan başka kendilerine yardım edecek velileri/dostları yoktur.” (42/Şura, 46)

“Hayır, sizin mevlanız Allah’tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.” [1]

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem sevgi ve yardım manasını burada bulunduracak şekilde Ali’ye radıyallahu anh şöyle demiştir:

“Allah’ım onu dost/veli edineni sen de dost edin.” (İbni Mace)

Tabi Olma/İtaat Etme

“İnsanlardan kimi, Allah hakkında bilgisi olmaksızın tartışır durur ve her azgın-kaypak şeytanın peşine düşer. Ona yazılmıştır: Kim onu veli edinirse, şüphesiz o (şeytan) onu şaşırtıp-saptırır ve onu çılgın ateşin azabına yöneltir.” (9/Tevbe, 71)

İlk ayette insanlardan bazısının şeytana tabi olduğu, ikinci ayet ise: “Kim onu veli edinirse/tabi olursa” şeklinde gelmiştir. Yani tabi olma tevelli/vela kelimesiyle ifade edilmiştir.

İşleri İdare Etme

İslam, yöneticilere ‘Veliyyu’l Emir’ demiştir.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:

“Allah’ım kim benim ümmetimin işinden bir şeye yönetici/veli olurda onlara kolaylık sağlarsa, sen de onun işlerini kolaylaştır, kim de zorlaştırırsa sen de ona zorlaştır.” (Müslim)

Yine bu manada ‘Veliyyu’l Yetim’ tabiri vardır. Anne babası olmayan çocuğun malını koruma, terbiyesiyle ilgilenme, onun ihtiyaçlarını ve durumunu sevk ve idare  etme denir.

Ya da ‘Veliyyu’l Mer’a’ (kadının velisi) ise; nikâh esnasında kadının evlenme işinde söz sahibi olanlar hakkında kullanılmıştır. Bu ilk dereceden akraba olacağı gibi, bunlardan birinin hayatta olmadığı zaman İslamî yönetici de olabilir.

Akrabalık Bağı

“Her kim haksız yere öldürülürse velisine/akrabasına yetki vermişizdir.” (17/İsra, 33)

Bu manaların birçoğunu barındırdığı için;

Allah’a subhanehu ve teâlâ el-Mevla, el-Veliy denmiştir.

“Allah müminlerin velisidir.” (2/Bakara, 257)

“O, Allah sizin mevlanızdır.” (22/Hac, 78)

Çünkü Allah subhanehu ve teâlâ dostlarına yakındır. Onların yardımcısıdır ve onları sever. Tüm kâinatın mutlak idarecisi olduğu gibi, O’nun emirlerine de tabi olunur.

Yine bu manaları toplayan bir ayet de şudur:

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.”    .(3/Âl-i İmran, 150)

“Münafık erkekler ve münafık kadınlar, bazısı bazısındandır; kötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar, ellerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular; O da onları unuttu. Şüphesiz, münafıklar fıska sapanlardır.” (9/Tevbe, 67)

Müminler beraber yaşar, cemaattirler. Elele verirler. Sevgi ve hüzünde, bir bedenin azaları gibi birbirlerine bağlıdırlar. Bir duvarın tuğlaları gibi kenetlenmişlerdir. Her biri bir diğer kardeşiyle vardır. İşte bu manalardan dolayı ‘Birbirlerinin velisi/dostudurlar…’ tanımı müminler için kullanılır.

Münafıklar da çirkinlik ve masiyette yardımlaştıkları, birbirlerine destek olmaları hasebiyle dostturlar…

Bera

Uzaklaşmak, uzak olmak manasındadır. Hastalıktan kurtulana ‘beriun’ denir. Bir kavmi terk edip uzaklaşana ‘beri oldu’ denir. Araplar ‘leylatu’l berae’ derler. Ay güneşten uzaklaşır, bu kamerî ayların ilk günüdür. ‘Sûratu’l berae’ Tevbe suresinin bir adıdır. Nedeni surenin başında geçen:

“Ve büyük Hacc (Hacc-ı Ekber) günü, Allah’tan ve Rasûlü’nden insanlara bir duyuru: Kesin olarak Allah, müşriklerden uzaktır, O’nun Rasûlü de. Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha hayırlıdır; yok eğer yüz çevirirseniz, bilin ki Allah’ı elbette aciz bırakacak değilsiniz. İnkar edenleri acı bir azapla müjdele.” (9/Tevbe, 3) ayetidir. Ayet, Allah ve Rasûlü’nün müşriklerden beri/uzak olduğunu bildirmiştir. İbrahim aleyhisselam kavmine bakın ne demiştir.

“İbrahim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten beriyiz/uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-tekfir ettik. Sizinle aramızda, siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir.’ ” (60/Mümtehine, 4)

Ayette tevhid imamının ve arkadaşlarının müşriklere tavrı ‘Teberri-beri olma’ kelimesiyle ifade edilmiştir.

“Hani İbrahim babasına ve kendi kavmine demişti ki: ‘Şüphesiz ben, sizin taptıklarınızdan beriyim/uzağım. (Ancak) Beni yaratan başka. İşte O beni hidayete yöneltip-iletecektir.’ ” (43/Zuhruf, 26-27)

İbrahim aleyhisselam babası ve kavminden, onların inanç ve şirklerinden uzak olduğunu ‘beri olma’ lafzıyla ifade etmiştir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:

“Allah’ım Halid’in yaptığından beriyim.” (Buhari) buyurmuştu. Halid bin Velid radıyallahu anh haksız yere insanları öldürmüştü. Bunun üzerine Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem onun bu fiilini tasvip etmediğini ifade etmek için: “Onun yaptığından beriyim” demiştir.

Bu örnek kullanımlardan anlıyoruz ki vela/dostluk, bera/düşmanlık kavramları kalbî ve bedenî olmak üzere iki kısımdır;

Kalpte olan: Sevgi ve buğzdur. Bunlar kalbin amelidir.

Organlarla alakalı olan: Sevginin gereği olarak beraberlik, yardım, tabii olma, itaat, yakınlık ve alakadır.

Buğz ve nefretin gereği olarak uzak olma, düşmanlık, karşısında yer almaktır.

Ayetlerde ve hadislerde ‘dostturlar’, ‘onları dost edinmeyin’ vb. ifadeler bu manaları kapsamaktadır.

Vahyin Rehberliğinde Vela Bera Akidesi

Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem önce insanlık koyu bir cahiliye yaşıyordu. Şirkin ve cehaletin bozduğu kavramların başında dostluk/düşmanlık geliyordu. İnsanlar tevhid imamının öğretilerini tahrif ettikleri gibi, onun sevgi ve nefretteki eşsiz örnekliğini küfürle örtmüşlerdi.

O topraklar İbrahim’i aleyhisselam görmüştü.

O İbrahim ki onun sevgi ve nefreti Allah subhanehu ve teâlâ içindi. İmanın en sağlam bağını o temsil ediyordu. Allah’a olan sevgisi, O’na kulluk etmeyenlere olan kini ile ‘Halil’ olmuştu. ‘Hullet’ bir şeyin bir şeye karışması, onda erimesiydi… İnsanlar artık kabile bağlarına göre sevip düşmanlık ediyordu. İnanç bağı gözetilmiyordu. Günümüzde olduğu gibi bayrak, toprak, ırk ve memleket bağı sevgi ve dostlukta esas halini almıştı. Nasıl günümüz cahiliyesi önce bir şeyleri kutsuyor, sonra o uydurulmuş kutsallara göre dost ve düşman ediniyorsa; o günün cahiliye insanları da öyleydi. Nasıl olmasın ki? İlk cahiliyenin kaynağı da şeytanın fısıldamalarıydı.

Bu karanlıkta Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem gelmiş ve cahiliyenin bu bağlarını ayaklarının altına almıştı. Dostluk ve düşmanlıkta tek kaynak ve esas, iman bağıydı. Mekke’nin orta yerinde, tevhid imamı, atası İbrahim’in aleyhisselam şiarlarını ihya ederek bağırıyordu. “Dikkat edin falan aileler (akrabaları) benim dostum-velim değildir. Benim dostum velim Allah ve salih müminlerdir.” Bir anlamda Kelime-i Tevhid’i tefsir ediyordu. Müşriklerin duymaya tahammül edemedikleri, korkup endişelendikleri manaları yüzlerine vuruyordu. Onlar korkuyordu. Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem davet ettiği bu kelime öyle sıradan bir kelime değildi. Ta başında ‘Lâ’ diyor, bir şeyleri reddediyor. Ortada biz varız ve o sallallahu aleyhi ve sellem var. Öyleyse reddettiği biz ve değerlerimiz. Asırlardır atalarımızdan bize nakledilen, uğruna savaşıp fedakârlıklar yaptığımız, bizi ve varlığımızı temsil eden ilahlarımıza bir şeyler söylüyor. Korktukları buydu. Bunlara evet deyince çok şey kaybedeceklerdi. Yıllardır kutsadıkları ataları cehennem kütüğü olacak, ibadet ettikleri ilahlar birer taş parçasına dönecekti. İnsanlar onlara gülecekti! Bunca zamandır siz ve atalarınız yanlış yapıyordunuz demek! Liderlik, övündükleri değerler hepsi ama hepsi yok olacaktı. Ya dostluklar, ticaret ve anlaşmalar? Herşey bu değerler üzerine kuruluydu. Lat nasıl da onları bağlıyordu. Menat etrafında sorunlarını çözdükleri bir kehanet yuvasıydı. Bu korkularla boğuşurken, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem onları can evinden vuruyordu. ‘Evet’ diyordu. ‘Anladığınız gibi. Tüm dostluklar ayağımın altındadır, tek dostluk Allah ve O’na bağlı olan şeyleredir. O’nun subhanehu ve teâlâ dışındaki meşrutiyet, O’nda olmayan her şey batıldır ve ben ‘Lâ’ diyorum.’ İbrahim’in milletinden yüz çevirmiş sefihler, öylece kalmıştı. Onlar onu sallallahu aleyhi ve sellem vazgeçirmeye çalıştıkça, yeni ayetler iniyor ve bu imanları pekiştiriyordu.

Öyleyse vela-bera inancı Kelime-i Tevhid’in kapsadığı en belirgin manalardandır. Kendi el-Hak, öğretileri hak, yolu ve mesajları hak olan Allah subhanehu ve teâlâ afaki ve vakıayla ilgisi olmayan şeylere ‘Lâ’ dedirtecek değildi ya! Bu dine ilk adımla kalpte oluşan Rabbanî duyguların ağıza yansıyan ilk kelimesi ‘Lâ’ idi. Önce red… O güne dek var olan doğrular, kurulmuş bağlar, dostluklar, nefretler hepsine…’Lâ’ …

Sonra ‘illallah’… Sonra Allah.. Artık ibadetim O’na. Sevgim O’na ve O’na kulluk edenlere. Nefretim ‘Lâ’ demeyen veya ‘illallah’ diyerek O’na kulluk etmeyenlere.

İlk ayetleri tefsir ediyordu.

“Sen Rabbinin adını an. Ve her şeyden alakanı keserek ona yönel. O doğunun ve batının Rabbidir. O’ndan başka ilah yoktur.(La ilahe illa huve) O’nu vekil edin. Sen onların dediklerine sabret ve onları güzel bir şekilde terket.” (73/Müzzemmil, 8-10)

Müşriklerin korktuğu da buydu. Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem davet ettiği kelimenin onları yok sayması ve bağları koparmasıydı. Allah subhanehu ve teâlâ indirdiği ayetlerle korkularını körüklüyor, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve sahabe uygulamalarıyla vahyi tasdik ediyorlardı. Ayetler kıssaları anlatmaya başlamıştı. İlginç bir durum vardı. Anlatılan her kıssanın başlangıç noktası Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem başladığı noktaydı. Her biri aynı şeyi söylüyordu.

“Sadece Allah’a ibadet edin O’nun dışında ilah yoktur.” (23/Mü’minun, 23)

Gün geçtikçe mesele açıklığa kavuşuyordu. Örnekler gösterilmeye başlanmıştı. Peygamberler anlatılıyordu, kabul etmeyince azapla korkutuyorlardı. Elem verici azap. Meydan okuyorlardı…

“(Babası) Demişti ki: ‘İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursan, andolsun, seni taşa tutarım; uzun bir süre benden uzaklaş, (bir yerlere) git.’ ”  (19/Meryem, 469)

“Onlara rahmetimizden armağan(lar) bağışladık ve onlar için yüce bir doğruluk dili verdik.” (19/Meryem, 50)

” ‘Ey Şuayb’ dediler. ‘Senin söylediklerinin çoğunu biz kavrayıp anlamıyoruz. Doğrusu biz seni içimizde zayıf biri görüyoruz. Eğer yakın-çevren olmasaydı, gerçekten seni taşa tutar-öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin.’ Dedi ki: ‘Ey kavmim, sizce benim yakın-çevrem, Allah’tan daha mı üstündür ki, O’nu arkanızda-unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edindiniz. Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp-kuşatandır. Ey kavmim, bütün yapabileceğinizi yapın; şüphesiz, ben de yapacağım. Kime aşağılatıcı azap gelecek ve yalancı kimdir, yakında bileceksiniz. Siz gözetleyip durun, ben de sizinle birlikte gözetleyeceğim.’ ” (11/Hud, 91-93)

“Ey kavmim, ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Akıl erdirmeyecek misiniz?” (11/Hud, 51)

“O’nun dışındaki (tanrılardan). Artık siz bana, toplu olarak dilediğiniz tuzağı kurun, sonra bana süre tanımayın. Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır). Buna rağmen yüz çevirirseniz, artık size kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ ettim. Rabbim de sizden başka bir kavmi yerinize geçirir. Siz O’na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, herşeyi gözetleyip-koruyandır.’ ” (11/Hud, 55-57)

“Onunla birlikte iki genç de zindana girmişti. Biri: ‘Ben (rüyamda) kendimi şarap sıkıyorken gördüm.’ dedi. Öbürü: ‘Ben de kendimi başımın üstünde ekmek taşıyorken gördüm; kuş da ondan yemekteydi’ dedi. Bunun yorumundan bize haber ver. Doğrusu biz seni, iyilik yapanlardan görmekteyiz. Dedi ki: ‘Size rızıklanacağınız bir yemek gelecek olsa, ben mutlaka size daha gelmeden önce onun ne olduğunu haber veririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah’a iman etmeyen, ahireti de tanımayanların ta kendileri olan bir topluluğun dinini terk ettim. Atalarım İbrahim’in, İshak’ın ve Yakub’un dinine uydum. Allah’a hiçbir şeyle şirk koşmamız bizim için olacak şey değil. Bu, bize ve insanlara Allah’ın lütuf ve ihsanındandır, ancak insanların çoğu şükretmezler.’ ” (12/Yusuf, 36-38)

Bu ayetler tek dostun, vekilin, yardımcı ve güç sahibinin Allah subhanehu ve teâlâ olduğunu öğütlüyordu. Yanlarında bundan az, ama bu bağla dost olmuş müminleri, bazen tek bir insanın meydan okumasını resmediyordu. İnançtaki bu net ayrışma artık başka kelimelerle ifade ediliyordu. ‘Sizden ve Allah’ın dışında ibadet ettiklerinizden itizal etmek.’

Ve Ashab-ı Kehf anlatılmaya başlandı. Mağaralarda yaşama pahasına da olsa müşrikleri terk etmekten söz ediliyordu.

“Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik; (Krala karşı) Kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir; İlah olarak biz O’ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız. Şunlar, bizim kavmimizdir; O’ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?’ (İçlerinden biri demişti ki:) ‘Madem ki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın.’ ” (18/Kehf, 14-16)

Müşrikler bu ayetlerin tesirini görmeye başlamıştı. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem aynı cümlelerle meydan okuyor, onlarla dostluk bağının olmadığını, tek dostun Allah ve müminler olduğunu söylüyordu.

“Allah’tan başka taptıklarınız sizler gibi kullardır. Eğer doğru iseniz, hemen onları çağırın da size icabet etsinler. Onların yürüyecek ayakları var mı? Ya da tutacakları elleri mi var? Veya görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı var? De ki: ‘Ortak koştuklarınızı çağırın, sonra bir düzen (tuzak) kurun da bana göz bile açtırmayın. Hiç şüphesiz, benim velim kitabı indiren Allah’tır ve O salihlerin koruyuculuğunu (veliliğini) yapıyor. O’ndan başka taptıklarınız ise size yardıma güç yetiremezler, kendilerine de.’ ” (7/Araf, 194-197)

Allah Rasûlü’nün yanında bulunanlar da aynı yönde hareket ediyorlardı. Annelerin ağlaması babaların işkencesi onları etkilemiyordu. Düne kadar uysal, ailelerine bağlı yaşayan gençler dahi inanç konusunda tavır alıyorlardı. Yaşanılan her an ağızdan dökülen ve tevhidin ilk adımı olan ‘Lâ’ nın tefsiriydi.

Konumuzun da bir parçası olan ‘kafirlere benzeme’ ve bunun gibi kafirlerle ilişkileri düzenleyen hükümlere bakıldığında dostluk-düşmanlık akidesi daha iyi anlaşılacak. Onlardan ve inançlarından sözlü olarak ayrışma, bedensel ayrılma hicret, onları taklit etmeme ve benzememe suretiyle özgün bir İslamî kimlik oluşturma ve cihad… O neslin asırların ezildiği bu sorumlulukları severek yerine getirmesi vela ve bera akidesini Kelime-i Tevhid’in parçası olarak görmeleriydi. İslam’ın insanlara yüklediği her sorumluluk öncesinde inancın/akidenin etkisi vardır. Önce inancı yerleştirip sonra o inancın insana kolaylaştıracağı sorumluluğu yükler. Ve sorumlulukların altından, o inanç olmadan kalkmak imkansızdır.

Dostluk/vela, düşmanlık/bera akidesi de böyledir. İslam’ın emredip, nehyetmek suretiyle bizleri sorumlu tuttuğu çoğu şeyin temelidir. Ondan dolayı bu akide insanlara anlatılmalı, Kelime-i Tevhid’in bir parçası olarak nesillere öğretilmelidir. Aksi halde insanların bu akideye bağlı sorumluluklarını yerine getirmelerini istemek, temennî olmaktan öteye geçmez.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ashabına: “İmanın en sağlam bağı/kulpu Allah için dost edinmek, Allah için düşmanlık etmek, Allah için sevip, onun için buğz etmektir.” (Ahmed, Ebu Davud)

“Kim Allah için sever, Allah için buğz eder, Allah için verir, O’nun için men ederse imanı kemale erer.” (Ebu Davud) dedi.

Dostluk ve düşmanlığın inanç esasına bağlı olması insanla Rabbi arasında sağlam bir bağ oluşturmasıdır. Bundan dolayı İslam’da ‘urve-i vuska’ Kelime-i Tevhid’in ve Allah’ın dostluğunun siyakında zikredilmiştir.

“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tağutu tanımayıp Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulba yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir. Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkar edenlerin velileri ise tağuttur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır.” (2/Bakara, 256-257)

İlk ayette Allah ‘urve-i vuska’yı anlatıyor. O’nun ilk şartı tağutu inkardır. Allah’a karşı haddini aşan, O’nun sıfatlarının kendinde olduğunu iddia eden veya verilen canlı-cansız tüm tağutların reddi ve Allah’a imandır ilk şart. Bir sonraki ayet: “Allah iman edenlerin dostu/velisidir.” (2/Bakara, 257) diyerek başlıyor. O sağlam kulp, kopmayacak bağ; Kelime-i Tevhid yani Allah’ın subhanehu ve teâlâ dost olmasıdır.

Şimdi vahyin bu inancı Müslümanlara nasıl yerleştirdiğine bakalım:

1. Müminler müminlerin, kafirler de kafirlerin dostudur

“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (9/Tevbe, 71)

“Münafık erkekler ve münafık kadınlar, bazısı bazısındandır; kötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar, ellerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular; O da onları unuttu. Şüphesiz, münafıklar fıska sapanlardır.” (9/Tevbe, 67)

“Gerçek şu ki, iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır. İman edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiçbir şeyle velayetiniz yoktur.” (8/Enfal, 72)

“İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.” (8/Enfal, 73)

“Çünkü onlar, Allah’tan (gelecek) hiçbir şeyi senden savamazlar. Şüphesiz zalimler, birbirlerinin velisidirler. Allah ise, muttakilerin velisidir.” (45/Casiye, 19)

Bu ayetler ve buna bağlı nebevî öğretiler İslam’daki dostluk anlayışının temelini iman ve küfür kavramının oluşturduğunu gösterir. Müminler müminlerin dostudur. Onları dost kılan tek bağ imandır. Aynı Allah’a iman ediyor oluşları onları dost kılmıştır.

Kafirler ise birbirlerinin dostudur. Müminler tek ümmet oldukları gibi kafirler de tek millettir. Ve bu dostluğun bağı küfür/nifak/şirktir. Onları dost kılan Allah subhanehu ve teâlâ hakkında ortak oldukları çarpık inançlarıdır.

Aralarında bazı sorunlar yaşamış olsalar da söz konusu İslam olduğunda kafirlerin çekişmelerini erteleyip İslam alemine seferler düzenlemesi bu hakikatin tezahürüdür. Küfür tek millettir ve birbirlerinin dostudurlar.

Aralarında örülen yapay sınırları her türlü ezayı göze alarak aşan ve batının konforuna doğunun çilesini tercih eden muvahhidler de aynı hakikatin tezahürüdür.

Müminler tek ümmettir ve birbirlerini dostudurlar…

Bunun nedeni ise; “Allah’ın iman edenlerin velisi” olması, kafirlerin velisinin ise tağutlar olmasıdır. Allah’ın velayetine sahip olan müminler ancak meşruiyetini Allah’tan subhanehu ve teâlâ alan şeylere dost/veli olabilirler. Çünkü dostluk hususunda Allah’ın meşruiyet verdiği tek bağ, iman bağıdır.

Kafirler ise; Allah’a nankördürler. O’nunla kurabilecekleri bağları küfürle örtmüşlerdir. O’na giden tek yolu parçalamış, şirkle taksim etmişlerdir. Zatında ve sıfatlarında tek ve ortağı olmayan Allah’la subhanehu ve teâlâ müşrik arasında bağ yoktur. Hem onlar severken Allah subhanehu ve teâlâ için sevmiyor, nefret ederken Allah subhanehu ve teâlâ için nefret etmiyorlar. Onların dostluğu para, vatan, bayrak ve bilumum taş ve çaputlar üzerine kuruludur. Dostluğu maden ve bez üzere kurulu olanla, semavi üzere kurulu olan hangi noktada buluşabilir?

İslam’ın bu bağı tahkim ve beyanda üslubu nettir. Hiçbir kapalılık ve anlaşılmazlık yoktur.

Oğlu Nuh’un aleyhisselam yolundan yüz çevirip başka bağlar peşinde koşunca, Allah subhanehu ve teâlâ onunla babası arasındaki tüm bağları kesmiştir. Nuh’un aleyhisselam: “O benim ehlimdendir.” (11/Hud, 45) demesi üzerine uyarılmış, kınanmıştı. Ve bu uyarı evrensel İslam cemaatine her dönem tilavet edilecek vahiy olarak indirildi. Ta ki Allah’ın velayetine sahip olmayanların, Müslümanla hiçbir bağı olmayacağı net anlaşılsın. Herkes bağlı olduğu toplumun parçasıdır ve ona göre muamele görür. Peygamber oğlu olsa da. Çünkü Allah’ın dostu olmaları hasebiyle müminler bu ulvî velayet etrafında birbirlerinin dostudur. Tağuta dost olmaları hasebiyle kafirler ise, bu suflî velayet etrafında birbirlerinin dostudurlar.

“(Gemi) Onlarla dağlar gibi dalga(lar) içinde yüzüyorken Nuh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: ‘Ey oğlum, bizimle birlikte bin ve kafirlerle birlikte olma.’ (Oğlu) Dedi ki: ‘Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur.’ Dedi ki: ‘Bugün Allah’ın emrinden, esirgeyen olan (Allah)dan başka bir koruyucu yoktur.’ Ve ikisinin arasına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu.” (11/Hud, 42-43)

Bunun üzerine;

“Nuh, Rabbine seslendi. Dedi ki: ‘Rabbim, şüphesiz benim oğlum ailemdendir ve Senin vaadin de doğrusu haktır. Sen hakimlerin hakimisin.’ ” (11/Hud, 45)

Allah subhanehu ve teâlâ cevap olarak:

“Dedi ki: ‘Ey Nuh, kesinlikle o senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir iş (yapmıştır). Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi Benden isteme. Gerçekten Ben, cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.’ ” (11/Hud, 46)

Nuh aleyhisselam:

“Dedi ki: ‘Rabbim, bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Ve eğer beni bağışlamaz ve beni esirgemezsen, hüsrana uğrayanlardan olurum.’ ” (11/Hud, 47)

Eşler için de durum farklı değildir.

“Allah, inkar edenlere, Nuh’un eşini ve Lut’un eşini örnek verdi. İkisi de, kullarımızdan salih olan iki kulumuzun nikahları altındaydı; ancak onlara ihanet ettiler. Bundan dolayı, (kocaları) kendilerine Allah’tan gelen hiçbir şeyle yarar sağlamadılar. İkisine de: ‘Ateşe diğer girenlerle birlikte girin’ denildi. Allah, iman edenlere de Firavun’un karısını örnek verdi. Hani demişti ki: ‘Rabbim bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar.’ ” (66/Tahrim, 10-11)

Akraba, aşiret, toprak için de durum farklı değildir.

“(İçlerinden biri demişti ki:) ‘Madem ki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın.’ ” (18/Kehf, 16)

” ‘Sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime dua etmekle mutsuz olmayacağım.’ Böylelikle, onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup-ayrılınca ona İshak’ı ve (oğlu) Yakup’u armağan ettik ve her birini Peygamber kıldık.” (19/Meryem, 48-49)

“Hani İbrahim babasına ve kendi kavmine demişti ki: ‘Şüphesiz ben, sizin taptıklarınızdan uzağım. (Ancak) Beni yaratan başka. İşte O beni hidayete yöneltip-iletecektir.’ ” (43/Zuhruf, 26-27)

2. Müminlerin kafirleri dost edinmeleri kesin bir dille yasaklanmıştır

Allah subhanehu ve teâlâ müminlerin ancak müminlerle dost olacağını açıkladıktan sonra kapalılığa mahal vermemek için kafirleri dost/veli edinmelerini yasaklamıştır.

“Müminler, müminleri bırakıp da kafirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kafirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah’adır.”  (3/Âl-i İmran, 28)

İmam Taberi rahimehullah ayetle ilgili: ‘Bunun manası: Ey müminler, onları dinlerinde dost edinmek, müminlere karşı onlara yardımcı olmak, müminlerin sırlarını vermek suretiyle kafirleri yardımcı ve dayanak edinmeyin. Kim böyle yaparsa onunla Allah arasında bir şey kalmamıştır. Yani bu yaptığıyla dinden irtidat etmek ve küfre girmekle o Allah’tan, Allah da ondan beri olmuştur.’ der.

İbni Kesir rahimehullah; ‘ “Kim de bunu yaparsa” yani kim bu nehyi işlerse o Allah’tan beri olmuştur. Bu şu ayetlerdeki tehdit gibidir: “Kim de onu yaparsa (onları dost edinirse dosdoğru yoldan sapmış olur)’ der.

“Ey iman edenler, Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan size geleni inkar etmişler, Rabbiniz olan Allah’a inanmanızdan dolayı elçiyi de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl) onlara karşı hâlâ sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun ortasından şaşırıp-sapmış olur.” (60/Mümtehine, 1)

“Kendilerine kitaptan bir pay verilenlerin sapıklığı satın aldıklarını ve sizin de yolu sapıtmanızı istediklerini görmedin mi?” (4/Nisa, 44)

Allah subhanehu ve teâlâ başka bir ayetinde:

“Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanları dostlar(veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.” (5/Maide, 51)

Bu ayette Allah subhanehu ve teâlâ iman sıfatıyla müminlere hitap etmiştir. Ve mutlak bir dil ile: “Sizden kim onları dost edinirse o da onlardandır” diyerek konunun tehlikesini belirtmiştir.

İmam Taberi rahimehullah: ‘Kim onları dost edinir ve müminlere karşı onlara yardımcı olursa o onların dininden ve milletindendir. Çünkü bir kişinin bir kişiyi dost edinmesi ancak ondan, dininden ve üzerinde olduğu şeyden razı olmasından dolayıdır. Ondan ve dininden razı olunca ona muhalif olanı düşman edinir ve kızar. Onun hükmü onunla aynı olur.’ der.

İmam Kurtubi rahimehullah: ‘Bu şart ve cevap cümlesidir. (Şart: “Kim onları dost edinirse” kısmıdır. Cevabı ve karşılığı: “O da onlardandır” kısmıdır.) Yani onları dost edinen onların Allah ve Rasûlü’ne muhalefet ettiği gibi o da muhalefet etmiştir. Onların düşmanlığı gerekli olduğu gibi onları dost edinenin de düşman edinilmesi vacip olmuştur. Onlara ateş vacip olduğu gibi, onları dost edinene de vacip olmuştur. O da onlardan yani onların ashabından olmuştur.’ der.

İbni Hazm rahimehullah: ‘Ayet zahiri üzeredir. Onları dost edinen onlar gibi kafirdir. Bu üzerinde iki Müslüman’ın ihtilafa düşmeyeceği bir hakikattir.’ (El-Muhalla, 11/138.) der.

Yine Allah subhanehu ve teâlâ başka bir ayetinde:

“Ey iman edenler, eğer imana karşı inkarı sevip-tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte bunlar zulmeden kimselerdir.” (9/Tevbe, 23)

Bu ayette olay biraz daha hususileştiriliyor. Önceki ayetlerde umumen kafirlerden, ehli kitaptan söz ediliyordu. Bu ayette ise babalar ve kardeşler dahi olsa küfrü imana tercih edenlerin dostluğu yasaklanıyor.

Bu nehye aldırmayıp onları dost edinenler bir önceki ayette olduğu gibi tehdit ediliyor. “İçinizden kim onları dost edinirse onlar zalimlerin ta kendisidirler.”

İbni Abbas radıyallahu anh: ‘O da onlar gibi müşriktir. Çünkü şirke rıza gösteren müşrik olur.’ (Kurtubi tefsiri ilgili ayet.) der.

3. Kâfirleri dost edinmeyle iman aynı kalpte bulunmaz

Yukarıda verdiğimiz ayetlerin her biri muhkem ayetlerdendir. Her okuyanın ilk anda anlayacağı şekilde açıktır. Gerek lafızların delaleti, gerek ayetlerin siyak ve sibakı muradı anlamaya yeterlidir. Buna rağmen Allah subhanehu ve teâlâ konunun ehemmiyeti ve kalplerinde eğrilik olanların müteşabih olana meyilleri sebebiyle bu tehditleri netleştirmiştir. Bu ayetlerde zikredilen “O da onlardandır”, “Onunla Allah arasında bağ kalmamıştır” vb. ifadeler, vakıada karşılığı olmayan tehditler değildir. Allah subhanehu ve teâlâ bazı örnekler üzerinden kafirlere dostlukla imanın aynı kalpte bulunmayacağını beyan etmiştir.

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın fırkası olanlar, felah bulanların ta kendileridir.” (58/Mücadele, 22)

Ayet net bir ifadeyle Allah’a ve ahiret gününe imanla, Allah ve Rasûlüne düşmanlık edenlerin sevgisinin bir kalpte toplanmayacağını ifade etmektedir. Özellikle ayetin başında kullanılan “Lâ tecidu” ifadesi dikkat çekicidir. ‘Bulamazsın’, ‘vücutta yoktur’, ‘görmezsin’ şeklinde tercüme edilebilecek bu lafız, zikredilenin imkansız olduğunu ifade ediyor. Buna benzer bir üslup Kur’an’da şu ayette de kullanılmıştır.

“Onlardan çoğunun inkara sapanlarla dostluklar kurduklarını görürsün. Kendileri için nefislerinin takdim ettiği şey ne kötüdür. Allah onlara gazablandı ve onlar azapta ebedi kalacaklardır. Eğer Allah’a, Peygambere ve ona indirilene iman etselerdi, onları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fasık olanlardır. ” (5/Maide, 80-81)

Bu ayette “Eğer Allah’a, Peygambere ve ona indirilene iman etselerdi” buyruluyor.

İbni Teymiyye rahimehullah zikrettiğimiz iki ayet için: ‘Ayet, Allah’a ve Rasûlü’ne düşmanlık edeni seven bir Müslüman’ın, Müslüman olmayacağını haber veriyor. İmanın bizzat kendisi kafire sevgiyi nefyeder. Zıt olan iki şeyin birbirini nefyetmesi gibi iman oldu mu, onun zıttı olan kafirlere dostluk son bulur. Kişi kalbiyle Allah düşmanlarını dost ediniyorsa, bu onun kalbinde vacip olan imanın bulunmadığını gösterir. Bu ayetin misali:

“Eğer Allah’a, peygambere ve ona indirilene iman etselerdi, onları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fasık olanlardır.”[2] (5/Maide, 81) ayetidir.

Ayet göstermiştir ki iman; onları dost edinmeyi nefyeder ve zıddıdır. Kalpte imanla onların dostluğu bir arada toplanmaz ve onları dost edinen Allah’a, Rasûlü’ne ve ona indirilene vacip olan imanı yerine getirmemiş olur.’ (Fetava, 7/17, Özetle.)

Vela Bera Akidesinin Hikmetleri

a. Konumuzun başında Allah’ın subhanehu ve teâlâ yaratıcı olduğuna değindik. Yaratıcı olması hasebiyle her şeyi en ince ayrıntısıyla bilen O’dur subhanehu ve teâlâ. Aynı şekilde yaratması O’nun sanatına delildir. Yarattığı hiçbir şeyde düzensizlik, problem veya uyum sorunu yoktur. Çünkü her şeyi yerli yerine koyan el-Hakim’dir.

Allah’ın subhanehu ve teâlâ müminleri, kafirleri dost tutmaktan men etmesi bir çok hikmeti barındırır. Bunların en önemlisi iki zıt olanın bir arada toplanmasının imkansızlığıdır. Gece ile gündüz bir arada olmaz. Ateşle su da böyledir. Bunların toplandığı an kâinatın ifsat olduğu ve son bulacağı andır (kıyamet). İman ile küfür, hak ile batıl iki zıttır. Aralarında olması gereken kin ve adavettir. Bunların uyum içinde, dostça yaşamaya kalkması fesadın kendisidir. Bunu bilen de Allah’tır. Çünkü ikisini yaratan da O’dur. Ve uyumlu olanla zıt olanı en iyi bilen O’dur.

“Gerçek şu ki, iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır. İman edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiçbir şeyle velayetiniz yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak, sizlerle onlar arasında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil. Allah, yaptıklarınızı görendir. İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.” (8/Enfal, 72-73)

Allah subhanehu ve teâlâ müminlerin dost olduğunu beyan ettikten hemen sonra kafirlerin birbirlerinin dostu olduğunu zikretmiştir. İki zıt olanı karşılaştırmıştır. Ve akabinde: “Siz bunu yapmazsanız” yani sadece dostluğunuz müminlere düşmanlığınız kâfirlere olmazsa: “Yeryüzünde bir fitne ve büyük bozgunculuk (fesat) olur.” demiştir.

İbni Kesir rahimehullah: ‘Yani sizler müşriklerden uzak durup müminleri dost edinmezseniz fitne vuku bulur. Fitne; durumların karışıklaşması, mümin ve kafirin birbirine karışması ve insanların arasında geniş, uzun ve yaygın fesadın olmasıdır.’  der.

Günümüzde de böyle değil midir? Kimin kiminle olduğu belli değildir. Allah’a iman ettiğini iddia eden insanlar, O’na düşmanlık adına kurulmuş kurumları korumayı vatanî görev olarak kabul ediyor. Allah’a, Rasûlü’ne hakaret eden yayınları ilgi ile takip ediyor, bekliyor ve katıla katıla gülüyor. Allah ve Rasûlü’nün buğz ettiği, lanet edip yerdiği insanlar gibi giyinmeye, onlar gibi konuşmaya, onlar gibi yaşamaya çalışıyor. İşlerin karışması, alametlerin kaybolması bundan başka bir şey midir?

Bir baba veya anne çocuklarının futbolcu, sanatçı vb. kişiliklere sevgi beslediğini, onlara özendiğini görüyor. Bir şey yapamıyor. Çünkü onlar, içinde ‘Allah, Rasûlü ve müminlerin’ olduğu bir hayatı kuramamanın bedelini ödüyor.

Birinci madde olarak diyebiliriz ki: Böyle bir dostluğun inşası iki zıt ve uyumsuzu bir araya getirmektir. Bu da fesadın ve fitnenin kendidir.

b. Kafirler, küfürleri gereği İslam’a ve onun değerlerine düşmandırlar. Belli zamanlarda bunu göstermeyebilirler. Ancak gerçek İslam’ın olduğu her yerde, onların kini ve düşmanlığı açığa çıkar.

“Kitap ehlinden olan kafirler ve müşrikler, Rabbinizden üzerinize bir hayrın indirilmesini arzu etmezler. Allah ise, dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah büyük fazl sahibidir.” (2/Bakara, 105)

Ayet dil bakımından bir incelik barındırıyor. ‘Hayrın’ kelimesi nefiy siyakında gelmiştir. Bu üslup umumiyet ifade edebilmesi içindir. Yani küçük-büyük hiçbir hayrın size gelmesini istemezler. Ve bu kelime ‘min’ harfi cerriyle verilmiştir. Bu da burada kastedilen genelliğin istisna olmadığını ifade içindir. Bizim için ‘hiç bir hayrın’ olmasını istemeyen bir topluluğun dostluğu ancak zarar getirir.

“Ey iman edenler, sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz. Sizler, işte böylesiniz; onları seversiniz, oysa onlar sizi sevmezler. Siz kitabın tümüne inanırsınız, onlar sizinle karşılaştıklarında ‘inandık’ derler, kendi başlarına kaldıklarında ise, size olan kin ve öfkelerinden dolayı parmak uçlarını ısırırlar. De ki: ‘Kin ve öfkenizle ölün.’ Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir.” (3/Âl-i İmran, 118-119)

Onların müminler için hayır istememesi, içlerinde müminlere karşı kin gizlemeleri ne anlama geliyor? Allah subhanehu ve teâlâ Kur’an’ın bir çok yerinde buna misal veriyor.

“Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur.’ Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva (arzu ve tutku)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.” (2/Bakara, 120)

“Kitap Ehlinden çoğu, kendilerine gerçek (hak) apaçık belli olduktan sonra, nefislerini (kuşatan) kıskançlıktan dolayı, imanınızdan sonra sizi inkara döndürmek arzusunu duydular. Fakat, Allah’ın emri gelinceye kadar onları bırakın ve (onlara ne sözle, ne de eylemle) ilişmeyin. Hiç şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir.” (2/Bakara, 109)

“Onlar, kendilerinin inkara sapmaları gibi sizin de inkara sapmanızı istediler. Böylelikle bir olacaktınız. Öyleyse Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan veliler (dostlar) edinmeyin. Şayet yine yüz çevirirlerse, artık onları tutun ve her nerede ele geçirirseniz öldürün. Onlardan ne bir veli (dost) edinin, ne de bir yardımcı.” (4/Nisa, 89)

Onların tüm gayesi müminleri kendileri gibi yapmaktır. İslam fıtrat dinidir. Onların İslam’a karşı söyleyecek sözleri yoktur. Bundan dolayı Allah subhanehu ve teâlâ onları şirklerine delil getirmeye davet eder. Onlar müminleri dışlama, işkence, alayla karşılık verirler. Bu kendilerine ve dinlerine olan güvenlerinden değildir. Bu onların ve tüm kainatın hak olduğuna şahitlik ettiği İslam akidesi karşısında söyleyecek sözlerinin olmamasındandır.

Buna karşılık müminlerin de kendileri gibi olmasını isterler. Önce yumuşak bir üslup kullanıp, uzlaşmak isterler. Müminlerin dostluk/düşmanlık akidesinin gereği olarak ortaya koydukları tavır, onları baskı ve zulme iter. Tarih şahittir ki; zulüm insanların uyanmasına ve hakikati görmesine vesiledir. Bunun için uzlaşı, kafirlerin ilk tercihidir. Dostluk ve düşmanlık inancını bilmeyen, bu konuda zayıf toplulukların onlara yanaşması hep hüsranla sonuçlanmıştır. Halde veya mealde ancak sonucun hüsran olması kaçınılmazdır.

Mekkeli müşriklerin uzlaşma teklifleri bu illetten dolayı reddedilmiştir. Onların halde gösterdikleri dostluk, kafirleştirme ve kendi dinlerine çekme çabasıdır. İnsan zayıf olup menfaatlerine düşkün olması hasebiyle, bunu görmeyebilir. Ancak zahir ve batının ilmine sahip olan Allah subhanehu ve teâlâ, müminleri uyarmış ve onların asıl amacını dostlarına bildirmiştir.

Bu noktada önemli bir hususu açıklamakta fayda görüyorum. Mekke’de müşriklerin Allah Rasûlü’ne bazı tekliflerle geldiği siyer kitaplarında ve ilgili ayetlerin tefsirinde mevcuttur. (Fussilet suresi 1-13. ayetler İbni Kesir tefsiri; İsra suresi 73-75. ayetler Fizali Kur’an; Kafirun suresi İbni Kesir tefsiri; İbni Hişam Siyeri, 1/293-294.)

Bu tekliflerin hiç birinde Allah Rasûlü’nden dinini terk etmesi istenmemiştir. Bu çok önemli bir noktadır. Ondan istedikleri vela-bera akidesini terk etmesidir. Çünkü onların canını yakan tevhide davetten ziyade, bunun pratiğe yansıması olan müminlerin cemaatleşip dost olmaları, müşriklere düşmanlık beslemeleridir.

Ona:

‘Bir yıl sen bizim ilahlarımıza, bir yıl biz senin ilahlarına ibadet edelim’ dediler (Kafirun suresinin iniş nedeni). Burada ondan hoşgörü, ortak ve yaşam talebinde bulunuyorlar. Cevap ise:

“De ki: ‘Ey kafirler. Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.’ ” (109/Kafirun, 1-6) şeklinde oldu.

‘Sen bizim ilah ve atalarımızın hakkında konuşmayı bırak.’ Utbe bin Rebia: “Sen büyük bir şeyle kavmine geldin, onların birlikteliğini dağıttın, akıllarını küçümsedin, dinlerini ve ilahlarını ayıpladın, ölmüş babalarına kafir dedin” diyordu.

Ebu Talib’i aracı kıldıklarında: ‘Biz seni ve ilahını bırakalım, sende bizi ve ilahlarımızı bırak.’ (Tabakat, İbnu Sa’d.) diyorlardı.

Evet, hiçbir teklifte dinini terk etmesi, şirke dönmesi talep edilmemiştir. Onların istediği dostluk-düşmanlık akidesini terk etmesidir. Bu akide müminlerle kafirler arasında settir. Onlar müminleri müşrikleştirmek için ne kadar hile ve desiseye başvursa da, Müslümanların onlara karşı olan kini, bu tuzakları boşa çıkarır. Bilirler ki düşman düşmanın iyiliğini istemez. Sunduğu, bal suretinde zehir olabilir ancak…

Bu seviyeden bakıldığında ‘Ilımlı İslam(!)’ projesi daha iyi anlaşılacaktır. Ilımlı İslam projesi, vela-bera akidesine yönelik bir operasyondur. Mekkeli müşriklerin Allah Rasûlü’ne yaptıkları tekliflerin İslamî camiaya yapılmasıdır. Allah’ın rahmet ettikleri müstesna bu proje çoğu yerde tutmuştur… Bu ‘b’ maddesinde zikrettiğimiz ayetlerin gereğidir. Bu proje kapsamında sunulan teklifler incelendiğinde Mekkelilerin sunduğu tekliflerden farksız olduğu görülecektir. Utbe bin Rebia Mekkeliler adına konuşuyor: “Ey kardeşimin oğlu şayet bu davanla istediğin malsa, senin için aramızda mal toplayalım da, en zenginimiz ol. İstediğin şerefse seni aramıza alalım, sensiz karar vermeyelim. İstediğin mülkse seni başımıza melik yapalım. Hastaysan sana en mahir doktoru bulalım. İstediğin kadınsa sana Kureyş’in en güzelini verelim…”

Utbe bunları dinleri, ilahları ve ataları hakkında konuşmayı terk etmesi için sunuyordu.

Tekliflere dikkatlice bakarsak:

‘Mal verelim’ diyorlar, ‘ta ki en zenginimiz sen ol…’ Dikkatinizi çekti mi hiç, bir ‘Anadolu sermayesi’ lafıdır almış başını gidiyor. Ilımlı denilen projeye gönül verenlere piyasa açılıyor… İlginç bir şekilde zenginleşiyorlar…

‘Seni aramıza alalım, sensiz karar vermeyelim…’ Demokratik bir sistem teklif ediyorlar… ‘Kararlarımızda sen de bulun…’ Daru’n-Nedve’ye davet ediyorlar…

‘Seni melik yapalım…’ Diktatörlük teklif ediyorlar…

Allah’ın subhanehu ve teâlâ cevabı ise şu ayetlerde kristalleşiyor…

“De ki: ‘Ey kafirler. Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.’ ” (109/Kafirun, 1-6)

“Onlar neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını Bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman seni dost edineceklerdi. Eğer Biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin.” (17/İsra, 73-74)

“İnkar edenler seni gördüklerinde, seni yalnızca alay-konusu ediyorlar (ve:) ‘Sizin ilahlarınızı diline dolayan bu mu?’ (derler.) Oysa Rahman (olan Allah)ın sözünü (kitabını) inkar edenler kendileridir. İnsan aceleden (aceleci olarak) yaratıldı. Size ayetlerimi yakında göstereceğim. Şimdi hemen acele etmeyin.” (21/Enbiya, 36-37)

Vakıamıza bakılırsa tüm dünyada bu girişim devam ediyor… İslamî camianın önü açılıyor… Ancak şu bilinmelidir ki, beraber yaşayan, aynı meclislerde ortak karar alan, ortak menfaatleri savunmak zorunda kalan insanlar düşman olmazlar. Bundan daha ilginç olanı, geriden gelenler önde gidenleri eleştiriyor ve daha iyisini yapmak adına bu yola adım atıyor. Oysa eleştirdikleri insanlar, Allah’ın ve Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem uyarılarına dikkat etmedikleri için bu duruma düştüler. Kalpleri aynı çatı altında toplandıkları insanlarla benzeşir. Ve bu yola girenlerin başına gelmesi kaçınılmaz Sünnetullah’tır. Aksi halde Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu teklifleri neden reddetti ki? Ashabı işkenceler altında inliyorken, açlık, korku yaşantılarının bir parçasıyken, bu teklifi kabul etmesi sıkıntılarını giderirdi… Evet dünyalık sıkıntılar hafifleyip, önlerinde imkanlar açılabilirdi… Ya Allah’ın yasakları? Uyarı ve beyanları? Hangi dünyevî maslahat İsra suresinde (İsra, 73-75’te) zikredilen tehditler karşısında göze alınabilir ki?

c. Ümmet olmanın yolu bağımsız bir kimlik oluşturmaktan geçer. Bu da ancak vela ve bera akidesi ile mümkündür.

İslam El-Aziz ve emrinde Ğalib olan Allah’ın dinidir. O’na iman eden, O’na iman bağıyla veli/dost olan müminler de izzetlidirler. İman ettikleri Rabb, tabî oldukları rehber, din olarak kabul ettikleri İslam’a yakışır bir ümmet olmalarını ister.

İzzetli ve Ğalib bir ümmetin en bariz sıfatı, etkilenen değil etkileyen olmasıdır. İslam ümmeti yaşadığı vakıanın eseri olamaz, bilakis yaşadıkları zaman onların eseridir. Bu da bağımsız, özgün, dinamikleri kendinden olan bir inanç ve hareket ister. Bundan dolayı Müslümanların ümmet oluşuna vurgu yapılan ayetler onların davetçi oluşunu da zikretmiştir. Onlar bir yerlere bağlı ve edilgen olamazlar. Çünkü davetçidirler, insanları kendi doğrularına çağırırlar.

“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam’a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır.” (3/Âl-i İmran, 110) Bunun gibi onların ümmet oluşu, davetçi olduğuna vurgu yapılan ayetlerde bir kimlik vurgusuda vardır.

“De ki: ‘Bu, benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah’a davet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah’ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim.’ “(12/Yusuf, 108)

Ayetin sonunda yer alan “Ben müşriklerden değilim” cümlesi çok önemlidir. Allah’a davetin gayesi budur. Davetle Allah’ı tenzih etmek, Müslümanları tüm milletlerden ayıran bir kimlik oluşturmak… Ve bu kimliğin ‘Bera’ yani müşriklerden teberri etmek olduğunu görüyoruz…

Yine başka bir ayette:

“Allah’a çağıran, salih amelde bulunan ve: ‘Gerçekten ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?” (41/Fussilet, 33)

Allah’a davet eden ve “Ben Müslümanlardanım” diyen… Bu da davetle beraber yani ümmet olmayla oluşturulan ‘Vela’dır… “Müslümanım” değil de “Müslümanlardanım” “Müşrik değilim” değil de “Müşriklerden değilim”

Günümüzde vela-bera inancının kaybolduğu en bariz alanlardan biri ‘Kafirlere benzemedir’. Giyimde, konuşmada, ibadette, süste ve yaşam biçiminde… Onlara benzemenin icmalî ve tafsilî olarak yasaklanması bundandır. Çünkü benzeyen benzemeye çalıştığı şeyin altındadır. Onu izzetli ve galip, kendini zelil ve yanılmış kabul etmiştir. Bu da İslam ve ümmet olmayla bağdaşmaz. Benzemeye çalışanın bir kimliği yoktur. O lisan-ı haliyle: ‘Ben ne Müslümanlardanım, ne de müşriklerdenim’ diyebilmiştir.

İbni Haldun rahimehullah şöyle der: ‘Mağlup olan her zaman ğalib olanı şiarlarında, giysisinde, hallerinde taklit etmek ister. Bunun nedeni: Nefis insana galebe çalanın üstünlüğüne ve olgunluğuna inanır. Bunun kanıtı için babalar ve evlatlarına bak… Çocuklar daima babalarına benzemeye çalışır. Bu onların babalarının olgunluğuna (kemaline) inanmalarından dolayıdır.’ (Mukaddime, 1/147, Özetle.)

Müslümanlar ister zayıf, ister güçlü olsun, her hâlükârda galiptirler. Çünkü üstünlüğün ölçüsü imandır. Uhud yenilgisinin akabinde Allah’ın müminlere:

“Üzülmeyin gevşemeyin inanıyorsanız üstün olanlar sizlersiniz.” (3/Âl-i İmran, 139)

demesi bu hakikatin iradesidir. Bugün İslam’a intisap edenlerin onlara benzemeye çalışması, onlar gibi eğlenmesi; bu inanışın kaybolması, onları ve yaşamlarını üstün görmelerindendir.

d. Allah’ın yardımı ve imamet, vela-bera akidesinin tahakkukuna bağlıdır.

İnsanoğlunun selamet ve huzur içinde yaşayabilmesi için imamet şarttır. Sahih bir yönetime sahip olmayan toplumlar fitne, fesat ve herc-ü merc içinde yaşamaya mahkumdurlar.

Bundan dolayı Allah subhanehu ve teâlâ yönetim/imametin, ehil olan insanlara verilmesini istemiştir. Kendisi subhanehu ve teâlâ imameti en kamil insanlar olan Peygamberlere vermiştir. Bunların arasından en ilgi çekici olan İbrahim’in aleyhisselam imametidir. “Atanız İbrahim” diyerek müminlere tanıtılan İbrahim’in aleyhisselam makamı diğer Rasûllerinkinden aleyhimusselam farklıdır. Kur’an’ı okuyan bir Müslüman bunu ilk etapta fark edebilir.

Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem dahi İbrahim’e aleyhisselam uyması emredilmiştir.

“Sonra sana vahyettik: Hanif (muvahhid) olan İbrahim’in dinine uy. O, müşriklerden değildi.” (16/Nahl, 123)

“Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim’in dininde (de böyleydi).” (22/Hac, 78)

İbrahim aleyhisselam tek başına ümmet kabul edilmiştir.

“Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi. O’nun nimetlerine şükrediciydi. (Allah) onu seçti ve doğru yola iletti. Ve biz ona dünyada bir güzellik verdik; şüphesiz o, ahirette de salih olanlardandır.” (16/Nahl, 120-122)

Allah subhanehu ve teâlâ O’na imamet vermiştir…

“Hani Rabbi, İbrahim’i birtakım kelimelerle denemişti. O da (istenenleri) tam olarak yerine getirmişti. (O zaman Allah İbrahim’e): ‘Seni şüphesiz insanlara imam kılacağım’ dedi. (İbrahim:) ‘Ya soyumdan olanlar?’ deyince (Allah:) ‘Zalimler Benim ahdime erişemez’ dedi.” (2/Bakara, 124)

Ümmete ‘usve-i hasene’ (Güzel örnek) lafzıyla misal gösterilmiştir. Bu sadece Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve İbrahim aleyhisselam için kullanılmıştır.

“İbrahim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-tekfir ettik. Sizinle aramızda, siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir.’ Ancak İbrahim’in babasına: ‘Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah’tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez.’ demesi hariç. ‘Ey Rabbimiz, biz sana tevekkül ettik ve içten sana yöneldik. Dönüş sanadır.’ ” (60/Mümtehine, 4)

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Rasûlü’nde güzel bir örnek vardır.” (4/Nisa, 123)

O Allah’ın subhanehu ve teâlâ halilidir. Sevgide en üst mertebe olan ‘hullet’ ona aleyhisselam ve Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem bahşedilmiştir.

“Allah İbrahim’i dost/halil edinmiştir.” (33/Ahzab, 21)

“Ne sizin kuruntularınızla, ne de kitap ehlinin kuruntularıyla değil. Kim kötülük yaparsa, onunla ceza görür; o, Allah’tan başka bir veli (dost) ve bir yardımcı bulamaz.” (4/Nisa, 125)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: “İçinizden birini dost/halil edinecek olsaydım Ebubekir’i edinirdim. Ancak Allah İbrahim’i dost/halil edindiği gibi beni de edindi…” (Buhari)

Ona tabi olmak ‘en güzel din’, ondan yüz çevirmek ‘sefahat/kendini bilmezlik’ olarak isimlendirilmiştir.

“İyilik yaparak kendini Allah’a teslim eden ve hanif (tevhidi) olan İbrahim’in dinine uyandan daha güzel dinli kimdir? Allah, İbrahim’i dost edinmiştir.” (4/Nisa, 125)

“Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbrahim’in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, Biz onu dünyada seçtik, gerçekten ahirette de o salihlerdendir.” (2/Bakara, 130)

Sair Peygamberleri umumen hatırlıyorken, onu aleyhisselam her gün ismiyle hatırlıyoruz. Bu nokta çok önemlidir. Allah subhanehu ve teâlâ atamız İbrahim’i bizlere ismiyle hatırlatmak istiyor.

Her sabah uyandığımızda şu lafızlarla güne başlamamız irşad edilmiştir. İmam Ahmed Ubey İbni Ka’b radıyallahu anh ve Abdurrahman bin Ebza’dan:

“Allah Rasûlü sabahladığımız ve akşamladığımız zaman bize şunu söylememizi öğretirdi: ‘İslam fıtratı, ihlas kelimesi, Nebimiz Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem dini, Müslüman ve hanif olan babamız İbrahim’in milleti üzere sabaha eriştik/akşama eriştik…’ “

“Ashap Allah Rasûlü’ne gelerek: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, Allah sana salât ve selam getirmemizi emrediyor. Sana nasıl selam edeceğimizi biliyoruz… Nasıl salât getirelim?’ Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Allah’ım İbrahim âline salât ettiğin gibi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ve âline salât et… Muhakkak sen el-Hamid ve el-Mecid’sin. Allah’ım İbrahim ve âline bereket kıldığın gibi, Muhammed aleyhisselam ve âline bereket kıl. Muhakkak sen el-Hamid ve el-Mecid’sin.’ ”  (Muttefekun Aleyhi)

Bu faziletlerin nedeni İbrahim’in aleyhisselam vela-bera konusundaki muhteşem tutumudur. Onun kalbinde Allah subhanehu ve teâlâ sevgisi dışında bir sevgiye yer yoktu. Onu Allah’ın emirlerine teslimiyette imam kılan da buydu. İsmail’in sevgisi aleyhisselam kalbinde yer edince kesmekle emrolundu. Onu ve eşini çölde yalnız bırakmakla imtihan edildi. Hiçbir durum tercihlerine etki etmedi. ‘Hareketin kaynağı irade, iradenin kaynağı da sevgidir’ kaidesi gereği sevgisi onu Allah’ın rızasından yana tercih koymaya sevk etti. Allah’ın dostları onun dostu, Allah’a şirk koşmak suretiyle düşmanlık edip, Allah’a subhanehu ve teâlâ eksiklik izafe edenler, onun en büyük düşmanıydı. Yeryüzünde işlenen en büyük cürüm şirkti. Müşrik, Allah’ın azametini, celalini, kemalini hiçe sayarak O’nu subhanehu ve teâlâ hakkıyla takdir edemez… Bundan dolayı yer ve gök müşriğin hakaretine tahammül edemez… Çatlamak, dürülmek ve yıkılmak ister.

” ‘Rahman çocuk edinmiştir’ dediler. Andolsun, siz oldukça çirkin bir cesarette bulunup-geldiniz. Neredeyse bundan dolayı, gökler paramparça olacak, yer çatlayacak ve dağlar yıkılıp göçüverecekti. Rahman adına çocuk öne sürdüklerinden (ötürü bunlar olacaktı.) Rahman (olan Allah)a çocuk edinmek yaraşmaz.” (19/Meryem, 88-92)

İradesi olmayan cemadat dahi müşriğin iddiaları karşısında bu hale geliyorsa, muvahhidlerin imamı ve sevgisi iradeden kaynaklı İbrahim’in aleyhisselam tepkisi nasıl olabilirdi ki? Ateşe atılmak, sürülmek, taşlanmak pahasına onlara olan kin ve adavetini izhar etmekten geri durmamıştı… Tüm bu halleri ona imamet getirmişti… Hullet ve güzel örnek olma makamına eriştirmişti… Tüm Peygamberlerin daveti umumi hatırlanacakken, onun aleyhisselam daveti ve imameti her gün, her yıl insanlara hatırlatılacaktı… Her namazda ismiyle anılması ona şeref olarak yeterdir.

“Hani İbrahim, babası Azer’e (şöyle) demişti: ‘Sen putları ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.’ ” (6/En’am, 74)

“Hani babasına ve kavmine demişti ki: ‘Sizin, karşılarında bel büküp eğilmekte olduğunuz bu temsili heykeller nedir?’, ‘Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk’ dediler. Dedi ki: ‘Andolsun, siz ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz.’ ” (21/Enbiya, 52-54)

” ‘Hayır’ dediler. ‘Biz atalarımızı böyle yaparlarken bulduk.’ (İbrahim) Dedi ki: ‘Şimdi, neye tapmakta olduğunuzu gördünüz mü?’, ‘Hem siz, hem de eski atalarınız?’, ‘İşte bunlar, gerçekten benim düşmanımdır; yalnızca alemlerin Rabbi hariç.’ ” (26/Şuara, 74-77)

Onun aleyhisselam imam olması, davetinin ismiyle baki kalıp, örnek gösterilmesinin nedeni bu tutumudur. Yani vela ve bera akidesi…

“Hani İbrahim babasına ve kendi kavmine demişti ki: ‘Şüphesiz ben, sizin taptıklarınızdan uzağım. (Ancak) Beni yaratan başka. İşte O beni hidayete yöneltip-iletecektir. Ve bunu (bu tevhid inancını) belki (insanlar Allah’a) dönerler diye ardında (kendi soyunda) kalıcı bir kelime olarak kıldı-bıraktı.’ ” (43/Zuhruf, 26-28)

Allah subhanehu ve teâlâ önce İbrahim’in kavmine olan beraat nefretini ifade ediyor, akabinde onun bu tutumunu “Kelime-i bakiye” kıldığını söylüyor… Onun akabinde gelenlerin tekrar dönmesi ve ondan faydalanması için onun bu tutumu bakîleştirilmiştir.

İbni Kesir rahimehullah: Allah’ın onun ardında baki kıldığı kelime için:

‘Tek olan Allah’a ibadet ve dışındaki putları terk etmektir. O da ”Lâ ilâhe illallah kelimesidir. Bu kelime onun zürriyetinde daimi kılınmıştır ve Allah’ın onun zürriyetinden hidayet ettikleri bu kelimeye uyar.

Onun akabinde ‘Kelime-i bakiye’nin

” olduğu İkrime, Mücahid, Dehhak ve Suddi’den naklolunmuştur.’  (İbni Kesir ilgili ayet tefsiri.)

Konumuzun girişinde vela-bera akidesinin tevhidin gereği olduğunu ve bunun ‘Lâ’ ile, yani ilk adımla başladığını beyan etmiştik… Selefimizin İbrahim’in aleyhisselam dostluk ve düşmanlık akidesini geriye ‘Lâ ilâhe illallah’ olarak bıraktığına vurgu yapması, bu anlayışın sıhhatine delildir.

Bunun gibi onun aleyhisselam müminlere ‘usve-i hasene’ şeklinde örnek gösterilmesi de vela-bera akidesindeki imametindendir.

“İbrahim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-tekfir ettik. Sizinle aramızda, siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir.’ Ancak İbrahim’in babasına: ‘Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah’tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez.’ demesi hariç. ‘Ey Rabbimiz, biz sana tevekkül ettik ve içten sana yöneldik. dönüş sanadır.’ ” (60/Mümtehine, 4)

Ayet girişinde “İbrahim de ve onunla beraber olanlarda sizin için ‘usve-i hasene’ vardır” diyor… Bu tabir sadece Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve İbrahim aleyhisselam için kullanılmıştır… Ve devam ediyor… “Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki…” diyerek usve-i hasene oluşlarının nedenini açıklıyor. Allah subhanehu ve teâlâ:

– ‘Sizden beriyiz.’

– ‘Allah’ın dışında taptıklarınızdan beriyiz.’

– ‘Sizleri inkar/tekfir ettik, kafir olduğunuza itikad ettik.’

– ‘Sizinle aramızda ebedi bir kin…’

– ‘Sizinle aramızda ebedi bir düşmanlık vardır.’

Evet, kavimlerine söyledikleri ve kendisiyle asırlara ve nesillere örnek oldukları şey vela-bera akidesiydi… Bu sözler vela-bera inancının zirvesidir. Önce onlardan beri olduklarını açıklamışlardır. Yani, onların inancına muhalif olmaları fikri bir problem değildir. Tarafların tartıştığı ve neticesinde sevgi ve hoşgörüyle ayrıldıkları tesadum-i efkar platformu hiç değildir. Bu ayrılık tevhidî bir ayrılıktır ve inançları ayırdığı gibi, bedenleri de ayırır. Konu insanın kendisi için yaratıldığı, Peygamberlerin yollandığı, kılıçların çekildiği, malların ve canların feda edildiği, eziyet ve cefanın yüzlerin buruşturulmadan yudumlandığı, bir olan Allah’a ibadet meselesidir… Bu konuda ayrılık sadece zihinlerin değil, tüm hayatın ayrılığını gerektirir. Ondan dolayı önce bununla başladılar. “Biz sizden beriyiz…” Hakimiyet yetkisini Allah’tan gayrısına veren, aşiret ağalarına, şeyhlere, parlamentolara ibadet edenlerle bizim aramızda bağ yoktur. Allah’tan başkasına dua edip yol veren, korku ve rağbetle kabirlere huşu içinde boyun eğen, enine putları Allah’ın yanında şefaatçi edinenlerle bizim aramızda bağ yoktur. Yıldızlara bakıp yarın ne olacağını söyleyen, burçlarla, manen falcılık ve kehanetle uğraşan, ebced, cifir adı altında ‘Gaybı Allah’tan başkası bilmez’ akidesini zir-u zeber edenlerle bizim aramızda bağ yoktur. Allah subhanehu ve teâlâ dışında varlıklar etrafında dostluk kuran, sevgileri ve kinleri uyduruk ve Allah’ın hakkında hiç bir delil indirmediği kutsallar(!) etrafında olanlarla ve inançlarıyla bizim aramızda bağ yoktur.

Bu sadece bedensel ve inançsal bir kabus değildir. Zihnimizde yer eden ve dillerimizin söylediğiyle kalbimizde olan aynıdır. Size karşı kin ve düşmanlık besliyoruz. ‘Sizi sevmiyoruz’ cümlesi bu duyguları anlatmaya yetmez. Bu sadece saygısızlık hali değildir, beraberinde kin ve nefret vardır. Kin içerde kaynayan nefreti, adavet/düşmanlık dışa yansıyanı ifade eder.

Sakın bunu kendi dostluk ve düşmanlığınızla karıştırmayın. Çünkü sizlerin sevgisi suflî olduğu gibi, nefreti de suflîdir. Taş, bez ve toprak için sever, onun içinde düşman olursunuz… Bizim düşmanlığımız böyle değildir. Bizler Allah’a olan sevgimizden sizleri düşman edindik… O’nun hakkını çiğneyen, şirk koşmak suretiyle O’na hakaret edip, eksiklik izafe edenlerden nefret ediyoruz. Sevgimiz Rabbanî olduğu gibi kinimizde Rabbanîdir. Bundan dolayı bir anda sevgi ve kardeşliğe dönebilir. “Bir olan Allah’a inanıncaya dek” kaydı bunu ifade eder. Tek meselemiz budur. Bu ortadan kalkarsa aynı sertlik yerini kardeşliğe terk edecektir. Sizler bizleri yurtlarımızdan çıkarıp, ateşlere atsanız dahi yılmadan sizleri, Allah’a davet edişimiz bundandır. ‘Cehennemde ebedi kalsınlar da bizlere çektirdiklerini anlasınlar’ tavrıyla hareket etmeyip, gelin bu esenlikte ortak olalım çağrımız, nefretimizin Allah subhanehu ve teâlâ için olmasındandır.

Bugün yeryüzünde imamet, gelecek nesiller için hayırlı şahit ve güzel örnek olmak isteyenler için de bundan başka yol yoktur. Allah’ın örnek gösterdiği ve razı olduğu yol dışında yol aramak Müslümanların menhecinden değildir. Sevgisi ve nefreti Allah için olmayan, İbrahimî metodu terk eden garib hoşgörü taifesi, ümmetin enerjisini boşa tüketen menhec eşkıyalarıdır. Onlardan gördüğümüz garabeti böyle yorumlamalıyız. Her türlü müşrik, kafir isyankara sınırsız hoşgörü, edep(!) ve rıfkla yaklaşanların, söz konusu muvahhidler olduğunda yüzlerinde beliren öfke, garib vela-bera akidelerindendir. Allah’ın kanunlarını yürürlükten kaldıran, kafirlerin yanında İslam ehlini katleden, içkiye, faize ruhsat veren, çocuklarımızı Allah’ın dışında ilahlara taptıranlara öyle mazeretler buluyorlar ki; muvahhidin kanı donuyor. Bilgisayara yüklense sıralamada sorun yaşayacağı mazeretler, peşi sıra zikrediliyor. Ancak aynı hoşgörünün milyonda birini muvahhidler için görmek ne mümkün! Her türlü küfrü işleyenlerin iyi niyetleri ve İslam’a hizmet edişleri onlar için kalkan oluyorken, tevhid davetçilerinin kendileri yanlış olduğu gibi niyetleri de problemli oluyor. Her türlü şer odağının kullandığı zavallılar oluveriyorlar… Şekvamız Allah’adır. Allah subhanehu ve teâlâ için sevmesini bilmeyenlerden, Allah subhanehu ve teâlâ için buğz etmesini beklemek de bizim garipliğimiz olsa gerek!

Babamız İbrahim’in aleyhisselam vela ve bera akidesindeki bu tutumu, ona dinde imamet ve örneklik kazandırdığı gibi, dünyevi nimetler de kazandırmıştır.

” ‘Sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime dua etmekle mutsuz olmayacağım.’ Böylelikle, onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup-ayrılınca ona İshak’ı ve (oğlu) Yakup’u armağan ettik ve her birini Peygamber kıldık. Onlara rahmetimizden armağan(lar) bağışladık ve onlar için yüce bir doğruluk dili verdik.” (19/Meryem, 48-50)

Burada bahsedilen dünyevî nimetler ve dini nimetlerin “Böylelikle, onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup-ayrılınca” cümlesine bağlanması, üzerinde düşünülmesi gereken bir noktadır.

Aynı ifadeyi Ashab-ı Kehf için de görüyoruz… Onlar Allah’a içinde bulundukları durumdan kurtulmak için:

“O gençler, mağaraya sığındıkları zaman, demişlerdi ki: ‘Rabbimiz, katından bize bir rahmet ver ve işimizden bize doğruyu kolaylaştır (bizi başarılı kıl).” (18/Kehf, 10)

böyle dua etmişlerdi. Allah subhanehu ve teâlâ onların bu duasını kabul etmişti.

(İçlerinden biri demişti ki:) ‘Madem ki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın.’ ” (18/Kehf, 16)

Ve bu örneklerin sonuncusu Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabının hicreti… Onlar itikaden ayrıldıkları kavimlerinden, bedenleriyle de ayrılmışlardı. Kendileri gibi mümin kardeşlerine hicret edip “Müminler birbirinin velisidir” (9/Tevbe, 71) ayetini tefsir etmişlerdi. Bu vela ve bera onları ezilmişlikten, devlet olmaya taşımıştı. Allah subhanehu ve teâlâ çevrelerinde bulunanların basiretlerini köreltmiş, onların devletleşmelerine imkan tanımıştı. Müjdelendikleri “Yeryüzünde temkin” (24/Nur, 55) hicretin akabinde gerçekleşmişti. Birkaç ay öncesinde can güvenliği olmayan insanlar, İslam devletinin vatandaşlarıydı. Allah subhanehu ve teâlâ hicretle, hem Muhacir’i hem de Ensar’ı mükafatlandırmıştı.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak hakikat şudur ki; ister dini nimetlerin kemali olan imamet ve tarihe şahitlik/güzel örnek, ister dünyevî nimetlerin kemali olan esenlik ve huzur ‘Sahih vela-bera’ akidesine bağlıdır.

İçerisinde vela-bera olmayan dinde, hayır yoktur. Kendine bir söz söylendiğinde, anne-babasına veya ehline hakaret edildiğinde dünyayı ayağa kaldıranların, şirk karşısında sükutu, müşriklere gösterdikleri cehalet, tevil ve iyi niyet toleransı manidardır. Müşrik; Allah’a hakaret ediyordur, O’nu subhanehu ve teâlâ takdir edemiyor, her haliyle O’na naks/eksiklik izafe ediyordur. Allah subhanehu ve teâlâ onların davranış, söz ve inançlarından münezzehtir. Bunda geniş olanların, zikredilmesinden hayâ edilecek meselelerden dolayı insanlarla kavgaya tutuşması, dostluklar ve düşmanlıklar belirlemesi de düşünülmesi gereken konulardandır.

Cehennem kapısında bezirganlık yapıp, bizim dilimizle konuşan, bizim rengimizden olan insanların kavramları katletmesi bizleri yanıltmamalıdır. Kafir ve müşriklere gösterilmesi gereken adaveti ‘İslam ahlakı’, ‘edep’, ‘hilm’ gibi İslamî kavramlarla örtmeye çalışanlara şahitlik ediyoruz. Oysa davet ettikleri şey ahlaksızlığın, edepsizliğin ta kendisidir. Rabbine hakaret edilen konuda hoşgörü olsa olsa korkaklık ve zilletin İslamî kılıfla sunulmasıdır. Kendine, ehline ve anne-babasına hakaret edildiğinde, bu tavsiyeler yapılacak olsa, nefsini izzet bürüyecek olanların, bu konudaki telkinlere ‘hikmet’ adı altında yaklaşmaları da ilginçtir.

İbrahim’in aleyhisselam tavrını ilgili ayetlerde okuduk. Onu büyük nimetlere eriştiren şeyin müşriklere olan kin ve düşmanlığı olduğunu da gördük. Bununla beraber Allah subhanehu ve teâlâ, İbrahim aleyhisselam için şöyle buyuruyor:

“İbrahim’in babası için bağışlanma dilemesi, yalnızca ona verdiği bir söz dolayısıyla idi. Kendisine, onun gerçekten Allah’a düşman olduğu açıklanınca ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim, çok duygulu, yumuşak huyluydu.” (9/Tevbe, 114)

“Doğrusu İbrahim, yumuşak huylu(halim), duygulu ve gönülden (Allah’a) yönelen(evvah) biriydi.” (11/Hud, 75)

“Andolsun, bundan önce İbrahim’e rüşdünü vermiştik ve Biz onu (doğruyu seçme yeteneğinde olduğunu) bilenlerdik.” (21/Enbiya, 51)

“Onlar (inanmayanlar) bir düzen kurdular. Allah da (buna karşılık) bir düzen kurdu. Allah, düzen kurucuların en hayırlısıdır.” (3/Âl-i İmran, 54)

Yumuşak huylu, Rabbine yönelen, olgun, hikmet sahibi İbrahim… Cehennem bekçilerinin korkaklık, zillet ve dünyaya olan düşkünlüklerine İslamî kılıflar bulmaları bizleri aldatmamalı.

Burada zikredilen sıfatlar İbrahim’e aleyhisselam aitse (ki muhakkak öyledir) acaba bunların iddia ettikleri hilm, hikmet ve olgunluk ne oluyor? İbrahim’de aleyhisselam olup onların vela ve berayla bağdaştıramadığı sıfatları İbrahim’e aleyhisselam kim verdi?

“Hiç şüphesiz, bunda, kalbi olan ya da bir şahid olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt (zikir) vardır.” (50/Kaf, 37)

Meselenin özü ise kalplerde olan hastalıktır. İzzeti Allah’ın yanında değil kafirlerin ve onların yanında arıyor olmalarıdır. Münafıklık yaşanmış ve bitmiş bir hadise değildir. Kur’an’da detaylı şekilde anlatılmaları, her dönemin problemi olduklarının kanıtıdır. Allah subhanehu ve teâlâ onlara “Asıl düşman” demiştir. Kafirlerle dostluğun yasaklandığı her yerde kalplerinde bulunan hastalıktan dolayı buna riayet edememiş, bu yasağı çiğnemişlerdir.

Allah subhanehu ve teâlâ kafirleri dost edindikleri takdirde:

“İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.” (8/Enfal, 73) demiştir. Onlar buna rağmen, onları dost edinmiş ve şu ayete konu olmuşlardır:

“Kendilerine: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiğinde: ‘Biz sadece ıslah edicileriz’ derler. Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değildirler.” (2/Bakara, 11-12 ) (İbni Abbas ayeti böyle tefsir etmiştir.)

Bugünün münafıkları hoşgörü, hilm, İslam ahlakı derken; o günün münafıkları İslam’ın, Müslümanların maslahatı diyordu…

Bir başka zaman Allah subhanehu ve teâlâ onları şöyle irşad ediyordu.

“Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez. İşte kalplerinde hastalık olanları: ‘Zamanın, felaketleriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından korkuyoruz’ diyerek aralarında çabalar yürüttüklerini görürsün. Umulur ki Allah, bir fetih veya katından bir emir getirecek de, onlar, nefislerinde gizli tuttuklarından dolayı pişman olacaklardır. İman edenler: ‘Olanca yeminleriyle elbette sizlerle birlik olduklarına ilişkin Allah’a yemin edenler bunlar mıdır? Onların bütün yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, böylece hüsrana uğrayanlar olmuşlardır.’ derler.” (5/Maide, 51-53)

Devran döner diye korkuyorlardı. Olur da bir gün zafer kazanırlarsa bizlere iyi davranırlar, dünyevî menfaatlerimiz korunmuş olur psikolojisiyle hareket ediyorlardı. Unuttukları bir şey vardı… İçlerinde olanı bilen ve ifşa etmeye El-Kadir olan Allah subhanehu ve teâlâ… Bir başka yerde:

“Münafıklara müjde ver: Onlar için gerçekten acıklı bir azap vardır. Onlar, mü’minleri bırakıp kafirleri dostlar (veliler) edinirler. ‘Kuvvet ve onuru (izzeti)’ onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, ‘bütün kuvvet ve onur,’ Allah’ındır.” (4/Nisa, 138-139)

Yine bu ayetlerin bağlamında Allah subhanehu ve teâlâ:

“Ey iman edenler, mü’minleri bırakıp kafirleri veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz? Gerçekten münafıklar, ateşin en alçak tabakasındadırlar. Onlara bir yardımcı bulamazsın.” (4/Nisa, 144-145)

Evet, herkes bilmelidir ki hareket nimettir. Ve Allah bu nimetin hakkını vermeyen, vela ve berasını Allah’a, Rasûlü’ne, müminlere adamayanlardan bu nimeti alır. Onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, onlar da şu ayetteki gibidir:

“Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu,’ Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O’nun elçisi, rüku’ ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü’minlerdir. Kim Allah’ı, Rasûlü’nü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır. ” (5/Maide, 54-56)

Müşriklerle İlişkilerimiz

Şirk, yaşadığımız toplumun bir parçasıdır. Cehalet, tevil ve körü körüne din adamlarına ittiba yaşanılan sistemin doğal neticesidir. Kur’an’a konu olmuş şirklerin her türlüsünü bugün görmek mümkündür.

Bir kısmı şahıslara ibadet ediyor. Darda kaldığında ‘Allah’ demeden ‘medet ey falan şeyh’ diye nida ediyor. Sorulduğunda özür olarak sunduğu, kabahatinden büyük bir şey. ‘Nasıl bir işe girince aracı lazım, bizler de günahkarız, Allah’ın yanında hatırı sayılır insanların aracı olması lazım.’ Rabbimizi müşriklerin kötü zanlarından tenzih ederiz. Rabbini, mabudunu şirket müdürüne kıyas edip ve bu kıyas neticesinde Rabbiyle ilişki yemini eder de, şeyhi adına yemin etmez… Şeyhin çarpacağından korkar… Şeyhi görür, duyar, işitir, onun ahvalinden haberdardır… Eksik yaptığı virdleri dahi bilir. İnsanın haykırası geliyor:

“Allah’la beraber başka ilahlar mı var? Allah ortak koştuklarından çok yücedir.” (27/Neml, 63)

Bir başka grup hakimiyet hakkını parlamenterlere veriyor. Sistem tüm imkanları ile vatandaşın oy vermek suretiyle yönetime iştirak ettiğini izah ediyor. Demokraside, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olmasını bu şekilde tanımlıyor. Her vatandaş seçimlere katılarak kanun yapacak vekilini meclise yolluyor. Bu noktada Allah’ın ayetleri net… Bu konu tartışma götürmez. Hüküm Allah’ın, hükmünde ortak istemez ve bu konuda sapanlar Allah’a uluhiyet, rububiyet ve isimlerinde ortak koşmuş olurlar. Fıtrat da öyle diyor ya! Hiç kimse evinde, iş yerinde kendi dışında otorite istemezken, şu âlemlerin Rabbi, şanı yüce olan Allah nasıl kabul etsin? Sistem de bu konuda net. Ancak iki kuruş parası için uykuları kaçıp, dini meseleleri fıkralarla izah edenlerin böyle bir derdi yok… Hiçbir maslahat; atalarının ayıp dediği saçmalıkları onlara işletemezken, Allah’ın subhanehu ve teâlâ şirk dediği her şeyi indi maslahatlarla işliyorlar…

Bir başka grup, aklını ilah edinmiş… Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün Sünneti onların eleğinden geçmek durumunda. Kendilerine uyanı alıyorlar, uymayanı bırakıyorlar…

Kalanların din diye bir derdi yok. Bayramdan bayrama alnı secdeye gidiyorsa Müslüman(!), cumaları kaçırmıyorsa velayet(!) mertebesinin tadını çıkarıyorlar.

Allah’ın rahmet ettiği, Kitabı ve Sünneti her şeyin önünde gören, hayatı, ölümü ve bu ikisi arasında olanları âlemlerin Rabbine ait görüp, dini O’na halis kılarak ibadet edenler de var. Ancak bunların var olması yukarda resmettiğimiz olumsuz tablonun hakikatini değiştirmiyor.

Durum böyle olunca muvahhidlerin çokça sorduğu bir soruyla karşılaşıyoruz:

Bu insanlarla ilişkilerimiz nasıl olmalı? Allah’tan subhanehu ve teâlâ yardım isteyerek bu konuyu maddeler halinde izah etmeye çalışalım:

1. İnanç ve Akide İlişkisi

Allah subhanehu ve teâlâ kendisine şirk koşulmasını affetmez. Tevbe etmediği müddetçe kişi bu tehlike ile karşı karşıyadır. Allah’ın subhanehu ve teâlâ engin rahmeti düşünüldüğünde insan dehşete düşüyor. Bütün kainatın O’nun rahmetinin yüzde biriyle ayakta durduğunu biliyoruz. Bu enginliğin doksan dokuz katı O’nun subhanehu ve teâlâ yanındadır. Buna rağmen şirki affetmiyor. Bu dahi Allah’a şirk koşmanın nasıl çirkin bir cürüm olduğunu anlamaya yeter. Allah’a şirk koşanlar, onların inançlarından teberri etmeyenlerle eşittirler. İyi, kötü, düşman, yardım etmeye çalışan, akraba… Tüm müşrikler bu noktada eşittir. Müslüman onların inançlarından beridir.

“İbrahim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-tekfir ettik. Sizinle aramızda, siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir.’ Ancak İbrahim’in babasına: ‘Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah’tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez.’ demesi hariç. ‘Ey Rabbimiz, biz Sana tevekkül ettik ve içten sana yöneldik. Dönüş sanadır.’ ” (60/Mümtehine, 4)

“Hani İbrahim babasına ve kendi kavmine demişti ki: ‘Şüphesiz ben, sizin taptıklarınızdan uzağım. (Ancak) Beni yaratan başka. İşte O beni hidayete yöneltip-iletecektir. Ve bunu (bu tevhid inancını) belki (insanlar Allah’a) dönerler diye ardında (kendi soyunda) kalıcı bir kelime olarak kıldı-bıraktı.” (43/Zuhruf, 26-28)

“De ki: ‘Ey kafirler. Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.’ ” (Kafirun 1-6)

Bu ayetler sarihtir. Allah’ın dışında varlıklara ibadet edenlerle Müslüman arasında hiçbir bağ yoktur. Baba, akraba, kardeş veya hemşehri fark etmez. İbrahim aleyhisselam bu konuda örnekliği ve Allah Rasûlü’nun sallallahu aleyhi ve sellem Kafirun suresindeki meydan okuması nettir.

Burada tek mesele, bunun ifade ediliş biçimidir. Müslüman her müşrikten ve itikadından beridir. Karşı tarafın bunu bilmesi gerekir. Ancak; şahıs İslam’a yakın, kalbinin İslam’a ısındırılması söz konusuysa üslup yumuşak olmalıdır. Allah Rasûlü’nün amcası Ebu Talib’e tutumu, İbrahim’in aleyhisselam babasına ilk etaptaki tutumu buna örnek verilebilir. Burada asıl dikkat edilmesi gereken; üslubun davete uygun olmasıyla hakikatin açık olması arasındaki net çizgidir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem amcasına veya Müslümanlara iyilik yapmış olanlara yumuşak ve diyaloğu açık bir üslupla yaklaşırdı. Ancak bu durumda dahi dinlerinin ayrı olduğu, onların inancının şirk ve batıl olduğu hususu netti. Karşı taraf inanç ayrılığını net bir şekilde anlamış ve İslam’a da açıktan tavır almıyorsa üslubun yumuşak olmasında beis yoktur. Amaç İslam’ın güzel şekilde anlatılması ve insanları Allah’a subhanehu ve teâlâ davettir.

Kişi İslam’a düşmanlık yapıyor, Allah’ın ayetleriyle dalga geçiyor ve daveti küçümsüyorsa inanç ayrılığı net olduğu gibi üslub da buna uygun olmalıdır.

2. Sosyal İlişkiler

Bundan kasıt, komşuluk, günlük ziyaretleşmeler, dünyevî işlerde yardım, hediyeleşmek, yemek daveti, akraba bağları vb. durumlardır.

İlişkinin bu boyutunda müşrikler iki kısımdır.

2.1. Anne-Baba

“Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. ‘Hem bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır.’ Bununla birlikte, onların ikisi (annen ve baban) hakkında bir bilgin olmayan şeyi bana şirk koşman için, sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda onlara itaat etme ve dünya (hayatın) da onlara iyilikle (ma’ruf üzere) sahiplen (onlarla geçin) ve bana ‘gönülden-katıksız olarak yönelenin’ yoluna tabi ol. Sonra dönüşünüz yalnızca Banadır, böylece Ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim.” (31/Lokman, 14-15)

“Biz insana, anne ve babasına (karşı) güzelliği (ilke edinmesini) tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle Bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme. Dönüşünüz banadır. Artık yaptıklarınızı size haber vereceğim.” (29/Ankebut, 8)

“Rabbin, O’ndan başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: ‘Öf’ bile deme ve onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçakgönüllülük kanadını ger ve de ki: ‘Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen de onları esirge.’ ” (17/İsra, 23-24)

Anne-baba müşrik olsalar dahi dünyevî işlerinde onlara yumuşak ve maruf çerçevesinde davranmak farzdır. Velev çocuklarına şirki dayatsalar bile… Bu konuda onlara itaat etmez, inancını ortaya koyar; ancak dünyevî işlerde en güzel şekilde muamele eder. Bu Allah’ın subhanehu ve teâlâ muvahhidlerden istediğidir. Lokman suresinde geçen ayet incelendiğinde “Şirki emretseler dahi” yani baskı kurmaları halinde dahi dünyevî konularda onlara iyilik emredilmiştir.

2.2. Bunun Dışındaki İnsanlar

Bunlarla (sosyal anlamda) ilişkilerimizi Allah subhanehu ve teâlâ şu ayetlerde izah etmiştir.

“Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkaranları ve sürülüp-çıkarılmanız için arka çıkanları dost edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zalimlerin ta kendileridir.” (60/Mümtehine, 8-9)

Allah subhanehu ve teâlâ insanları iki kısma ayırıyor. Bizlerle din hususunda savaşan, bizleri yurtlarımızdan çıkaran veya bunlara yardım edenler… Bunlara iyilik yapmamızı, onlarla sosyal anlamda dostluk kurmamızı nehyediyor.

Bu sıfatları almayan, bununla beraber müşrik olanlara ise, “İyilik yapıp, adaletli davranmanızı” men etmem diyor…

Çevremizde bulunan müşriklere bu ölçüyle bakmalı, ilişkilerimizi bu ölçüye göre düzenlemeliyiz…

Allah Rasûlü’nden bu ölçülere uyan müşriklere yönelik bazı uygulamalarını örnek verecek olursak:

İmam Buhari Kitabu’l hibe bölümünde aşağıdaki rivayetleri kaydetmiştir. (2615 – 2620 nolu rivayeteler)

“İbrahim aleyhisselam Sara annemizle hicret etti. Bir beldeye girdiler. O beldede bulunan bir Melik veya Cabbar (diktatör) vardı. Ona (İbrahim’e) Hacer’i verin dedi.

Bu rivayette müşrik, İbrahim’e aleyhisselam Hacer annemizi hediye etmiştir. O da kabul etmiştir.”

Ebu Humeyd dedi ki: “Eyle Meliki Allah Rasûlü’ne beyaz bir katır hediye etti ve ona cübbe giydirdi.”

Enes radıyallahu anh: “Allah Rasûlü’ne Yahudi bir kadın içine zehir katılmış et ikram etti. Allah Rasûlü ondan yedi…”

İbni Ömer radıyallahu anh: “Ömer satılmakta olan bir ipek elbise gördü. Allah Rasûlü’ne; ‘Ey Allah’ın Rasûlü şu elbiseyi alsan da cuma günleri ve seni ziyarete gelen heyetleri karşılarken giysen!’ Rasûlullah: ‘Bunu ancak ahirette nasibi olmayanlar giyer’ buyurdu. Bu olaydan sonra Ömer’e ipek bir elbise yolladı. Ömer: ‘Senin kısa zaman önce ipek hakkında söylediklerinden sonra nasıl giyerim?’ dedi. Rasûlullah: ‘Ben onu giymen için değil, birine satman veya hediye etmen için verdim.’ Ömer o elbiseyi Mekke’de henüz müşrik olan arkadaşına yolladı.”

İmam Buhari sahihinde Enes’ten radıyallahu anh; “Allah Rasûlü’ne hizmet eden Yahudi bir çocuk vardı. Hastalanınca Allah Rasûlü onu ziyaret etti. Onu İslam’a davet etti. Çocuk babasına baktı. Babası: “Ebu Kasım’ı dinle.” deyince çocuk Müslüman oldu.”

İmam Buhari ve Müslim sahihlerinde: “Ebu Talib ölüm döşeğindeyken Allah Rasûlü onu ziyaret etti. ‘Ey Amcacığım Kelime-i Tevhid’i söyle, ta ki Allah katında benim senin için hüccetim olsun.’ “

İmam Buhari Aişe annemizden radıyallahu anha: “Ebubekir ve Rasûlullah hicret yolunda Abdu Ed-Deyl oğullarından yetenekli bir rehber kiraladılar. O adam Kureyş kafirlerinin dini üzereydi.”

Kalbi İslam’a ısındırılan insanlara zekat ve ganimet mallarından veriliyor olması da bu babtandır.

Bu ve benzeri rivayetlerden anlıyoruz ki, dinsel beraat gerçekleştikten sonra yani, karşı taraf inanç olarak ondan uzak olduğumuzu biliyorsa ve İslam düşmanlığı yapmıyorsa, sosyal ilişkilerde iyilikle muamele yasaklanmamıştır.

Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver