Suriye de yaşanan zulüm onsekiz aydır devam etmekte… Bu süre zarfında gündemin ilk maddesi Suriye oldu. Ölü sayısının onbinlerle ifade edilmesi, kitlesel göç ve perde arkasında çok daha büyük bir savaşın devam ediyor olması, bu uzamanın ve gündemi meşgul etmenin temel nedenidir.
Olaylar neticelenmeden son sözü söylemek mümkün değildir. Gelinen süreç ve gidişat –Allah en doğrusunu bilir- zulmün bir müddet daha devam edeceğini gösteriyor. Bu, bölgede yaşanan hareketliliğin, tevhid ehlinin gündeminde olmasının bunun dışında nedenleri de vardır. Elbette zulmün olduğu insanların kula kul kılınmak istendiği her coğrafya bizim gündemimizde olmalıdır. Bununla beraber Suriye, Irak, Ürdün ve Filistin’in oluşturduğu coğrafya Şam bölgesidir. Bu bölgede yaşanan hareketlilik sıradan veya toplumsal hareketlilik ve başkaldırılardan farklıdır. Bu topraklar Allah’ın bereketli kıldığı, Rasûlullah’tan sallallahu aleyhi ve sellem önce gönderilen birçok Peygamberin yurdudur.
“Onu ve Lut’u kurtarıp içinde, alemler (insanlık) için bereketler kıldığımız yere (ülkeye) çıkardık.” (21/Enbiya, 71)
“Süleyman için de, fırtına biçiminde esen rüzgara (boyun eğdirdik) ki, kendi emriyle, içinde bereketler kıldığımız yere akıp giderdi. Biz herşeyi bilenleriz.” (21/Enbiya, 81)
Allah subhanehu ve teâlâ, Rasûl’ünü bir gece bu topraklara getirmiş ve orada kendinden önce gelen Peygamberlere imamlık yaptırmıştır. Sonra göklere yükselmiş ve Rabbi’yle görüşmüştür.
“Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren O (Allah) yücedir. Gerçekten O, işitendir, görendir.” (17/İsra,1)
İsra ve miraç hadisesi sayısız hikmetler barındırır. Bunlardan konumuzla alakalı olanını zikretmekte yarar vardır. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem gökyüzünde görüşüp, tanışacağı halde Şam bölgesinde bereketli kılınmış topraklarda Rasûllere imamlık yaptı ve topluca namaz kıldılar. Bu da Peygamberlerin davet ve misyonunun Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ümmetinin komutasında bu topraklarda dirileceğine işarettir.
Bu nokta, İsa aleyhisselam bu bölgeye ineceği, bu bölgede Mehdi’nin aleyhisselam arkasında namaz kılacağı ve Deccal ve ordusuyla bu bölgede savaşacakları eklenirse daha iyi anlaşılacaktır.
“Ümmetimden bir topluluk kıyamete kadar hak üzerinde savaşmaya devam edecektir. İsa bin Meryem inecek ve onların emiri (ümmetin emiri o gün Mehdi’dir): ‘Gel bize namaz kıldır’ diyecektir. İsa: ‘Hayır, sizler Allah’ın bu ümmete ikramı olarak birbirinizin üzerine emir olursunuz’ dedi.” (Muttefekun Aleyh)
Ebu Davud ve İbni Mace rivayetinde Ebu Umame el-Bahili radiyallahu anh İsa’nın aleyhisselam inişinin, Deccal ve aralarında geçen mücadelenin Şam ve Irak arasında olacağını tafsilatlı olarak rivayet etmiştir. Sahabeden biri bunun üzerine: “O gün Araplar nerdedir Ey Allah Rasûlü?’ diye sordu, ‘Onlar o gün azdır, çoğu Beytu’l-Makdis’te (Kudüs) olacaktır’ buyurdular.”
İmam Müslim’in Nevas bin Sem’an’dan radiyallahu anh rivayet ettiği hadiste: “İsa, Dimeşk’in doğusundaki, beyaz minareye iner.” buyrulmaktadır.
Sünnetullah gereği, üzerinden müddet geçen toplumların kalpleri katılaşır, vahiyle oluşan hassasiyetlerini yitirler… Bunun istisnası ise Allah subhanehu ve teâlâ tarafından desteklenen mübarek taifedir. Et-Taifetu’l-Mansura…
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu taifenin Şam’da olacağını ve bu taifenin ifsadı durumunda, ümmette hayır kalmayacağını haber vermiştir.
“Ümmetimden bir taife kıyamete dek hak üzerinde savaşacaklardır. Onlara muhalefet eden ve onları yardımsız bırakanlar onlara zarar veremeyecektir. Allah’ın emri (kıyamet) gelinceye dek onlar bu hal üzere olacaktır.” (Muttefekun Aleyh)
İmam Buhari’nin rivayetinde şu ziyade vardır: Malik İbni Yuhamir; “Ben Muaz bin Cebel’i işittim: ‘Onlar Şam’dadır’ dedi.”
Muaviye İbni Kurre babasından: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Şam ehli bozulunca sizde hayır kalmaz. Ümmetimden bir grup kıyamete kadar Allah tarafından desteklenecektir. Onlara muhalefet edenler ve yardımsız bırakanlar zarar veremeyecektir.” (Tirmizi, İbni Mace)
Bütün bunlar Suriye’de ve içinde bulunduğu Şam bölgesinde yaşanan hareketliliği önemli kılan unsurlardandır. Yaşanan sürecin bize öğrettiklerini sıralayacak olursak:
1. Halka Yönelik Davet Çalışmasının Önemi
Özelde Suriye, genelde Ortadoğu’da zulme başkaldırının asli unsuru toplumdur. Ayaklanan insanlar ölümü, sakatlanmayı göze alıp meydanlara çıkan insanlardır. Bu, doğru yönlendirilen bir toplumsal hareketle mücadeleye katkı sağlanabileceğini gösterir. Bununla beraber, dünyanın dört bir yanında verilen mücadelede halk desteğinin önemi göz önünde bulundurulmalıdır. Afgan cihadı gibi önce Rusya sonra ABD… Dünyada iki süper güç olma iddiasındaki iki devlet, Afgan cihadında yenildiler. Biri kovulmuş ve kınanmış halde kaçıp giderken, diğeri kağıt üzerinde tescillenmeyi bekleyen bir hezimeti yaşıyor.
Kastımız; içinde yaşadığımız toplumun -mevcut haliyle- İslami kabul edilmesi veya mücadeleye iknası değildir… Müslüman cemaatlerin tevhidi davette halkı önemsiz görüp, belli insanlara daveti özelleştirme probleminden kurtulmasıdır. Allah’a hamd olsun ki, ülkenin her yanında mevcut cahiliyeyi tanımış ‘Rabbim Allah’tır’ diyerek tevhidi muhafaza eden Müslümanlar mevcuttur. Bu kardeşlerimizin topluma yönelik davet çalışmasını önemsemeleri gerekir. Kendisini ve davetini anlatamayan insanlar, başkalarının dilinden tanınmaya mahkumdur. Unutulmamalıdır ki, yeryüzünün vârisleri Müslümanlardır… Allah’ın vaadi haktır. Müslümanların yeryüzüne vâris olması, seçkin bir zümrenin hakta sebat etmesiyle olabileceği gibi, kitlelerin mücadeleye iştirakıyla da olabilir. Bu bizim için gaybtır. Ancak Müslüman yaşadığı olaylardan ders alan ve mücadeleye tecrübe olarak aktarandır. ‘Bu insanlardan hiçbir şey olmaz’ kibriyle bir anda davet sorumsuzluğuna mazeret bulma ve psikolojik rahatlama yanlışından kurtulmalıyız. Musa’ya aleyhisselam gelinceye dek Allah subhanehu ve teâlâ müminleri azınlık olarak yeryüzüne varis kıldı. Toplumları helak ediyor, azınlık olan Müslümanları kurtararak galip kılmış oluyordu.
Musa aleyhisselam ile beraber mücadelenin ve yeryüzünün vârisi olma yönteminin değiştiğini görüyoruz. Allah subhanehu ve teâlâ cihadı emrediyor ve kalabalık bir toplumu yeryüzüne vâris kılıyordu.
Musa’dan aleyhisselam sonra İsa aleyhisselam gönderilmiştir. O ve ona ensar olmayı kabul eden havariler şirk toplumunun içinde azınlıktı.
Sonra Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem… O ve ashabı her geçen gün sayı olarak artmışlardı. Raşid hilafet bitinceye dek yeryüzüne vâris olanlar kalabalık bir topluluktu.
Bu nesil hangi surette vârislikle rızıklandırılır onu bilemeyiz. Bildiğimiz tek ve değişmez hakikat Allah’ın müminleri arzına vâris kılacağıdır. Bizlere düşen, sebepleri meydana getirmektir… Özel bir kitlenin oluşması şart olduğu gibi, davetin toplumun tüm katmanlarına ulaşması da şarttır.
2. Gündem Okumaya Dair ‘Fıkıh’ Sahibi Olmanın Önemi
Müslümanlar çevrelerinde yaşanan olaylardan haberdardır. Bulundukları dönem ve mekanı ıslah etmekle yükümlü insanlar için başkası da düşünülemez. Davetin ilk yıllarında Rumlar ve Farslar arasında yaşanan savaş, sahabenin bu duruma ilgisi ve inen ayetler bunun gösteren en açık delildir.
“Elif, Lam, Mim. Rum (orduları) yenilgiye uğradı. Yakın bir yerde. Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Birkaç yıl içinde. Bundan önce de, sonra da emir Allah’ındır. Ve o gün mü’minler sevineceklerdir.” (30/Rum, 1-4)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Muaz b. Cebel’i radıyallahu anh Yemen’e yollarken: “Şüphesiz sen ehli kitap olan bir kavme gidiyorsun. Onları ilk davet ettiğin şey, Allah’a ibadet olsun, şayet kabul ederlerse…” (Buhari, Müslim) buyurmuştur.
Islahı için uğraştığı toplumları tanıyor, davetçilerini ona göre yolluyordu. Bu noktada İslami camiada yeterli hassasiyet mevcuttur… Bir farkla… Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı gündemi mutlak takip etmiyor, bazı önemli hususları gözetiyorlardı. Bugün bu hususlara dikkat edilmediği için, Müslümanlar gündemi değil, gündem Müslümanları yönlendiriyor.
Ana gündemden kopmamak: Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı çevrelerinde yaşanan gelişmelere karşı duyarlı olmakla beraber, hiçbir zaman ana gündemden kopmuyorlardı. Onların gündemi, yaşadıkları vakıada insanları Allah’a davet ve buna engel olanlarla mücadeleydi. Yaşanan olaylardan haberdar olmaları ve olaylara dair öngörüleri olmakla beraber asla değişen olayların altında gündemlerini yitirmediler. Bugün durum farklılık arz ediyor. Hassasiyet iddiasında olanlar kendi gündemlerini yitirdiklerini, sadece konuşup hem meşgul oldukları gündemlere hakiki anlamda katkıda bulunmadıkları, hem de yaşadıkları vakıanın vacibini ihmal ettiklerini göremiyorlar.
Bu fıkha sahip olmayanların gündeme ilgisi, ümmetçiliklerinden(!) kaynaklı değil entellektüellik sevdası ve sorumluluktan kurtulma çabasıdır. Bazen ironik durumların yaşanması da kaçınılmaz oluyor. Tunus, Libya, Mısır ve Yemen’de İran devriminden(!) otuz yıl sonra(!) etkilenip müstekbirlere ‘ve’l-fecr’ diyerek kıyam eden kutsal mustazaflar, Suriye’de hain oluverdiler… Oysa kutsadıkları ve kerameti kendilerinden menkul devrimlerinin etkisiyle kafa kaldıran halkları kıyam nedenleri Suriye’de fazlasıyla mevcuttu. Zulüm, yokluk, onursuzluk ve kutsallara saldırı… Ancak velayeti elinde bulunduran fakihler, Suriye halkına değil Esad’a göz kırpmıştı!
Yetkin insanların konuşması: İslam, Müslümanların vakıadan haberdar olmasını ister. Vakıaya dair görüş bildirecek olanlar ise herkes değil, istinbat ehli olanlardır. Çünkü İslam, zihni duru Müslümanlar oluşturmayı hedefler. Zihinleri duru olmayan, bakış açıları farklı insanların amelleri ve İslam’a takdim edecekleri hizmetleri de duru olmaz.
“Kendilerine güven veya korku haberi geldiğinde, onu yayarlar. Oysa bunu peygambere ve kendilerinden olan emir sahiplerine götürmüş olsalardı, onlardan ‘sonuç-çıkarabilenler,’ onu bilirlerdi. Allah’ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, azınız hariç herhalde şeytana uymuştunuz.” (4/Nisa, 83)
Cahiliyenin yeni yüzü ve şeytanın insanları sesi, kışkırtması, piyadeleriyle aldattığı medya bu hakikati ters yüz etti. Bilgiyi tüm halka arz ediyor, olayları anlama ve içyüzünü araştırmadan yoksun insanlar, masabaşı yorumcularının ve Bebek’te ikamet eden nevzuhur ortadoğu uzmanlarımızın engin yorumlarıyla zihni erozyona uğruyor… En basit olayda dahi binlerce farklı ses ve yorum… Bu da hiçbir kıymeti olmayan insanların, Müslümanları ilgilendiren umumi meselelerde konuşmasına kapı aralıyor. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Sizin üzerinize aldatıcı seneler gelecek. O yıllarda doğrular yalanlanacak, yalancılar doğrulanacak, hainlere güvenilip, emin olanlar hain görülecek. Ve ruvaybida olanlar konuşacak. Sahabe: ‘Ruvaybida kimdir ey Allah Rasûlü?’ diye sorunca. ‘Kıymeti olmayan ve umumu ilgilendiren meselelerde konuşandır’ buyurdu…”
Komplo teorilerinden Allah’a sığınmak: Şeytanın, gecenin, şerrin ve sair fitnelerin şerrinden Allah’a sığındığımız gibi Rabbi’mize sığınmak… Komplo teorileriyle gündemi okumak menheci bir arıza olmaktan ziyade akidevi bir arızadır. Rabbi’nin isim ve sıfatlarından habersiz, O’nun subhanehu ve teâlâ güç ve kuvvetine tevekkül etmemiş, O’nu hakkıyla takdir edemeyenlerin içine düştüğü bir durumdur.
Kendini ve ehlini televizyonla zehirlemekten tatmin olmayanların, bir de sinema filmleriyle zehrin dozunu arttırdıkları bir meshur (büyülenmiş) topluluğun vakıayı okumaya çalışması tam bir felakettir.
Tek bir kahramanının dünyayı fethettiği, her yerde gözü olan, Ortadoğu’da bulunan, takım elbiseli ajanlarıyla örgütleri yöneten, yüzbin yıllık planları olan ve el-Aziz (kimsenin galip gelemeyeceği), el-Hakim (herşeyi yerli yerine koyan) sıfatlarına sahip, dünyayı yöneten devletler!!!
Müslüman Rabbi’ni isim ve sıfatlarıyla tanır, kainatta olan herşeyi ilahi iradenin bir parçası olarak okur… Çünkü O’nun yüce sıfatları ve güzel isimleri bunu gerektirir.
İsim ve sıfatta ‘modern şirk’ diyebileceğimiz bir durumla karşı karşıyayız. Allah’a subhanehu ve teâlâ ait tüm sıfatları eksiksiz bir şekilde egemen(!) devletlere atfeden, kainatta kıpırdayan her yaprağın arkasında bu güçleri(!) arayan ve hiçbir hayâ belirtisi göstermeksizin kendine ‘Müslüman’ diyen insanlar bunlar.
Gündem ve vakıa fıkhıyla hareket etmek isteyen Müslümanlar bu itikadi arızadan şiddetle kaçınmalıdır. Bilmeliyiz ki, yaşanan olaylar Sünnetullah’ın gereğidir. Bireyin eceli olduğu gibi toplumlarında eceli vardır. Eceli gelen toplumları ve iktidarları Allah subhanehu ve teâlâ götürür, yerine uygun gördüklerini getirir.
“Her ümmet için bir ecel vardır. Onların ecelleri gelince, ne bir saat ertelenebilirler ne de öne alınabilirler (tam zamanında çökerler.)” (7/Araf, 34)
“Allah’ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmüyor musunuz? Dilerse sizi giderir-yok eder ve yeni bir halk getirir. Bu, Allah’a göre güç değildir.” (14/İbrahim, 19-20)
“(Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler; üstelik onlar kuvvet bakımından kendilerinden daha güçlüydüler. Göklerde ve yerde Allah’ı aciz bırakacak hiçbir şey yoktur. Şüphesiz O, bilendir, güç yetirendir.” (35/Fatır, 43-44)
Özellikle son ayet, üzerinde tefekkür/tedebbür edildiğinde vakıamızı ve gündemimizi meşgul eden ayaklanmaları tefsir ettiği görülecektir.
3. Rafizilik ve Şia
Günümüz şiilik problemi; sahabe arasında yaşanan çekişmede haklı tarafta bulunan ve sonrasında hak iddiasında bulunduğu için ümmet içinde ayrı bir grup olma meselesi değildir. Ki o durum siyasidir ve o gün şia denen insanlar hakka en yakın taifedir. Ehli beytin zulme uğradığı Ali radıyallahu anh meşru halifeyken, ona isyan edildiği, çocuklarının genç şehitlerin efendisi olup zulmen ve ğadren katledildiklerinde kim ihtilaf eder ki. Onlar ki, sevgileri iman, buğzları nifaktır. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem bizlere emanetidir. Ancak şiilik bunları savunmak değil, bundan çok daha ötesidir. Kaldı ki bunları savunmak ta şiilik değil, imani ve ahlaki vecibelerdir.
Günümüz Şiiliği/Rafizilik
Vahiyle problemi vardır… Elimizdeki Kur’an’ın tahrif edildiğini, üçte birinin sahabeler tarafından gizlendiğini iddia eder. Gizlenen ve saklanan kısım onların inancını anlatan kısımdır.
(Şia kaynaklarının en meşhur ve güvenilir (!) hadis kitabı olan El-Kâfi isimli kitabın yazarı Kuleynî, söz konusu hadis (!) kitabında şu rivayete yer verir: El-Kafi’nin, Ebu Abdullah (a.s)’dan rivayet ettiği hadiste: “Andolsun ki biz de Fatıma (a.s)’ın Kur’an’ı vardır. Fatıma (a.s)’ın Kur’an’ını onlara bildiren de nedir dedi. Bende: Fatıma (a.s)’ın kur’anı da nedir dedim ve O’da dedi ki: “Sizin şu Kur’an’ınız gibi üç misli (büyük bir) Kur’andır. Allah’a yemin ederim ki onda sizin şu Kur’an’ın’ızdan bir harf bile yoktur.”el-Kafi: 1/239)
Allah’ın razı olduğu insanlarla problemi vardır… Parmak sayısınca sahabeyi istisna kıldıktan sonra, kalanların kafir olduğunu iddia eder. Allah’ın onlardan razı olmasını hiçe sayarlar. Ebu Bekir ve Ömer’e radıyallahu anhum lanet ve tekfir ibadettir. (Kafi’de İmam Rıza’dan gelen bir hadiste: dedi ki: Şüphesiz ki bizim şiamız (yani Ali’nin taraftarları) babalarının ve kendilerinin isimleriyle bir yerde yazılıdır. Allah bizden ve onlardan söz almıştır. Onlar ki bizim geldiğimiz yoldan gelirler ve bizim gittiğimize giderler. Biz ve bize uyanların dışında hiç kimse İslam’dan değildir! Bizler kurtuluşun dostlarıyız! Bizler vasiyet edilmişlerin oğullarıyız!” el-Kâfi: 223 Söz konusu kaynakta Ebu Bekir, Ömer, Osman ve diğer tüm sahabeleri ve müslümanları –Allah onlardan razı olsun- Ali’den radıyallahu anh öncekileri halife saydıkları için açıkça tekfir etmektedirler.)
Yeni ilahlar uydurur… ‘Her imam masumdur’ sözü hüccettir. Kainatta bulunan her zerrede hükmetme yetkisine sahiptir. Hiçbir Nebi veya melek onların seviyesine çıkamaz. (Humeynî denilen imamları(!) “el-Hukumetu’l İslamiyye” adındaki meşhur kitabında diyor ki: “İmam için övülmüş bir makam vardır. Âlemin hükümranlığı, kainatın tüm zerreleriyle imamların velayetine ve egemenliğine boyun eğer. Mezhebimizin inanç gereklerinden bir tanesi de; imamlarımızın bir makama sahip olması ve o makama ne yaklaştırılmış meleklerin ne de resullerin, nebilerin ulaşamamasıdır.” el-Hukumetu’l İslamiyye: Sayfa: 52)
Yeni iman esasları uydururlar; İmamlara iman dinin aslıdır. Buna inanmayanlar malı, canı ve kanı mübah olan kafirlerdir. (Kendi aralarında Sadûk lakabıyla tanınan muhaddislerinin reisi Muhammed b. Ali b. el-Hüseyin b. Babaveyh el-Kummî, Risâletu’l-İ’tikâd, s.103’te şunları kaydetmiştir: “Müminlerin emiri Ali b. Tâlib aleyhisselâm’ın ve kendisinden sonra gelen diğer imamların aleyhimusselâm imâmetini inkâr eden kimse hakkındaki itikadımız bütün peygamberlerin nübüvvetini inkâr eden kimse hakkındaki gibidir. Müminlerin emirini ikrar edip de ondan sonra gelen imamlardan birini inkâr eden hakkındaki inancımız ise, bütün peygamberleri ikrar edip de Muhammed sallallâhu aleyhi ve âlihî’nin nübüvvetini inkâr eden konumunda olduğudur.”)
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem şahsıyla problemleri vardır. Zina edenin Aişe radıyallahu anha olduğunu, bunun kesin olup beraati inenin ise o olmadığını savunurlar…
Bu ve benzeri küfürlerinden dolayı uydurulmuş vahdet hastalığına müptela insanlar onları aynı dinden, kardeş görsede şianın aynı bakış açısına sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. Dün böyle olmadığı gibi bugün de böyle değildir.
Ömer’i radıyallahu anh katleden mecusinin İran’da ziyaret edilen bir türbesi olduğu; Haçlıların Kudüs’ü alması ve İslam alemine girişlerinde şii/fatımilerin oluşu, Tatarları İslam alemine sokan vezirin şii oluşu ve kabrinin İran’da türbe olması, günümüz Afgan cihadında Amerika’nın bölgedeki siyasetine hizmet edişi…
Irak işgalinde göstermelik bir mukavemetten sonra işgal güçleriyle anlaşmaya varmaları vs.
Hama’da onbinler katledilirken Baba Esad’ın yanında olmaları… Ve nihayet Suriye de onbinler katledilirken oğul Esad’ın yanında yer alışları…
Mısır, Libya, Tunus, Yemen vb. ülkelerde yaşanan ayaklanmalara göstermelik destek verseler de, Allah subhanehu ve teâlâ onları ve hainliklerini bir kez daha izhar etmiş oldu. İlginçtir, tarihte Müslümanlara yönelik yapılan toplu kıyımlarda ya şia aktiftir ya da sevincini ve tarafını çok net belli etmiştir. Suriye olayı, şianın/rafizilerin gerçek yüzünü bir kez daha açığa çıkarmıştır. Şia’nın tutumunu siyasi olarak açıklayanların hali ise içler acısıdır. İslam tarihine bakıldığında bunun ne ilk ne de son olmadığı/olmayacağı görülecektir. Bu inanaca sahip insanların sünni kesime düşmanlık etmesi, küfrü daha hafif zümrelerin yanında yer alması normaldir. Aslında İran devriminden bu yana bu durum açıktır. Devrim sonrasında başlamak üzere sünniler hapsedilmiş ve öldürülmüştür. Devrime iştirak etmiş hiçbir sünni kanaat önderi ve cemaat, devrim sonrasında görülmemiştir. İran’ın bunu gizleme gibi bir derdi de yoktur. Ancak içimizden sefihler ısrarla; ‘Hayır siz öyle demek istemiyorsunuz’, ‘Sizin bu sözlerinizin ve inancınızın tevili vardır’, ‘Siz Filistin davasına destek vermekle sünnileri tekfir etmediğinizi gösterdiniz’, ‘İmam hep derdi ki; ‘Birleşmeliyiz’ ‘ diyerek bu hakikati görmezden geliyorlar. İlginçtir, sünnilerle birleşmekten en çok söz ettiği iddia edilen Humeyni, İran’da bulunan hiçbir sünniyle birleşmemiştir.
4. Karışıklık ve Karışıklığın Tasavvuru Kirletmesi
Netlik olmayan sözlü veya fiili karışıklık durumu İslam’da fitnedir. İnsanların nasıl düşüneceğini ve buna bağlı olarak nasıl davranacağını bilmediğimiz bir haldir. Suriye’de taraflar göz önünde bulundurulduğunda bu durum daha iyi anlaşılacaktır.
Bir tarafta hakikati sadece İran, Rusya ve Çin’e kapalı tüm dünyaya açık Esad ve avenesi…
Bir yanda Cuma namazlarıyla beslenen, aylarca ölümü göze alıp meydanlarda direnen halk…
Bir yanda Özgür Suriye Ordusu ve onun aracısız hamiliğini üstlenen CIA, Suud, Katar, Türkiye…
Bir yanda Allah’a canlarını satmış ve tek dertleri Şeriat-ı Ğarra-i Muhammediye’yi ikame etmek olan yiğitler… Hamd ve minnet Allah’adır.
Böyle bir tablo, normal olarak kafa karışıklığına neden olacaktır. Sadece Âl-i Suud’un panoda isminin olması yeterli değil midir? İslam ümmetinin Ebu Rigâl’i Suud… Bir yerde Suud ve onun siyasetini destekleyen belamlar zümresi varsa, kapıda saldırıya hazır modern Ebreheler’in olduğu bilinmelidir.
Esad’ın ordusunda on yıllardır zulüm yapan, akla hayale gelmez işkencelere katılan ve haberdar olan subaylar… Bu da, üzerinde ayrıca düşünülmesi gereken bir durumdur. Hama katliamında baba Esad’a destek veren Thlas’ların, oğul Esad’ın zulmünde halkçı olup muhaliflere katılması da… Tarihin en zalim ve haksız paylaşımcı tağutu ve diktatörü Suud’la can ciğer olan CIA’in, zulmün zevali için bu kesime silah ve para yardımı yapması da…
Yıl 570’ler… Dünya da iki güç var, biri Roma’lılar diğeri Fars’lar… Tüm siyasete onlar yön veriyor, güç savaşı veriyorlar… Tarih sahnesine Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve onun güzide ashabı çıkıyor, hiç önemsenmiyorlar… Bir avuç insan… Süper güçler kapışmaya ve güç gösteresine devam ediyor… Bu yeni oluşum sessiz ama etkili bir şekilde büyüyor… Onbeş yıl içinde tüm siyaseti alt-üst ediyorlar. Yine anlaşılmıyorlar… Dertleri toprak, para, haraç veya kale değil, masaya oturmak mümkün değil. Çünkü ‘Ya Allah’a kul olup her insan gibi O’nun ahkamı önünde eşit olacaksınız ya da Allah aramızda hükmedinceye dek sizinle savaşırız’ diyorlar. Ve otuz yıl sonra iki süper güçte bu küçümsedikleri, sonra anlaşmak isteseler de anlaşamadıkları insanlar karşısında hezimete uğruyorlar. Otuz yıl içinde soy ve dünyevi güç, jeopolitik konum ve coğrafik şartlar yönünden kendilerinden fersah fersah geride olan insanlara köle ve cariye oldular.
Ve günümüz…
İki süper güç ABD ve Rusya/Çin ve onların hizmetkarı İran… Her karışıklıkta güç gösterisi yapıyor, kendileri dışında hiç kimseyi önemsemiyorlar. Bir avuç Müslüman yaklaşık otuz yıldır savaşıyorlar. Her defasında planları alt-üst ediyorlar. Afganistan ve Irak bunun en güzel örneği… Şimdi de Suriye’de sahneye çıktılar, istenmiyorlar ama varlar. Tüm Müslümanlardan dua bekliyorlar. Allah’ın sahabeye nasip ettiğini, onlara nasip etmesini ve sürecin İslam’ın zaferi olarak sonlanmasını, mazlumların çektiği zulmün onların eliyle son bulmasına dair dua talep ediyorlar.
“Sabret senin Rabbi’nin vaadi haktır. Yakin ehli olmayanlar seni aceleciliğe sürüklemesin.” (30/Rum, 60)
Medyanın bu karmaşada onları karalaması, çirkin görüntüler eşliğinde vermesine karşın, onları ve amaçlarını temiz ve net bir dille insanlara anlatmak bizim görevimizdir…
İlk Yorumu Sen Yap