Bizleri İslam’a hidayet edip, Muhammed Mustafa’ya sallallahu aleyhi ve sellem ümmet kılan Allah’a hamd olsun. Salât ve selam; önderimiz ve bizlere nefislerimizden daha evla olan Rasûlullah’a, pak ailesine ve seçkin ashabının üzerine olsun.
Bir önceki yazımızda Allah Rasûlü’nün Peygamberliğine şahitlik etmenin dört hususu gerektirdiğini söylemiştik:
1. Haber verdiklerinde onu sallallahu aleyhi ve sellem tasdik etmek
2. Emrettiklerinde ona sallallahu aleyhi ve sellem itaat etmek
3. Nehyettiklerinden kaçınmak
4. Allah’a yalnız onun sallallahu aleyhi ve sellem gösterdiği şekilde itaat etmek.
4. Allah’a Yalnız Onun Gösterdiği Şekilde İbadet Etmek
Kelime-i Tevhid iki ayrı bölümden oluşmaktadır. “Allah’tan başka ilah/mabud yoktur.” Bu hüküm kişinin şirkten ve batıl dinlerden sıyrılıp, tevhide girmesi içindir. Âdeta Rabbine, ‘Sadece sana ibadet edecek, dini sana halis kılarak kulluk edeceğim’ diye verilmiş bir sözdür.
İkinci bölüm: ‘Muhammed Allah’ın Rasûlü’dür.’ Bu kısım nasıl kulluk edeceğimize dair Rabbimize verdiğimiz ahittir. Allah’ın subhanehu ve teâlâ bize göndermiş olduğu elçi ne demişse, nasıl yapmışsa biz de öyle Allah’a kulluk edeceğiz. Çünkü Rabbimiz bizleri direkt muhatap almamış, bize bir elçi yollamıştır. Elçiler mesajı iletir ve çekilirler. Ancak Nebi’nin elçiliği özeldir. Kıyamete dek; Müslüman olmak isteyenler için elçiliği geçerlidir.
Bu yazımıza konu olan ‘Onun gösterdiği şekilde ibadet/ittiba’ onun sallallahu aleyhi ve sellem risaletine imanımızın, Nubuvvetine şahitliğimizin en belirgin hâlidir. Aynı zamanda bu kulluk ve davet faaliyetimizin ikinci ayağı olan sünnete davet ve bidatlerden sakındırmayı ifade eder.
Bu bölümden önce Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem örnekliğini, ona ittibanın zaruretini, emir ve nehiylerine itaatin iman oluşunu detaylarıyla anlattık. Tekrar etmeye gerek duymuyoruz. Bu yazımızda mümkün olduğu kadar bidat meselesi üzerinde durmaya çalışacağız. Özellikle de iyi niyet ve şer’i maslahatlar adı altında sonradan çıkarılan, Allah Rasûlü’nün sünnetinde dayanağı olmayan ameller, bunların hükümleri, ortaya çıkış sebepleri, bunları uyduranların gerekçeleri ve bunların İslam ve Müslümanlara zararları üzerinde duracağız.
Bidat Nedir?
Bidat, Arapça bir kelimedir. Öncelikle onun Arap lugatındaki kullanımını inceleyeceğiz.
ﻉ-ﺩ-ﺏ kökü; ‘geçmişte bir benzeri olmaksızın sonradan ortaya çıkan şey’ için kullanılır.(Lisanu’l Arab 9/135)
Arap lugatında bu kullanım, sonradan çıkanın iyi veya kötü oluşuna bakılmaksızın yapılır. Ortaya çıkanın daha önce bir benzeri yoksa buna ‘bidat’ denir.
Rabbimizin yüce zatı için: بدىع السموات والأرض sıfatı kullanılır. Anlamı: “…yeryüzünü ve gökleri benzersiz şekilde yaratandır.” (2/Bakara, 117) Bu ayette, güzel ve övgü makamında kullanılmıştır.
Allah Rasûlü için; ما كنت عابد من الرسل “De ki; Ben Peygamberlerin ilki değilim…” (46/Ahkaf, 9) Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem vahiy iddiasında yalanlayan ve onu Allah’a iftira atmakla suçlayanlara cevap olarak bu ayet verilmiştir. Yani: ‘Ben sonradan ortaya çıkmış ve tarihte benzeri olmayan bir insan değilim. Benden önce gelmiş Peygamberlerin tevhid davetini insanlara ulaştırmaktayım.’
Burada olumlu veya olumsuz hiçbir anlam yüklenmeden kelimenin kök anlamı kullanılmıştır.
Kötü anlamında, yergi makamında kullanılmasına örnek şu ayettir:
“رهبانيةابتدعوها”
“Sonradan çıkardıkları ruhbanlık ise, onu biz emretmedik. Allah’ın rızasını kazanmak için yaptılar, bunun hakkını da vermediler.” (57/Hadid, 27) (“Andolsun ki biz, Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, Peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik. Onlardan (insanlardan) kimi doğru yoldadır; içlerinden birçoğu da yoldan çıkmışlardır. Sonra bunların izinden art arda Peygamberlerimizi gönderdik. Meryemoğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, ona İncil’i verdik; ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet vermiştik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır.” (57/Hadid, 26-27))
Buradan yola çıkarak deriz ki; lugat anlamında kullanılan bidatte asıl olan kök anlamıdır. Yapılan şeyin iyi veya kötü olmasına bakılmaksızın, sonradan ortaya çıkan şeyler için ‘bidat’ deriz.
Bidatin Şer’i Anlamı
Din dili Arapça’dır. Allah subhanehu ve teâlâ kitabını bu dil üzere indirmiş, elçi olarak seçtiği Nebi’yi Arapça bir mesajla insanlara yollamıştır. Usulî olarak biliyoruz ki İslam, Arap lugatının kelimeleri üzerinde farklı tasarruflarda bulunmuştur.
Kimi kelimeyi olduğu gibi alıp, İslami kavramlara dahil etmiş, değişikliğe gitmemiştir. Bu tarz kelimelerde lugavi kullanım esastır. Örneğin; ‘marid/hasta’ kelimesi bunlardandır. ‘Hastalık’ üzerine hüküm bina edilen kelimelerdendir. Hastanın oruç tutması meselesinde Arap lugatına bakarız. Araplar hastalık kelimesiyle neyi murad ediyorsa, ruhsat hükümlerini o kapsamda ele alırız.
Bazı kelimelerin anlamını genişletmiş, asli manasına yeni şeyler eklemiştir. Bunun misali ‘Salât/namaz’ kelimesidir. Aslı dua olan bu kelimeyi, İslam genişletmiş, belli vakitlerde, belli eylem ve sözlerle ifa edilen bir ibadet kılmıştır.
Kimi kelimelerin anlamını daraltmış, öyle kullanmıştır. ‘Cihad’ kelimesi bunun örneklerindendir. Arapların her türlü çabaya ıtlak ettiği bu lafız, şeriatta İslam için sarf edilen çaba ve gayret için kullanılır.
Bu basit mukaddimeden sonra şunu söyleyebiliriz: İslam’ın, anlamını daralttığı bir kelimeyi geniş anlamıyla, genişlettiği bir kelimeyi de dar anlamıyla anlamak ‘sapıklık’tır. Dini tahrife ve Muhammedî sünnetin tağyirine yol vermektir. Örneğin, namazları terk edip, buna da ‘Namaz, duadır. Ben de dua ederek namaz kılıyorum…’ diyen birini düşünelim… Ya da dünya için koşuşturup, dünyevileşme çabasına cihad ayetlerini delil getirip ‘Cihad gayrettir, ben de gayret ediyorum…’ diyen birini ele alalım.
Bu mukaddime ve örneğimizi hatırda tutup konumuza devam edelim.
Şer’i olarak bidat ne demektir?
Arap lugatından alınan bu kelimede şeriat nasıl tasarrufta bulunmuştur?
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“…Muhakkak sözlerin en doğrusu Allah’ın kelamıdır. Yolların en hayırlısı Muhammed’in yoludur. İşlerin en şerlisi sonradan çıkanlarıdır. Her sonradan ortaya çıkan bidat, her bidat de sapıklıktır.” (Müslim 867, Basit lafız farkıyla Sünen ashabı da rivayet etmiştir.)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem sabah namazını kıldıktan sonra ashabına döndü. Onlara gözleri yaşartan, kalpleri hüzünlendiren bir vaazda bulundu. ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bu bir vedalaşma konuşmasına benziyor. Bize ne tavsiyede bulunursunuz?’ dedi içlerinden biri. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem;
“Size Allah’tan korkmanızı tavsiye ediyorum. Başı üzüm tanesi kadar olan Habeşli bir köle dahi olsa işitmenizi ve itaat etmenizi tavsiye ediyorum. Benden sonra yaşayanlarınız çok ihtilaflar görecektir. Benim ve Raşid Halifelerimin sünnetinden ayrılmayın. Azı dişlerinizle/sımsıkı yapışın. Sonradan çıkan şeylerden sakının. Çünkü her sonradan çıkan, bidat; her bidat sapıklıktır” (Ebu Davud, 4607; Tirmizi, 2676.) buyurdu.
Bu iki hadisten yola çıkarak diyebiliriz ki; İslam, bidat lafzı üzerine de anlam daraltmasına gitmiş ve öyle kullanmıştır.
Öncelikle kapsamını daraltmıştır. Lugatta; her alandaki yenilik kastedilirken, şeriat, dinî alandaki yeniliklerle sınırlamıştır. Dinde olmayan, Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem yani dini tamamladıktan sonra ortaya çıkan her yenilik, bidattir. İki hadis dikkatle incelendiğinde önce Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem yolu ve onun sünnetinden bahsedilmiş, akabinde bidatlerden söz edilmiştir. Allah Rasûlü’nün kullanımında bidat; sünnet olmayan, sünnetin karşısındaki her türlü yeniliktir.
İkinci daraltma ise sıfatında olmuştur. Lugatta bidat, iyi veya kötü ayırt edilmeksizin her türlü yeniliğe ıtlak edilirken, şeriat sadece kötü ve yergi anlamında kullanmıştır. “Her bidat sapıklık, her sapıklık ateştedir…” cümlesi buna işaret etmektedir.
Bu açıklama şunu göstermektedir: Yazımız boyunca ele alacağımız, İslam’ın yasakladığı bidat; din alanında yasaklanmasındaki gaye de dinin muhafazasıdır. Bazılarının bidat gibi hassas bir konu konuşulduğunda; ‘Arabaya da binmeyelim, telefon da kullanmayalım…’ tarzında gevezelik yapmasının boş oluşu da anlaşılmış olur. Umumen dini konuların hiçbirinde lakayıtlığın kabul edilmeyeceği aşikârdır. Hususen bidat gibi dinin özü olan sünnetin muhafazasına yönelik lakayıtlık, Tevhid ve Sünnet ehli tarafından asla kabul edilemez.
Dinde Yenilik Çıkarmanın Yersiz Oluşu
Din tamamlanmıştır, onda yenilik, zımnen eksik oluşunu kabul etmektir.
Ayette Rabbimiz şöyle buyurur:
“…Bugün sizin için dininizi tamamladım, sizin üzerinize nimetimi tamamladım. Din olarak sizin için İslam’dan razı oldum…” (5/Maide, 3)
“Rabbinin sözü doğruluk ve adalet yönünden tamamlanmıştır.” (6/En’am, 115)
Allah subhanehu ve teâlâ dinini tamamlamış ve onda doğruluk ve adalet yönünde hiçbir eksiklik bırakmamıştır. Bunun kabulü, imani bir zorunluluktur. Ancak tasdik bahsinde işlediğimiz gibi; bir şeyi ikrar, onu kabul etmek anlamına gelmez. Bu kabulün insanın hayatında görülmesi gerekir.
Önümüzde dolu bir bardak olduğunu farz edelim. Karşımızda bulunan ve elinde su sürahisi tutan birine ‘Bardak doldu, tamamdır’ diyoruz. O da bize ‘Evet, bardak doldu’ diyor. Bir yandan da su doldurmaya devam ediyor. Burada iki seçenek vardır. Ya muhatabımız yalan söylüyordur, bardağın dolduğuna inanmıyordur, ya da bizimle inatlaşıyordur.
Dinde yenilik çıkaran, Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem sünnetinde olmayan bidatlerle amel edenler de böyledir. Allah’ın subhanehu ve teâlâ “Tamamladım!” demesine rağmen hâlâ onda yenilikler çıkarmaya çalışan, ya Rabbini bu hükmünde tekzip ediyor ya da Rabbiyle inatlaşma içindedir. Sünnet imamlarından Malik rahimehullah bu durumu şöyle ifade etmiştir:‘Kim dinde bir bidat çıkarır ve bunun güzel olduğunu iddia ederse, Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem Peygamberlik görevine ihanet ettiğini söylemiş olur. Çünkü Allah: “…Ben bugün size dininizi tamamladım…” buyurmaktadır. Öyleyse o gün dinde olmayan bugün de dinden değildir.’ (El-İ’tisam, 1/49)
Bu, İmamın rahimehullah fıkhıdır. Sözün önemine binaen biraz açmak istiyorum.
İlk olarak; din, tamamlanmıştır. Ve Allah subhanehu ve teâlâ; Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettirdiğinde insanları tamamlanmış bir din üzere bırakmıştır. Yenilik çıkaran her insana bakılır. Şayet bu yenilik din alanında yani bidatse; burada ciddi bir sorun oluşmaktadır. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem dini tebliğ etmekle yükümlüdür.
“Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna hidayet etmez.” (5/Maide, 67)
Bunu yapmadığı takdirde risalet görevine ihanet etmiş ve dini, insanlara tebliğ etmemiş olur. Öyleyse; çıkardığı bidati güzel görenin önünde iki yol bulunmaktadır.
1. Bu yeniliğin dine uygun ve güzel olduğunu kabul edip bu durumda uydurduğu yeniliği korumak için Nebiyi görevine ihanetle suçlamış olacaktır.
2. Bu yeniliğin kötü ve dalalet olduğunu ikrar edecek, böylece aleyhine şahitlikte bulunacaktır.
Ayette yer alan bir ifadeyle devam etmek istiyoruz. “…Sizin üzerinize nimetimi tamamladım…”
Burada şu soru akıllara gelmektedir. Dinin tamamlanmasında nasıl bir nimet durumu vardır?
Bu nimet, dinin korunma altına alınmasıdır. Önceki Peygamberler için bu söz konusu değildi. Onların vefatından sonra din adamları ve yöneticiler sürekli yeni ibadetler, tören ve uygulamalar ihdas ediyorlardı. Belli bir zaman sonra Allah’ın subhanehu ve teâlâ, Rasûlleri aleyhimusselam aracılığıyla indirdiği ve fıtrata uygun olan din, kayboluyor, yönetici ve âlimlerin kendi heva ve zanlarıyla belirledikleri âdetler din yerine geçiyordu. Buna kötü niyetli ve dini istismar edenler de eklenince ‘muharref din’ dediğimiz şey, kaçınılmaz oluyordu.
Allah subhanehu ve teâlâ bu ümmete dini tamamlamakla din adamlarının, yöneticilerin, çıkarcı bezirgânların, cahil ve heva ehlinin şerrinden onları korudu. Dine bir şeyler sokup onu tahrif etmek isteyen birileri çıktığında: ‘Din tamamlanmıştır, tamam olanın yeniliğe ihtiyacı yoktur’ denilerek buna engel olunur.
Tarih boyunca İslam düşmanlığı yapanlar; dışarıdan ve karşı cepheden istediklerini elde edemediler. Çünkü İslam ümmeti mücahid bir ümmettir. Cepheleşmek onun genlerinde var olan kahramanlık ve adanmışlık duygularını açığa çıkarır. Bu düşmanlık içeriden, gizlice ve din kisvesi altında yapıldığında; aynı şeyleri söylemek pek mümkün değildir. Bidatçilik, dine içten saldırıdır. Düşünün; birileri ümmete gelip: ‘Sizin Nebiniz sizi eksik bir yol üzere terk etti, bu hâliyle Muhammedî yol, sizi Allah’a yaklaştırmıyor. Bırakın onun modası geçmiş sünnetini(!) size yepyeni ibadetler, törenler, ahlak ilkeleri icat ettik!’ demiş olsun. Bu ümmete müntesip en facir insanların dahi bu sözlere tepkisi çok sert olacak ve hiçbir tabakada karşılık bulmayacaktır. Aynı teklif, içeriden ve din kisvesi altında yapıldığında, kitleler tarafından kabul edilip, din diye uygulamaya sokuluyor. Oysa bidatçinin teklifi de yukarıdaki tekliften farksızdır. O da Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem sünnetinin yetersizliğine inanmış, dine dinden olmayan yenilikler sokmuştur.
Evet, Allah’ın subhanehu ve teâlâ dinini tamamlaması; İslam dinini tahriften muhafaza etmesidir.
Bu öyle bir nimettir ki;
“Yahudiler dahi bunu anlamış ve gıpta etmiştir. Yahudinin biri Ömer’e radıyallahu anh geldi ve şöyle dedi:
— ‘Sizin kitabınızda öyle bir ayet var ki, şayet o, biz Yahudilere indirilmiş olsa o günü bayram edinirdik.’
Ömer radıyallahu anh sordu:
‘O hangi ayettir?’ ‘Bugün size dininizi tamamladım…’ ayeti dedi. Bunun üzerine Ömer radıyallahu anh, ‘Vallahi o ayet Cuma günü Arefe’de inmiştir’ dedi.” (Buhari, 45; Müslim, 3017.)
Bir Yahudinin dahi anlamış olduğunu anlamamaktan Allah’a sığınırız. Yahudi, anlamıştı ki Müslümanların dinleri tamamlandığı için kıyamete kadar bozulmadan devam edecektir. Onlar ise tamamlanmamış dinlerinin; yöneticiler, kötü niyetli din adamları ve heva sahibi cahiller tarafından tahrifini, her gelen asrın bir öncekinden kötü olacağını göreceklerdi.
Din Nasıl Bozulur?
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem haber veriyor:
“Allah, benden önce herhangi bir ümmete bir Peygamber göndermiş olmasın ki; mutlaka onun sünnetine yapışan ve onun yoluna uyan yardımcıları ve ashabı olmuştur. Onlardan sonra; yapmadıklarını söyleyen, emrolunmadıklarını yapan kavimler gelir. Kim onlarla eliyle cihad ederse o mümindir. Kim onlarla dili ile mücadele ederse o mümindir. Kim onlarla kalbiyle cihad ederse o mümindir. Bunun ötesinde hardal tanesi kadar iman yoktur.” (Müslim, 50)
Bu hadis, dinin bozulması konusunda umdedir. Anlıyoruz ki Rasûllerin aleyhimusselam tabileri kendilerinden sonra iki gruba ayrılıyor.
1. Rasûl’ün
sallallahu aleyhi ve sellem
sünnetine sarılan, onun yoluna uyanlar. Bunlar Rasûllerin hayatında da, vefatından sonra da onların havarileri ve ashabı olma unvanına layıktır. Bu ne büyük şereftir.
2. Peygamberlerin düşmanı olan, dini tahrif eden, kendileriyle mücadelenin iman olduğu topluluklar. Bunların ayırıcı vasfı;
‘yapmadıklarını söylemek, emrolunmadıklarını yapmak’
şeklinde belirtiliyor.
Bidatçi; emrolunmadığını yapan kişidir. Allah ve Rasûlü ona ittibayı emretmiş, o ise bidatte/yenilikte diretmiştir. Dinin korunması ve kişinin bireysel imanını muhafazası bu taifeyle mücadelesinde gizlidir. Buradan anlıyoruz ki, Rasûllerin vârisi ve ashabı olmaya aday topluluklar sadece bidatlerle değil, bunları ihdas eden mubtedileriyle de mücadele etmelidir. Bu da iki şekilde olur:
1. Rasûllerin sünnetine yapışmak ve onların yoluna uymak suretiyle hakkı izhar etmek.
2. Bidatın batıllığını ortaya koyup ehlini hecr etmek ve onlarla mücadele etmek suretiyle batılı iptal etmek.
Amellerin Kabul Şartı
Bidatlerle amel; kişinin diniyle kumar oynaması ve kendini hüsranların en büyüğü olan ahiret hüsranına düşürmesidir.
“…Kim Rabbiyle karşılaşacağı günde, ecir almayı umuyorsa, salih amel işlesin, Rabbine ibadetinde hiç bir şeyi ortak koşmasın…” (18/Kehf, 110)
Bu ayetten anlıyoruz ki; yapılan ameller, karşılığı alınacak ve alınmayacak olarak iki kısımdır. Bahtiyar olanlar, kıyamet gününde yaptıklarının karşılığını alacaklardır. Bedbaht olanlarsa; tüm çalışmalarına karşılık yaptıklarının sevabını alamayacak, hüsrana uğrayacaklardır. Şu ayetlerde olduğu gibi:
“Onların yaptıkları her bir (iyi) işi ele alırız, onu saçılmış zerreler hâline getiririz (değersiz kılarız).” (25/Furkan, 23)
“(Rasûlüm!) Dehşeti her şeyi kaplayan kıyametin haberi sana geldi mi? O gün birtakım yüzler zelildir. Durmadan çalışır, (fakat boşuna) yorulur. Kızgın ateşe girer.” (88/Ğaşiye, 1-4)
Kimisi de yaptığının karşılığını almış ve yüzü aydınlanmıştır.
“O gün birtakım yüzler de vardır ki, mutludurlar. (Dünyadaki) çabalarından hoşnut olmuşlardır. Yüce bir cennettedirler.” (88/Ğaşiye, 8-10)
Yukarıda zikrettiğimiz ayette, Rabbimiz bizlere yol gösteriyor. Amellerimizin kabulü iki şarta bağlanıyor.
1. Amelimizin salih olması, yani sünnete uygunluk,
2. İçine şirkin hiçbir çeşidinin karışmaması, yani ihlas.
İbni Kesir rahimehullah: ‘…’Salih amel yapsın!’ O, şeriata muvafık olan ameldir. ‘Hiçbir şeyi şirk koşmasın!’ Yani sadece Allah’ın rızası kastedilerek yapılan amellerdir. Bu iki şart, amelin kabulü için gerekli iki rükundür. Mutlaka amelin ihlaslı ve Rasûl’ün şeriatına uygun olması gerekir.’ (18/Kehf, 110. tefsiri)
“Bilakis, kim muhsin olarak yüzünü Allah’a döndürürse (Allah’a hakkıyla kulluk ederse) onun ecri Rabbi katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır, ne de üzüntü çekerler.” (2/Bakara, 112)
Bu ayette, yapılan amelin ecri, iki şarta bağlanmıştır. Yüzünü Allah’a teslim etmek ve amelde muhsin olmak…
İbni Kesir rahimehullah bu ayette: ‘Makbul amelin iki şartı vardır. İlki; halisane olarak sadece Allah’a yapılması… İkincisi; doğru olup Rasûlün şeriatına uygun olmasıdır. İhlasla yapıldığı halde amel, şeriata uygun olmazsa kabul edilmez.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:
“Kimin yaptığı amel bizim yolumuz üzere olmazsa, o amel reddedilir/merduttur.” (Müslim, 17-18) buyurmaktadır.
Ruhbanlar ve onlara benzeyenlerin amellerinin ihlaslı olduğu kabul edilse dahi Rasûle tabi olmadıkları müddetçe kabul edilmez.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem amellerden sünnetine uygun olmayanın sapıklık olduğunu söylemiştir. Daha tehlikeli olanı, bunların kıyamet gününde kabul edilmeyeceğini söylenmiştir.
“Kimin yaptığı amel bizim yolumuz üzere olmazsa, o amel reddedilir.” (Müslim, 17-18)
“Kim dinimizde olmayan bir amel çıkarırsa, o amel reddedilir.” (Buhari, 5; Müslim, 17-18.)
Buradan anlıyoruz ki; dinde yenilikler çıkarmak, yersizdir. Çünkü sünnete uygun olmayan ameller Allah subhanehu ve teâlâ tarafından reddedilecektir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu denli açık bir hüküm ortaya koymuşken, birilerinin ısrarla bidatin güzelinden, olurundan, cicisinden bahsetmesini anlamak mümkün değildir.
Allah Akılla Razı Edilmez
Bidatçi; Allah’ı razı etmek için bidat ihdas eder. Onun zannı, bu yeniliklerle daha fazla Allah’a yaklaşacak ve O’nun rızasını elde edecektir. Bidatçi, Allah’ın akılla razı edilmeyeceğini bilmelidir. Şayet insanlar, akıllarıyla Allah’ı razı etmenin yollarını bulmaya muktedir olsaydı, Allah insanlara Rasûl göndermezdi. Bidatçinin ihdas ettiği yenilik veya başkalarının ihdas edip bidatçinin uyduğu ameller de bu fasit zan üzeredir.
Üç sahabenin kıssası bu konuda aydınlatıcıdır. Üç sahabe, Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ibadetlerini sormak için onun evine geldiler. Kendilerine onun ibadetlerinden haber verilince; içlerinden biri: ‘Vallahi geceleri hiç uyumayacak, namaz kılacağım’, diğeri: ‘Her gün oruç tutacağım’, üçüncüsü: ‘Kadınlarla evlenmeyeceğim’ dedi. Burada dikkat edilirse bu üç sahabe Allah’a daha çok yakın olmak, O’nun katında daha fazla mükâfat elde etmek için akıllarıyla böyle bir yol düşündüler. Oysa onlara Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ameli haber verildiğinde bununla yetinmeli, “Onda bizim için güzel örnekler vardır…” demeliydiler. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu durumu haber alınca onları çağırdı. Bidatçinin mantığına göre onları övmesi, ‘Maşallah ne de güzel bir karar almışsınız!’ demesi gerekirdi. Allah Rasûlü ise şöyle tepki gösterdi:
“Şüphesiz ben uyur ve gece namaz kılarım. Bazen oruç tutar, bazen de iftar ederim. Kadınlarla evlenirim. KİM BENİM SÜNNETİMDEN YÜZ ÇEVİRİRSE BENDEN DEĞİLDİR.” (Muttefekun Aleyh; Buhari, 5063; Müslim, 1401.)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem meşru olan amelde, kendisinin ölçülerine uymayan ve ondan fazlasını yapmaya yeltenen sahabelerine böyle tepki koyduysa, acaba aslı sünnetten hiç eser taşımayan bidatlere tepkisi nasıl olurdu?
Sahabe dahi olsa; Rasûlün sallallahu aleyhi ve sellem sünnetinin dışına çıkma hakkı yoktur. Ve meşru olan amelde ölçüsüzlüğü reddeden Nebi’nin, hiçbir meşruiyeti olmayan bidatlere müsaade etmesi düşünülemez.
Evet, dinin kemale ermiş olması, amellerin kabul şartlarının sünnete uygunluk olması ve Allah’ın subhanehu ve teâlâ akılla razı edilemeyeceği gerçeği, dinde yenilik çıkarmanın yersizliğinin delilleridir.
Bir sonraki yazımızda bidatlerin çıkış sebeplerini ve zararlarını yazmaya müyesser kılmasını Rabbimizden niyaz ediyoruz.
Bu yazımla beraber birkaç noktayı aydınlığa kavuşturmak istiyorum.
Gerek cezaevlerinden, gerekse de dışarıdan birçok mektup alıyorum. Allah subhanehu ve teâlâ tüm kardeşlerimden razı olsun, dünyada ve ahirette onlara ikramda bulunsun.
İlk olarak; bana yazılmış her bir mektuba mutlaka cevap yazıyorum. Müslümanların mektuplarını misafirlik olarak kabul ediyor ve bir misafire gösterilmesi gereken adaba riayet etmeye çalışıyorum. Haftanın bir gününü sadece mektuplara cevap yazmaya ayırıyorum. Yetişmediği zamanlarda -ki genelde öyle oluyor- kalanları bir sonraki haftaya bırakıyorum. Cevapların gecikmesi ilgisizlikten değil, bu sebeptendir. Tüm kardeşlerimden helallik istiyorum.
Cevapsız mektuplarla ilgili bazen şikâyet alıyorum. Şunu belirtmeliyim ki, ya mektubunuz bana ulaşmamıştır ya da cevap mektubu sizin elinize geçmeden başkasının eline geçmiştir.
Bir başka konu; mektup yazan ve bizlerle yeni tanışan bazı kardeşlerin, medyada benimle ilgili duyduklarını gerçek sanıp, bana öyle hitap etmeleri ya da o minvalde sorular sormalarıdır. Şunu belirtmeliyim ki, ben, insanları tevhide ve sünnete davet eden, şirkten ve bidatlerden sakındıran bir İslam davetçisi ve ilim talebesiyim. Bunun dışında hiçbir kimliğim yoktur. Dünyanın hiçbir yerinde faaliyet gösteren bir cemaat ya da örgütle İslam kardeşliği bağı dışında bir bağım da yoktur.
Bu davet esnasında kendileriyle şeref duyduğum öğrencilerim ve insanları Allah’a davette yol arkadaşı olan kardeşlerim vardır. Tağutların rahatsız olduğu şey, bizim akidemiz ve menhecimizdir. Onlar, bu akidenin açıktan ve belli bir program ve disiplin (Cemaat ve menhec) çerçevesinde anlatılmasını istemiyorlar. İstedikleri gibi manipüle edebilecekleri, aralarında gönül bağı olmayan, birbirleri için değil, her biri kendi için yaşayan serseri mayınlar istiyorlar. Bizler teorik olarak buna karşı çıkıp, fiilî olarak da Rabbimizin yardımıyla bu davete başlayınca onların hedefi hâline geldik. Rabbimize hamd olsun… Bunu şeref biliyoruz. Tağutları ve onların kullarını tekfir, onlardan ve dinlerinden teberri; sadece Allah’ı, Rasûlü’nü ve müminleri dost edinme ve bunu da tevhid ve sünnet ilkesi üzerine yapmayı bizlere nasip eden Rabbimize hamd ediyoruz.
Ancak sistem, insanları inançlarıyla yargılayamıyor. Çünkü Allah’ın hakkında hiçbir delil indirmediği, onların hevalarından uydurdukları yasalarında ‘düşünce özgürlüğü’ diye nerede başlayıp nerede bittiği henüz belirlenmemiş bir madde var. Ondan dolayı bizleri gündemde olan ve terör listesine alınmış bir yapıyla yargılıyorlar. El-Kaide diyorlar… Olmadı IŞİD diyorlar… O da olmadı yakında Eş-Şebab ismini vereceklerini tahmin ediyorum.
Özellikle bizlerle yeni tanışan, dergimize abone olan kardeşlerimizin benzer sorularına ortak bir cevap vermek istedim. Davamızın sonu âlemlerin Rabbine hamd etmektir.
Selam ve dua ile…
İlk Yorumu Sen Yap