Hamd, Allah’a; salât ve selam, O’nun Resûl’üne olsun.
Peygamber (sav), ashabıyla beraber Medine’ye hicret edince küçük çaplı birçok çatışma yaşandı, ama asıl savaş Bedir Harbi’ydi. Bu savaşın başlangıcına baktığımızda aslında Peygamber ve ashabının bir kervanı ele geçirme girişiminde bulunduklarını ve neticede bir orduyla karşılaştıklarını görmüştük.
İlerleyen aşamalarda da İslam toplumunun topyekûn ve büyük çaplı savaşlardan kaçındığını ve Mekkelilerle daha çok siyasi ve ekonomik yönden mücadele yöntemlerini tercih ettiğini zikretmiştik. Medine içerisinde bağımsız ekonomik faaliyetler için adımların atılması; Mekkelilerin, müttefiklerini anlaşma veya çatışmayla saf değiştirmeye zorlaması; kervan yollarına müdahale edilmesi ve ekonomik dar boğaza sokma çabaları, bu duruma verilebilecek birkaç örnektir.
Fakat şirkin merkezini dolaylı yollardan zayıflatmayı amaçlayan tüm bu adımlara rağmen büyük bir savaşla karşı karşıya gelinirse buna da hazırlıklı bir İslam toplumu vardı.
Bedir Zaferi sonrası müşriklerin yaşadığı şok, yerini kısa sürede intikam alma duygularına bırakmıştı. Ebu Sufyan’ın liderliğini de pekiştirecek bu hamle için müşrikler her türlü hazırlığı yaptılar.
Peygamber (sav) ashabıyla beraber, Mekkelilerin bu hazırlıklarını savaştan kısa bir süre önce öğrendi ve istişare neticesinde Medine dışında savaşmaya karar verdi.
Aslında bu karar Peygamberimizin (sav) istediği bir karar değildi. Bunu çok sonra fark eden müminler Peygamberimize özürlerini arz etseler de istişareden çıkan karar değişmedi. Fakat sahabe toplumu, ders alan bir toplumdu. Kısa bir süre sonra Hendek Savaşı olacak ve aynı durum orada da yaşanacaktı. Ancak bu kez sahabilerin tutumunun daha farklı olduğu görülecekti.
Münafıkların liderinin hoşuna gitmese de bu karara rağmen onlar da orduyla beraber hareket ettiler ve Uhud Dağı’na doğru yola çıktılar. Savaş meydanına varmadan hemen önce münafıklardan bir darbe geldi ve ordunun üçte biri geri döndü. Evet bu, kısmi bir sarsıntıya sebep oldu, ancak münafıkların hakiki hâllerini bilenler için çok da şaşırtıcı bir durum yoktu. Nifak ehlini tanımayanlar için ise bu bir imtihandı. Bir ortamda, vahiyle desteklenen bir nebi olsa dahi fitne ehline kulak verecek kimseler her daim olur. İtaatin ilk adımı kulak vermek ve işitmektir. Eğer kulaklar ve kalpler hayırla dolmaz ve ona itaat etmezse şeytan boşluğu farklı şekilde doldurur. Mümin her zaman bu bilinçte ve şuurda olmalıdır. Fitne zamanında uyanık bir şekilde hareket etmeli ve kime kulak verdiğini sorgulamalıdır:
“(Hatırlayın!) Hani sizden iki grup neredeyse bozguna uğrayacaktı. (Oysa) Allah, o ikisinin velisiydi. Müminler yalnızca Allah’a tevekkül etsinler. Andolsun ki, Bedir’de zayıf/güçsüz olmanıza rağmen Allah size yardım etti. Allah’tan korkup sakının ki şükretmiş olasınız. (Hatırla!) Hani sen müminlere: ‘(Gökten) indirilmiş üç bin melekle Rabbinizin sizi desteklemesi yetmez mi?’ diyordun.”[1]
Rabbimiz müminlere hemen bir hatırlatmada bulundu: Sakın ha! Gücü ve izzeti sayıda aramayın. Veliniz Allah (cc) ise sırtınız yere gelmez. Asıl dayanacağınız ve destek alacağınız merci O’dur.
Müminler hemen toparlandılar ve Uhud’daki mevkilerine yerleştiler.
Savaşın başlangıcında çok net bir şekilde müminlerin ezici zaferi açıkça görülmekteydi. Hamza, Ali, Dücane (r.anhum) şirk ordusunu fırtına gibi biçiyorlardı. Savaş düzenini bozmadan müşrikleri hezimete uğratan bir İslam ordusu vardı. İşte tam bu aşamada savaşın seyrini değiştiren üç hadise peş peşe gerçekleşti:
İslam ordularının kumandanı diyebileceğimiz Hamza (ra) şehit düştü.
Okçular, Peygamber’e (sav) itaatsizlik edip yerlerini terk ettiler ve İslam ordusu iki taraftan sıkıştırıldı.
İslam ordusunun düzeni bozulmaya başladı. Akabinde Peygamber’in (sav) öldüğü söylentisi ordunun içerisinde hızlı bir şekilde yayıldı. Bu söylenti de ordunun daha hızlı bir şekilde dağılmasına ve karışıklığının iyice artmasına sebep oldu.
Şimdi bu hadiseleri siyer kaynaklarından okuyalım. Sonraki sayımızda da çıkartacağımız derslere geçeceğiz inşallah:
Bera ibni Azib (ra) diyor ki:
“Harp başladı ve ilk saldırıda Müslimler müşrikleri yenilgiye uğrattılar. Vallahi ben o sırada düşman ordusundaki müşrik kadınları gördüm ki onlar elbiselerini toplamış; bacaklarındaki halhalları, baldırları görünecek şekilde açmış bir hâlde -ya bozgun askere moral vermek için ya da kaçarak Uhud Dağı’na çıkmak için- süratle koşuyorlardı.
Müslimlerin bu galibiyeti üzerine Abdullah ibni Cübeyr’in kumandasındaki piyade okçular birbirlerine, ‘Kardeşler, ganimet, ganimet! Cephedeki kardeşlerimiz düşmanı yendi. Daha ne bekliyorsunuz? Gidelim, biz de ganimete konalım.’ dediler.
Abdullah ibni Cübeyr (ra) bunlara karşı, ‘Kardeşler! Resûlullah’ın (sav) size verdiği emri unuttunuz mu?’ dediyse de yanındakiler, ‘Vallahi kardeşlerimizin yanına mutlaka gideceğiz, ganimetten bize düşeni elbette alacağız.’ diye ısrar ettiler ve emredildikleri şeyi bırakarak ordunun içine daldılar. Onlar varır varmaz, yüzleri geldikleri tarafa çevrildi. Ve ordunun bütün kuvvetleri yenilmiş bir hâlde Medine’ye yönelerek geri dönmeye başladı.
Bu kötü vaziyet ânındaydı ki Resûlullah (sav) askerin geri kalanlarını, ‘Ey Allah’ın kulları! Bana geliniz. Ey Allah’ın kulları, bana geliniz! Ben Allah’ın Resûlü’yüm. Her kim geri döner de düşmana hücum ederse ona cennet vardır!’ diye çağırıyordu. O sırada Resûlullah’ın (sav) yanında on iki kişiden başka kimse kalmamıştı.”[2]
Cubeyr ibni Mutim’in kölesi Vahşi şöyle dedi:
“Vallahi ben Hamza’ya bakıyordum. Kureyşli müşrikleri kılıçtan geçiriyor ve tıpkı azgın bir erkek deve gibi dokunduğu hiçbir şeyi bırakmıyordu. O sırada ona benden önce Şiba ibni Abduluzza gitti.
Hamza (ra) ona, ‘Bana doğru gel! Ey Ümmü Emmar kadınının oğlu!’ dedi ve ona bir darbe indirdi.
Vurmasıyla onu kesmesi bir oldu. Sanki kılıç hiç şaşmadı. Hamza Bedir Harbi’nde Tuayme ibni Adiyy ibni Hıyar’ı da öldürmüştü.
Efendim olan Cubeyr ibni Mutim bana, ‘Eğer amcam Tuayme’ye bedel olarak Hamza’yı öldürürsen sen hürsün.’ dedi. Bunun üzerine ben de savaşa çıktım. Ben mızrağımı ona doğrultarak salladım. Nihayet ona isabet edeceğine kanaat getirince üzerine gönderdim. Mızrak onun göbeği ile kasığı arasına saplanarak iki ayasının arasından çıktı. Sonra bana yöneldiğinde takatsiz bir şekilde yere düştü. Onu biraz bekledim, nihayet öldü. Ben de gidip mızrağımı aldım ve ordugâha doğru uzaklaştım.”[3]
“Müşriklerin saldırısı karşısında Müslimler geri çekildiler. İşte o gün imtihan ve deneme günüydü. Allah o günde Müslimlere şehitliği ikram etti. Düşman, Resûlullah’a (sav) kadar ulaşıp taş attı. Atılan taş dişine isabet edip yüzünü ve dudağını yaraladı. Ona isabet ettiren kimse Utbe ibni Ebi Vakkas idi. Utbe ibni Ebi Vakkas, Resûlullah’a (sav) işte o günde taş attı ve sağ alt dört dişini (yani ön dişler ile azı dişler arasındaki kesici dişlerini) kırdı ve alt dudağını yaraladı. Abdullah ibni Şihab Ez-Zühri de Resûlullah’ın (sav) alnını yardı, İbni Kamie de yanağının üst tarafını yaraladı. Miğferinin halkalarından iki halka, yanağının üst tarafına girmişti. Resûlullah (sav), Ebu Amir’in Müslimlerin içine düşmesi için yaptığı çukurlardan bir çukura düştü. Müslimler ise bu çukurları bilmiyorlardı. Ebu Ubeyde ibni El-Cerrah Resûlullah’ın (sav) yüzündeki iki halkadan ilkini (dişleriyle) çıkarırken ön dişi düştü. Sonra diğer halkayı çıkarttı. Bu sefer de diğer ön dişi düştü. Böylece ön dişlerinin ikisi düşmüş oldu.”[4]
Duamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.
İlk Yorumu Sen Yap