Dergi çıkalı on beş gün olmuştu. Kitabevine defalarca girip çıkmış, fakat almamıştı. Okumayı pek sevmiyordu. Dinlemek ona daha kolay geliyordu. Keşke Dergi yazıları sesli yayınlansaydı. Hepsini bir solukta dinler, geçerdi. Gerçi eski sayılar seslendirilmişti, ancak onları henüz dinlemeye vakit bulamamıştı. Ama yapılacaklar listesinin başındaydı. Önünde sonunda dinleyecekti. Şey… Liste kaç sayfa mı? Yapılacaklar listesi yani. Notlarını toplasak birkaç defter ederdi. Hepsini itinayla not etmişti etmesine de, dedik ya vakit bulamamıştı ifa etmeye. Neyse biz konumuza dönelim.
İşten çıktı. Caddeler ne de kalabalıktı. Bu saatte İstanbul hiç çekilmiyordu. Durakta beklemeye koyuldu. Bir dolmuş durdu. Tıka basa dolu, korna çalıyor. Başıyla, “Binmeyeceğim.” diye işaret etti. Söylenmeden de edemedi. “Nereye alacaksa beni? Kapıya asılıp gideceğimi düşündü herhâlde.” Gerçi bunu yapanlar yok değildi. Hafif bir gülümseme belirdi dudaklarında. Mısır geldi aklına. Şu ülke olanı, yenileni değil. Orada muavinler asılırdı minibüsün kapısına. Tek elleriyle tutunur, tek ayaklarıyla basamakta durur, diğer eşlerini sarkıtırlardı dışarıya. “Ala gembeeek! Ala gembeeek!” diye bağırırlardı sonra…
İkinci dolmuşun kornası anıları dağıttı. Yanaştı, bir yolcu indi. İçerisi pek kalabalık değildi, yani en azından bir basamak boştu. Bindi, şoför dolmuşun kapısını kapatmamıştı. Ola ki bir yolcu daha her ân binebilirdi. Her durakta birer ikişer derken yine doldu dolmuş. “Eee… Tabii dolacak abiciğim.” diye bir ses duyuldu. “Adı üstünde, dolmuş. Dolmadan mı gitsin?” Kimse gülmedi bu espriye. Neyse ki eve geldi, indi hemen, bakkala uğradı. Hanımının isteklerini tek tek aldı. Yorgun adımlarla merdivenleri çıktı. Tam anahtarını çıkarıyordu ki çocuklar kapıyı açtı. “Babaaa!” diye bacaklarına dolandı her biri. “Ne ben okaliptüs ağacıyım ne de sizler koalasınız. Bırakın beni. Bir durun da soluklanayım.” dedi. Ellerini yıkadı, üstünü değiştirdi. Sofra hazır ve mükellefti. Oturdu, afiyetle yemeğini yedi. Çayını alıp odasına geçti. Yorgun adam, ne yapsındı? Bu yorgunlukla kalkıp çocuklarla oynayamazdı. Hanımla sohbet mi? Onu hiç çekemezdi, fakat bir meşguliyet bulmalı, hepsini başından savmalıydı. Etrafına bakındı. “Hah, işte orada…” Sehpanın üzerindeki dergiyi aldı. “Hanım almış olmalı.” diye geçirdi içinden. “Baktı ki benim alacağım yok…”
Başyazıyı kontrol etti. “Çok uzunmuş. Hanım okusun, bana anlatır.” diyerek hemen geçti sayfaları. Bazı cümlelerin altı çizilmiş, boşluklara yazılar yazılmıştı. “Çoktan okumuş bizimki. Baksana not bile tutmuş, satırları çizmiş durmuş.” Hızlıca çevirmeye devam etti sayfaları. “Hah!” dedi. “Sonunda kısa bir yazı buldum. Bakalım ne yazıyor?”
“Çocuklarımızın eğitimi ve öğretimi deyince hafakanlar basıyor bize. Ne yapmamız gerektiğini biliyoruz aslında:
Onları sevmeliyiz.
İhtiyaçlarını vaktinde ve zamanında gidermeliyiz.
Yaşlarının gereklerini öğrenmeliyiz.
Onları bir birey olarak kabul etmeli, değerli olduklarını hissettirmeliyiz.
Onlara Rabbimizi (cc) tanıtmalı ve sevdirmeliyiz.
Rabbimizin işiten, gören, her şeyi bilen ve kudret sahibi olduğunu öğretmeliyiz.
İman hakikatlerini tek tek işlemeliyiz.
İbadetleri vaktinde ve iştiyakla yaparak rol model olmalıyız.
Peygamberimizin, sahabenin ve İslam büyüklerinin hayatlarını okumalıyız.
Kur’ân-ı Kerim’i ve okuma yazmayı öğretmeliyiz.
Sureleri ezberlemesinde yardımcı olmalıyız.
Adabımuaşeret kurallarını göstermeliyiz.
Kötü arkadaştan, kötü ortamlardan, kötü düşüncelerden ve kötü sözlerden onları olabildiğince korumalıyız.
Doğru düşünme, olumlu düşünme, eleştirel düşünme, empatik düşünme becerileri kazandırmalıyız. Onlara bir zanaat öğretmeli, vakitlerini değerlendirecek hobiler edinmelerini sağlamalıyız.
İyi bir çevre oluşturmalıyız.
Fuzuli konuşmaktan, kötü konuşmaktan, laubali konuşmaktan men etmeliyiz.
Şükrü, sabrı, vakarı, kendi aleyhlerine de olsa doğruluktan ayrılmamayı, hüzne kapılmamayı, maddeye değer vermemeyi öğretmeliyiz.
Her istediğini yapmamalı, hazlarını ertelemeyi hatırlatmalı, rahat ortamlarda bulundurmamalıyız. Zulme karşı çıkmayı, mazluma arka olmayı öğretmeliyiz.
Kendine, ailesine, akrabalarına, çevresine, insanlığa ve hatta doğaya karşı sorumluluklarını hatırlatmalıyız.
Çocuk eğitimi…”
Dergiyi kapatıp bir kenara bıraktı. Hanımı çay doldurmak için gelmişti.
“Çayını tazeleyeyim.”
“Olur.”
“Hayırdır, suratın bir karış.”
“Dergiyi okuyayım, dedim. Moralim bozuldu.”
“Niye ki?”
“Yok şunu öğretmeliyiz, yok bunu hatırlatmalıyız, yok şundan men etmeliyiz. Bıdı bıdı da bıdı bıdı!”
“Zoruna mı gitti?”
“He, zoruma gitti tabii. Eleştirel düşünme, empatik düşünme, sempatik düşünme… Bu ne ya? Daha ben anlamını bile bilmiyorum bunların. Bana ne yapacağımı değil, nasıl yapacağımı söyleseydi ya! Daha iyi olurdu.”
“Sonunu okudun mu yazının?”
“Okumadım.”
“Okusaydın, nasıl yapacağını ve nereden başlayacağını öğrenirdin.”
“Hele sen çayımı tazele.”
Tekrar satırlara dönmek istemiyordu. Okumayı işte bu yüzden sevmiyordu. Şu yazarlar yok mu, hepsi aynıydı. Her biri her satırda bir yük koyuyordu omuzlarına. O da biliyordu, çocuklar eğitilmeliydi. Tüm bunlar doğru ve gerekliydi. Ama yapılacaklar çoktu, üstelik de zordu.
Dergi elinde, zihninde bu düşüncelerle biraz daha bekledi. “Neyse… Sonunu okuyayım bari merak ettim.” diyerek açtı aynı sayfayı. Birçok satırı atladı. Siyah puntolarla yazılan son paragrafa odaklandı:
Velhasıl, eğitimin amacı “salih insan” yetiştirmektir.
Salih insan olmadan salih nesil yetiştirmek bir hayaldir.
Öyleyse işe kendinden başla.
“Nereden başlamalıyım?” sorusunun yanıtı şu dört babta:
Bollukta ve darlıkta infak et.
Öfkeni yut.
İnsanları affet.
İşini en güzel şekilde yap.
“Rabbinizden bir bağışlanmaya ve genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun. (O,) muttakiler için hazırlanmıştır. O (muttakiler) ki; bollukta da darlıkta da infak ederler, öfkelerini yutar ve insanları affederler. Allah, muhsinleri/kulluğunu en güzel şekilde yapmaya çalışanları sever. O (muttakiler) ki; bir kötülük yaptıklarında yahut (günah işleyerek) kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı anar ve günahları için bağışlanma dilerler. Allah’tan başka kim günahları bağışlayabilir? Ve bile bile yaptıkları (yanlışta) ısrar etmezler. Bunların mükâfatı, Rablerinden bir bağışlanma ve içinde ebedî kalacakları altından ırmaklar akan cennetlerdir. (Allah’ın rızasını elde etmek için) çalışanların mükâfatı ne de güzeldir.”[1]
[1] .3/Âl-i İmran, 133-136
İlk Yorumu Sen Yap