Siz hiç zaman yoksullarını gördünüz mü?
Hani şu zamanın peşinden koşan; çağın hızına ayak uydurmaya çalışan; bilim, teknoloji, sağlık, eğitim ve daha birçok alandaki yenilikleri yakalamayacağım diye çırpınan ya da ihtiyaç olmadığı hâlde ihtiyaçmış gibi dayatılanları elde etmek için çokça çalışan veya sosyal medya aracılığıyla dünyayı kurtarmak için sabahlayan… ve kendine zaman ayıramayan yoksullar…
Gördünüz mü onları?
Göremezsiniz. Onlar dahi kendilerini -sözüm ona yoğunluktan- göremiyor çünkü.
Onların işleri çoktur, ilgileri çoktur, ihtiyaçları çoktur, aceleleri çoktur; ama vakitleri yoktur.
Koştururlar, çalışırlar, hesaplarlar, araştırırlar; ama hiç durmazlar.
Çeşit çeşitlerdir. Kimilerinin geçmişle bağları sıkıdır. Temcit pilavı gibi geçmişi ısıtıp ısıtıp ortaya koyarlar. Vakitlerini orada harcarlar. Kimileri tûl-i emelden kurtulamazlar. Geleceğe dair ha bire plan yaparlar. Her birinin ortak yanı ânı hiç yakalayamamalarıdır. Ânda olamazlar. Kendilerini ânın akışına bırakamazlar. Bir de bakarlar ki hay huy ile geçmiş ömür… Sona gelmişler.
Oysa yazık, ne içinde var oldukları kâinatın güzelliklerini seyredebilmişler doya doya ne yağmurdan sonra mis gibi toprak kokusunu çekebilmişler içlerine derin bir nefesle ne de bir karıncanın küçücük bedeniyle taşıdığı yiyecekle yaptığı yolculuğunu izleyip düşünmüşler derin derin…
Ne evde çocuklarının sesini tatlı bir sada olarak duymuşlar ne de akşam yemeklerinde ailecek bir araya gelişlerini bir şükür vesilesi olarak görmüşler…
Ne sabahın ilk ışıklarını evinin penceresinden sakince izleyebilmişler ne de akşama doğru caddede akan insan seline uzun uzun bakıp, “Nereye bu gidiş?” diyebilmişler…
Ne kendilerini tanımış, eksiklerini görmüş, onarmaya çalışmışlar ne de ehlini hakkıyla tanıyabilmiş, ihtiyaçlarını gözetmişler.
Ne acılarını yaşayabilmişler ne de hatalarını fark edebilmişler.
Bu hengamede hayatı hep teğet geçmişler.
Zaman yoksulları, yaşadıklarını sanmışlar. Oysa hayatlarının suikastçıları bizzat kendileri olmuşlar.
Bu arada sahi nedir hayat?
Hayat ne geçmiştir ne gelecek, ândır… Ânda olmaktır. Ânı yaşamaktır. İşte o zaman hem geçmişimiz hem de geleceğimiz anlam kazanır. Zira yaşanmıştır/yaşanacaktır. Ân be ân yaşanacaktır… Hissederek yaşanacak. Öylesine değil, her ânın farkına varılacak. Sevinçler de hüzünler de mutluluklar da kederler de o ömre bir his, bir ders bırakacak.
Fakat buna rağmen zaman yoksullarının tanımadığı bir zaman dilimidir ân. Onlar ânı harcarlar. Farkına dahi varmazlar. Bu harcamanın bedeli büyüktür. Görmezden gelinmiş, ihmal edilmiş, işlenmemiş duygular biriktikçe birikir. Sevilmesi gerekenler yeterince sevilemez, ifade edilmeyi bekleyen sözcükler dillendirilemez… Kâinata bakıp bakıp iman tazelenmez, sevinçlere şükredilmez, hatalardan ibret alınmaz, acılar onları olgunlaştırmaz.
Bu mevzu uzar gider. Fakat ne olur şu ânın kıymetini bilelim. Her ânın.
Ve bununla ilgili, çocuklara yazılsa da bizim de istifade edeceğimiz çok güzel bir kitapla veda edelim. Kitabın adı “Üç Soru”. Aslında bir yetişkin kitabıyken[1] farklı bir yazar tarafından çocuklar için uyarlanmış.
Kitabın kahramanının kafasını kurcalayan üç soru var:
Bir şeyleri yapmak için en doğru zaman ne zamandır?
Bizim için en önemli kişi kimdir?
Yapmamız gereken nedir?
Nikolay, sorularını hayvan dostlarına soruyor. Cevaplar onu pek tatmin etmeyince bir başka hayvanın yanına gidiyor. Cevapları yaşayarak öğreniyor.
Haydi buyurun efendim, bu cevapları öğrenmek için Nikolay çok zahmet çekti. Biz de biraz zahmete katlanalım. Okuyarak öğrenelim.
Kitabın adı: Üç Soru
Yazarı: Jon J. Muth
Yayınevi: Kuraldışı
[1] .Kitabın yazarı Tolstoy’dur.
İlk Yorumu Sen Yap