Bağlılık Biati: Modernleşme

 

3. Modernleşme

Cumhuriyetin kuruluşundan başlamak üzere öz yurdunda askerî güce, despotizme ve sert dayatmalara maruz kalan mütedeyyin kesimin karşısına kurtarıcı vasfıyla çıkan muhafazakâr iktidarın; söz konusu kesimi rahatlatmak, demokrasiyi tesis etmek ve başkaca görev ve sorumluluklarının dışında bir vazifesi daha bulunuyordu: seküler İslam tasarısını Türkiye’de cari kılmak…

Bugün, egemen dünya güçlerinin buyruğunca fiiliyata taşınan tasarının, toplum üzerindeki emareleri, anayasal yeniliklere ve dinsel reform sürecine olan katkısı ortadadır. Fakat daha önce olduğu gibi burada da “sebepler” değil, “sonuçlar” üzerinde konuşanların yaptığı gibi yalnızca iktidar partisinin dönemine denk gelen bir sapmanın/bozulmanın sonuçlarından söz etmeyeceğiz. Bilakis bu kitlesel sapmanın önce temeline inerek, bilahare nasıl ve kimlerin vasıtasıyla cari kılındığını anlatarak meseleyi açıklığa kavuşturmaya çalışacağız.

Rejimin fabrika ayarlarına dönmesiyle kemale erdirilmeye çalışılan bu süreci anlayabilmek, 19. yüzyıl öncesine dayanan bir tarihî arka planı incelemeyi iktiza ediyor. Yani kavukların ve sarıkların, yerini feslere; feslerin, yerini şapkalara; şapkaların, yerini kravat üstüne takılan takkeye bıraktığı tarihsel seyir anlaşılmalıdır. Zira iktidar partisinin, yönetimi devralmasıyla yürürlüğe soktuğu proje; Atatürk’ün, vatanın müdafaasında ve Cumhuriyetin kuruluşunda uyguladığı İslamlaşma/Müslümanlaşma politikasından vazgeçerek Türkleşme ve modern ulus-devlette karar kılmasıyla gerçekleşen dönüşümün İslamcı versiyonu niteliğindedir.

İslamcılıktan Türkçülüğe Modernleşme

Avrupa merkezli modernleşme eğilimi, ilk defa 18. yüzyılın son çeyreğinde, iç ve dış buhranlarla boğuşan Osmanlı’da baş göstermiştir. Fransız Devrimi’nin ektiği milliyetçilik tohumları, Osmanlı’daki gayrimüslim tebaayı etkisi altına almış, eşitlik ve özgürlük nidaları Osmanlı’nın çok uluslu nüfusu arasında bağımsız bir devlet kurma hayalini beraberinde getirmişti. Bu tehlikeyi bertaraf etmek ve dağılmanın/parçalanmanın önüne geçebilmek için Osmanlı birliğini hedefleyen Osmanlılaşma/Osmanlıcılık siyaseti geliştirildi. Esas olarak II. Mahmut’la hız kazanan siyaset gereğince gayrimüslim halkın talepleri öncelenmiş, yasalar ve devlet karşısında Müslüman halkla eşit tutulmuş ve birtakım ıslahat/modernleşme hareketleriyle muasır Avrupa medeniyeti seviyesi yakalanmak istenmişti.

Geleneksel kanunların yerine laik kanunların getirilmesi, kıyafette eşitlik hakkı, gayrimüslimlere verilen imtiyazlar, modern okulların açılması vb. uygulamalarla Osmanlı tebaası bir arada tutulmaya çalışıldı. Ne var ki gayrimüslim halk arasında yükselen ulusçuluk fikri, Osmanlı birliği içinde eriyemeyecek kadar güçlüydü. Çünkü eşitlik ve hürriyet esaslı icraatlar her ne kadar Avrupa’nın temsil ettiği 19. yüzyıl liberalizmine uyum sağlamışsa da milliyetçiliği karşılayamamıştı. Halka yeni bir asabiyet/birlik ruhu gerekliydi. Fakat bu birliğin hangi değerler üzerine inşa edileceği bilinmiyordu.

Osmanlıcılığın başarısızlığı üzerine gayrimüslim ve Müslüman tebaa arasındaki muhalefetin artması İttihâd-ı İslam/İslam Birliği Devri’ni başlattı. Bu devir, İslam’ın Türkleştirilmesinden ve modern ulus-devlete geçişten önceki evreyi kapsıyordu. Bir başka deyişle, Türk-İslamcılığına ruhsat temin edilen bir geçiş evresiydi. Çünkü Batı’dan intikal eden ilerleme, eşitlik, özgürlük, ulus gerekliliği gibi düşünceler İslamcılık akımında da geçerliliğini sürdürmüş ve bütün bunlara İslami bir suret kazandırılmak istenmişti.

1912-1913’te Osmanlıcılığın bütünüyle bitmesiyle topluma öngörülen yeni müşterek vicdan İslam/Müslümanlık olmuştu. Avrupa’nın sardığı milliyetçilik musibeti, azınlıklardan sonra Türkleri de yakalamıştı, fakat Balkan Savaşları, toprak kayıpları ve kurtuluş mücadelesi veren imparatorluk için o günlerde Müslümanlıkta birleşmek, Türkçülüğün öne çıkartılmasından daha makul gelmişti.

Bu yüzden, Millî Mücadele’nin en önde gelen ismi Mustafa Kemal ve beraberindekiler, 1922’ye kadar İslami bir dil kullandılar. Burada belirtmek gerekir ki, bu millî birlik, henüz Türklüğe dayanan seküler ulusu değil, Müslümanlığa dayanan dinî bir milleti ifade ediyordu. Seküler ulus birliği ise savaş bitiminde Mustafa Kemal’in Batıcı, laik, Türkçü dayatmalarıyla sonradan kurulacaktı. II. Mahmut’un Fes Kanunu’na gâvur giysisi diye karşı çıkan halk, yüz yıl sonra fesi sahiplenecek ve bu kez Şapka İnkılâbı’na direnecekti.[1]

Mustafa Kemal, kongreleri ve meclisi besmelelerle, dualarla, Cuma namazlarıyla açtırdı ve Kürt, Türk, Laz, Çerkes tüm Müslümanları İslam birliğine davet etti. Kürt aşiret reislerini ve şeyhlerini, Müslüman birliğinden hareketle Ermenilere karşı ortak bir vatan savunmasına çağırdı. Gelgelelim 1924 Anayasası’ndan sonra söylemler belirgin şekilde değişti; din ve ırk farkı olmaksızın “vatandaşlık” itibarıyla Türk birliğinde karar kılındı. Türk’ten başka bir Müslüman milletin veya halkın olmadığına/olmayacağına hükmedildi. Yani Millî Mücadele’de yer alan Kürtlerin de içinde bulunduğu bu Müslüman milletten, Türk ulusu çıkartılmıştı. Aynı yıl hilafet ilga edilmiş, medreseler kapatılmış ve Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştu. Tüm bunlar modern ulus-devletler çağına geçişin resmî dilden ilân edilişiydi…

Neo-İslamcılıktan Türkçülüğe Sekülerleşme

Bugün Ortadoğu’ya seküler İslam ihraç eden bir ülke olmamızda, ulus-devlet yapısının önemli bir katkısı bulunmaktadır. Ulus-devlet bir toplum ve devlet modelidir. Ekonomide kapitalizmi, yaşantıda sekülerizmi, siyasette demokrasiyi esas alır. Amentüsü milliyetçiliktir.

AKP iktidarının tarihî sicilini incelediğimizde, Osmanlı’da ortaya çıkan siyasi akımları maslahatı doğrultusunda zikzaklı bir biçimde kullandığını görürüz. Sözgelimi başa geçtiği yıllarda İslamcılığı, sonra Neo-Osmanlıcılığı öne çıkarırken, özellikle 15 Temmuz’dan sonra milliyetçilik ve Türkçülük odaklı bir siyaset benimsemiştir. Ülkenin içinden geçtiği olağanüstü hâller, ekonomik krizler, muhalif çıkışlar ve çatırdamaya başlayan otoritenin sesleri hep vatani duygularla bastırılmaya çalışılmıştır.

Aradaki benzerliğin somut bir örneği olarak Atatürk’ün, ayaklanmalara karşı çıkardığı “Takrir-i Sükûn” uygulamasını ve İstiklal Mahkemelerini hatırlayalım. Yeni bir devlet düzeni inşa edilirken çıkan ayaklanmaların tümü vatanın birliğine ve bütünlüğüne zarar vermek isteyen Kürtçü/bölücü isyanlar olarak halkın hafızalarına kodlanmıştı.

Bugün de iktidara gösterilen her muhalefet fetöcülükle, bölücülükle ve dış mihraklarla ilişkilendiriliyor. Demokrasiye boyun eğmeyen, yerli ve millîleşmeyen, kısacası devlete biat etmeyen her yapı, şahıs, kurum ve kuruluş, İstiklâl Mahkemelerinden hallice bir hukuksuzlukla yargılanıyor. Vatan ve millet kültü, din dışı olanın dahi dinselleştirilmesine veya dine karşı din aldatmacasına olanak sağladığından, çemberin dışında kalan bütün dinî kabuller milliyetçi propagandalarla yok ediliyor. Rejim kuruluş kodlarına geri dönerken ulusalcı laiklerden tam destek görüyor.

Seküler İslam’ın önündeki geleneksel dindarlık engeli, yine aynı hassasiyetlerin kışkırtıcılığı ile tasfiye edilmek isteniyor. Geleneksel dindarlık, “Fetö’yü üreten zihniyetten kurtulmamız gerek” argümanına sığınılarak zemmediliyor. Akılperestlerin topluma arz ettiği din tasavvurundan da güç bulan modern ırkçılar, yelpazeyi biraz daha genişletiyor ve bütün İslami değerlerin topyekûn bir denetime tabi tutulmasını talep ediyor. Bu sayede tüm İslami yapılar gericilikle, bölücülükle ve dış mihraklarla ilişkilendiriliyor ve laik devletin laik kurumu Diyanet İşleri göreve çağrılıyor.

Türkçülük ile sekülerlik arasındaki bağ oldukça önemlidir. Sahanın ulusalcı Kemalistlere kalması, kendi din anlayışlarını daha rahat seslendirmelerine ve dikte etmelerine sebep olmuştur. Aslında ulusalcı laiklerin belirli bir din anlayışları yoktur. Mensubu oldukları Türk Müslümanlığının rükunları dahi Batı tarafından belirlenmektedir. Örneğin, çağdaş ırkçılar geleneksel dindarlığı/muhafazakârlığı reddederken, geleneksel dindarlığın temelini oluşturan tasavvufu, Mevlana’yı, Şems’i ve Anadolu irfanı diye uydurageldikleri değerleri kutsamaktalardır. Çünkü Mevlana’yla kök salan tasavvufun mistik yönleri, Batı tarafından onaylanıyor ve moderniteye uyarlanabiliyorken geleneksel dindarlık, sekülerizmi baltalamaktadır. Tek başına bir gelenek olan tasavvuf, moderniteye uyarlanmış şekliyle kabul görmektedir. Yani durmadan tekrarladıkları “zihniyeti ortadan kaldırmak gerek” ezberindeki zihniyet dahi esasen Batı’nın ölçülerine uymayan zihniyettir. Yoksa bütünüyle bir gelenek reddiyeciliği değildir.

Kemalist mantalitenin, zihniyeti ortadan kaldırmakla kastettiği İslam’ı, laik ve seküler, yerli ve millî bir kalıba sıkıştırma gayretidir.

Toplumda yerleşik bulunan değerlerin değişmesi için dinin onayının zaruri olduğunu fark edenler, bu işi din karşıtlığıyla değil, dini ulusal ve modern/seküler bir kalıba sokmak suretiyle yürütmekteler. Ulusçu din safında milliyetçiler, Kemalistler, demokrasiye entegre olmuş yerli ve millî İslamcılar, tarikatlar ve cemaatler yer alırken, modernist İslam safında oryantalist aklın besleyip büyüttüğü akılcı, kelamcı, inkârcı, tarihselci reformistler vardır.

Modernist İslam Projesi

19. yüzyıl aydınlanmasının İslam’a olan tesirlerinden biri de Arap diyarlarında reformist/modernist İslam düşünürlerinin ortaya çıkması olmuştur. 1970’lerden itibaren Türkiye’ye de sıçrayan bu tecdit/yenilik hareketleri, mevcut iktidarın döneminde âdeta şahlanmış ve nihayet modernist/seküler İslam[2] şeklinde zuhur etmiştir. Elbette kendiliğinden ortaya çıkmış bir durum değildir bu; aksine dört bir koldan yürütülen hummalı bir çalışmanın eseridir.

Öncelikle modernleşme merhalesinin hâlen içinden geçmekte olduğumuz bir süreç olduğunu belirtelim. Ardından bu yazı silsilesinde iddia olunduğu gibi, iktidarın bu projeyi hayata geçirmek üzere yönetim sehpasına oturduğunu bir kez daha ikrar ve ispat edelim…

2018’de kaleme alınan bir köşe yazısında özetle şu bilgiler derlenmişti:

“28 Şubat 1997’de Refah Partisi’ni iktidardan düşürecek post-modern darbe sürecini başlatan ünlü MGK toplantısından sadece altı gün önce İstanbul’da Refah Partili Büyükşehir Belediyesi’nin organizasyonuyla uluslararası büyük bir konferans başlamıştı: ‘İslam ve Modernizm: Fazlur Rahman Tecrübesi Konferansı’

İktidar gücüyle, tankla, polisle, mahkemeyle tepeden meseleleri çözmeye alışmış laik devlet erki için muhtemelen toplantı başlığındaki ‘Fazlur Rahman’ adı ‘bir başka irticai faaliyet’ten fazlası değildi.

Hâlbuki iki günlük bu konferansta konuşulanlar, onların üzerine tank sürdüğü, muhafazakârların ise yıllardır tartıştığı meseleler hakkındaydı. Ama 90’lardan itibaren artan bir ivmeyle İslam’ın ve Müslümanların modernleşme ve demokrasi ile birlikteliğini tartışan muhafazakâr entelektüeller için bile bunu Fazlur Rahman üzerinden konuşmak cesur bir girişimdi.

Fazlur Rahman’ın tarihselciliği, Kur’ân’ı doğru anlamak için indiği tarihsel konjonktürü dikkate almak, o günkü kültürel ve toplumsal yapıyı iyi bilmek ve ayetlerin nüzul sebeplerini de düşünmek gerektiğini söylüyordu.

1997’de Fazlur Rahman adına konferans düzenlemeye cesaret eden İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Dairesi’nin uluslararası konferansının arkasındaki iki isim Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanı Prof. Dr. Mehmet Aydın ve Büyükşehir’e danışmanlık da yapan yazar Ali Bulaç’tı.

Kitap olarak yayınlanan tebliğin girişindeki sunuş yazısı ise İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan imzalıydı:

‘Bir bilim adamı ve düşünürün bu seviyede tartışma konusu olmasının bazı sebepleri var. Bu sebepler arasında tefekkür ve düşüncenin tabiatı yanında, İslam dünyasının modern dünya ile ilişkilerinde alacağı şeklin belirlenmesinde Fazlur Rahman’ın ortaya atıp savunduğu fikir ve tezlerin çok önemli olması konusu da önemlidir. Çünkü Fazlur Rahman, her ne kadar din ve felsefenin ağır ve karmaşık teolojik ve spekülatif meseleleriyle uğraşmışsa dahi, onun asıl amacı bugünkü İslam dünyası için aktüel ve pratik sonuçlar çıkaracak bir çalışmanın somut örneklerini vermektir. Bir başka deyişle Fazlur Rahman’ın önerdiği ve tartışılmasını istediği bir ‘proje’si vardır. İşte bizim İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak, Fazlur Rahman’ı eksen alan İslam ve Modernizm adlı uluslararası bir sempozyum düzenlememizin sebebi, bu projeyi tartışmaya değer bulmamız ve bunun gelecekte çok daha büyük bir önem kazanacağına olan inancımızdır.’

O gelecek yakın bir zamanda geldi.

Erdoğan, bu kitabın yayınlanmasından bir kaç ay sonra Siirt’te okuduğu bir şiir yüzünden ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu’ndan 10 ay hapis cezası aldı. Ama 2001 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurarken yakalanan reformcu, liberal dil, ‘muhafazakâr demokrat’ sentez Fazlur Rahman’ın modernleşme ve İslam arasında kurmaya çalıştığı senteze benziyordu.

AK Parti’nin Diyanet’ten sorumlu ilk bakanının tarihselci görüşe yakınlığıyla bilinen Prof. Dr. Mehmet Aydın olması, AK Parti iktidarında yedi yıl boyunca Diyanet İşleri Başkanlığı yapan Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun ve ardından bu göreve gelen Prof. Dr. Mehmet Görmez’in de bu ıslah, tecdid, ihya geleneğinden gelmesi de herhalde tesadüf değildi.”[3]

Erdoğan’ın bahsettiği modernizm projesi, ne yazık ki kurmuş olduğu muhafazakâr demokrat sentezle sınırlı kalmadı. 18 yılda eşitlik politikalarından LGBT aktivizmine, başörtüsü mücadelesinden feminist kadın derneklerine, faizsiz bankacılıktan liberal ekonomiye, dindar nesilden deist nesle, gönül Müslümanlığından İslam’ın güncellenmesine hayli yol katedildi.

Bunca yıllık dönüşümün bahşettiği rehavetin getirisi, modernist din politikalarının “İslam’ın güncellenmesi vardır.” izharıyla alenileşmesi olmuştur. Modernleşme veya ilerleme adına dinde reform yapanların, bu süreç boyunca geleneğe ait ne varsa ilericiliğin karşısına konumlamaları ve bunları gerici/düşman ilan etmeleri ise icraatlarını pekiştirmek için başvurdukları ayrı bir manipüle tekniği olsa gerektir. Son dönemde geleneksel İslam’a ve müntesiplerine karşı açılan savaş, bunun en somut delillerinden biridir. Laik kesimi rahatlatmak uğruna geçit verilen linç kampanyaları, halkın hassas olduğu konular üzerinden gerçekleştirilerek reformist din anlayışına gerekçeler üretilmiştir. “İslam’ın güncellenmesi” arzusunun sebebi/gerekçesi olarak gösterilen hedef kitle ağır yakıştırmalara maruz bırakılmıştır. Böylece İslam’ın şiarları aşağılanırken, reformist İslam yenilikçi, özgürlükçü ve ilerici addedilmektedir.

Modernleşme bahsinin diğer bir hasılası, 18 yılda devleti ele geçirdiğini zanneden cemaat ve tarikatların; bu operasyonlara, şahsi soruşturmalara ve linç girişimlerine karşı sergiledikleri tavırdır. Devlete verdikleri ilk biat ile ilmeği boyunlarına geçirdiklerini göremeyenler, “AK Parti giderse elimizdeki kazanımlarımızı kaybederiz.”[4] deme noktasına gelmişlerdir. Konjonktüre göre şekil alıp pozisyon belirlemelerinin sonucunda, devlete uygun fetva verme çıkmazına sürüklenmişlerdir. “Dini ketmetme” vazifesini layıkıyla yerine getirirlerken, apaçık bir zulme dahi ses çıkaramayacak kadar pasifize edilmişlerdir. İktidara kalkan olmalarının faturasını dinsiz dindarlara ödemek zorunda bırakılmışlardır. Piyasa ekonomisine tutunup hırsla kâr büyütmeye devam ederlerken kendilerine ayrılan sürenin sonuna geldiklerini fark edememişlerdir…

Son Söz

Boyunlarındaki ilmeği her geçen gün daha da sıkılaştıranlar, hiç şüphesiz Türkiye’nin modernleşme serüvenine de tam uyum ve adaptasyon sağlayacaklardır. Dönüşüm çizgisini AKP ile yürütenlerin, daha bürüneceği çok renkler/karakterler olacaktır. Umuyoruz ki bu süreç, hak ve batıl arasındaki ayrışmayı, kutuplaşmayı ve saflaşmayı daha belirgin hâle getirerek tevhid dininin yükselişine vesile olur. Rabbimizden temennimiz, batılın boyunduruğu altına giren bu güdümlüleri/marabaları, zulüm ve işkence altındaki sebatkâr Müslimler için birer ibret vesikası kılmasıdır.

Davamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.

 


[1] .Cumhuriyetin Tarihi, Celaleddin Vatandaş, Pınar Yayınları, s. 152

[2] .Seküler İslam dediğimiz; İslam’ın sekülerce yaşanması anlamına geldiği gibi ideolojik bir içeriğe de sahiptir. Deizmden önceki son durak olan mealcilik, tarihselcilik ya da hadis inkârcılığı gibi revaç gören akımlarla desteklenir. İslam’ın Protestanlaştırılmasından/Avrupalılaştırılmasından başka bir amaç taşımayan seküler İslam, ideoloji tacirleri tarafından farklı şekillerde pazarlansa da hemen hepsinin ortak özelliği aklı ilahlaştırarak dini reformize etme isteğidir.

[3] .Tarihsel Bağlam Değişince, Yıldıray Oğur, Karar, 12.03.2018 (https://www.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/tarihsel-baglam-degisince-6432)

[4] .”İslam’ın güncellenmesi” çıkışının ve fetva tartışmalarının akabinde birçok cemaat lideri ve hocanın bir araya geldiği toplantıdan “AK Parti giderse kazanımlarımızı kaybederiz.” kararı çıkmıştır.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver