Bağlılık Biati: Demokratlaşma

 

2. Siyasileşme/Demokratlaşma
a. Radikal İslamcılar

Tek parti sultasının veya 28 Şubat cuntasının yarattığı siyasi serencamda muhalifliğini koruyabilmiş İslamcı cenah, muhafazakâr iktidar karşısında çok kan kaybetti. 80’li yıllarda radikal İslamcılar için tedavüle sokulan “siyasal İslamcı” söylemi, içerisinde İslam Devleti hayallerini, şeriat mücadelesini, laiklik ve demokrasi karşıtlığını barındırıyordu. İlim adamından bozma teorisyenlerin, demokrasiye levazım üreten fetvalarından sonra siyasal olanın keyfiyeti/içeriği de değişime uğradı. Meşru siyasetin kaynağı olan İslam, cahilî siyasetin aracı kılındı.[1] Parlamentoda boy göstermek, iktidarın sözcüsü olmak gibi durumların failleri artık İslamcılar olduğu için, cahilî siyasete has durumlar İslami siyaset olarak addedildi. Oysa sadece muktedirler yer değiştirmişti; İslami olmayan bir düzene intibak etmek, davalarının seyri açısından İslamcılara ne anayasal ne hukuki ne de dinî bir şey kazandırdı. Nebevi metoda değil fetvaya, peygambere değil teorisyenlere tabi olmaları; şeriat hayaliyle çıktıkları bu yolda kendilerini rant peşinde koşmaya, iktidar ve nüfus paylaşım kavgası vermeye ve dünyevileşmeye/sekülerleşmeye kadar götürdü.

“Bir muvahhid bilir ki; bataklık içinde gül yetişmeyeceği gibi, cahilî sistem içinde İslami siyaset de yapılamaz. Ve demokrasinin kısa tarihi İslam siyaseti iddiasıyla ortaya çıkmış, zamanla cahilî sistemin yılmaz savunucusu haline gelen kurbanlarla doludur. Zaten cahilî demokrat sistemlerin kendilerinden olmayan kesime siyaset yapma hakkı tanıması, onları dönüştüreceğine dair kesin inancı nedeniyledir.”[2]

Yeni Türkiye’de devletçi/statükocu mantığın ortaya çıkmasında ve demokrasinin benimsenmesinde önceden belirttiğimiz gibi millîleşme temayülünün katkısı yadsınamaz bir gerçektir. Kavramlar üzerindeki tahribatın ve algı yönetiminin sınır tanımadığı bu dönemde, önceden karşısında durulan ne varsa millî bir paye kazandırılarak kabule zorlandı. İslam’ın esaslarına mugayir demokrasi losyonu, 15 Temmuz sonrası millî mücadelenin, vatanı ve dolayısıyla İslam’ı müdafaanın diğer bir adı hâline geldi. Bu hengâmede literatürümüze giren “demokrasi nöbeti”, “demokrasi şehidi” gibi garabet kavramlar ise çoktan demokrasi gömleğini giymiş ve mahalle değiştirmiş İslamcıları hiç rahatsız etmedi; aksine yeni bir vicdani konfor aracı olarak kullanıldı.

Türkiye, pek çok başka dinsizliğin yanı sıra demokrasinin ve laikliğin uygulanabilirliği konusunda da Ortadoğu coğrafyası için bir pilot ülke vazifesi görmekte. Ortadoğu halkına emsal olabilmemiz, Türkiye’deki öteki unsurların, -en çok da İslamcı diye ötekileştirilen unsurların- işleyişe dâhil edilmesine bağlıydı. Bu yüzden toplumsal kutuplaşmanın önüne geçmek, farklı kökenden insanları birbirleriyle kaynaştırmak ve pek mühim devlet bekası için ulus-devlet modelinden hareketle “tek millet” siyaseti izlendi. Bütün ulus-devlet projelerinde olduğu gibi Türk ulus-devlet politikası da homojenleştirme, tek tipleştirme ve kaynaştırma amacına matuftu. Bu sayede demokrasiyi zevale uğratacak kutupların sivri uçları törpülendi ve siyasal örgütlü bir ulus inşa edildi.

“Ulus-devletler sınırlarını inşa ederken onları sadece fiziki olarak değil, kültürel ve politik olarak da betimler. Bir diğer ifadeyle, modern devletin coğrafi sınırları, içeride kültürel ve politik sınırlara dönüşür.

Ulusal coğrafya, haritadan bilinen soyut bir mekânı vatan olarak tahayyül etmeyi gerektirir. Dolayısıyla ulus-devlet ideali, soyut ve sınırlı bir mekânda kültürel değerlerin ve siyasi sınırların bütünleştirilmesidir. Bu yüzden bürokratik ve ideolojik boyutun yanında devletin belirli bir coğrafyada varlığını ve hâkimiyet alanını ulusal sembollerle ve imgelerle donattığını görürüz.”[3]

Erdoğan’ın, dinî, etnik ve sosyokültürel ayrışmaları tartışma dışı bırakmak için ilk etapta “Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Türk’üyle, Kürd’üyle…” diye başlayan seslenişleri, şimdilerde yerini milliyetçi-militarist bir dile bıraksa da vatan mefhumunu merkeze alan siyasi bir topluluk meydana getirmede kayda değer olmuştur. İslamcıları da içine alan tek millet/ulus/toplum teşekkülünün, siyasete katılımı arttıran ve devletçiliği besleyen yönü ise ancak muhafazakâr iktidarın hiçbir zaman silah olarak kullanmaktan çekinmediği din repertuarıyla açıklanabilir.

Yeni Türkiye’de, Türkiyecilik veya devletçilik olarak adlandırabileceğimiz anlayışı intaç eden/doğuran saikler arasında Erdoğan’ın laiklik açılımını unutmamak gerekir. Siyasette Osmanlı milliyeti yaratma fikrine inanan II. Mahmut’un, “Ben tebaamdaki din farkını ancak cami, havra ve kiliselerine girdikleri zaman görmek isterim.” demesi gibi[4], laikliğin anlamını “tüm dinlere eşit mesafede olmak” şeklinde güncelleyen Erdoğan da dinî unsurları saf dışı bırakarak tek millet siyasetini kuvvetlendirmiştir. Böylece “ortak değer” retoriğine sığınarak meşrulaştırdığı laikliği, İslam halifesi (!) olarak tanındığı Ortadoğu’da, Mısır halkına önermiş ve laiklik hakkındaki açıklamalarına uzun süre devam etmiştir.

Kendi ifadeleriyle “laikliğin en sarsılmaz savunucusu” durumuna evirilen parti iktidarı karşısında radikal İslamcılar, “takiyecilik dini”ni geliştirdiler. Çölde serap görenin hâlini andıran bu çırpınışlarıyla; 18 yılda gelmeyen şeriatı, Atatürk ve Cumhuriyet güzellemelerini,[5] Arap basınına verilen “Bizim hilafet gibi bir derdimiz yoktur.”[6] demecini, “Dinin güncellenmesi gerekir.”[7] çıkışını… ve daha pek çok dinsizliği takiye ile açıkladılar. Zaten demokrasiyi de ehven-i şer, maslahat, Yusuf (as) kıssası ve Necaşi şüphesi gibi türlü tevillere dayanarak araç edinmişlerdi. Fakat geldikleri noktada demokrasinin kendileri için araç olduğu söylenemez, avamından havasına bizatihi amaç olmuştur.

Mevcut yönetimin, sisteme entegre etmek için İslami oluşumlara dinî faaliyet izni vermesi, bina/yurt/dernek tahsis etmesi, istihdam alanı açması gibi imtiyazların hepsi birer devlet politikasıydı. Daha önce değindiğimiz gibi, seküler İslam projesinin o yıllarda atılan ilk adımlarıydı. Bu bağlamda Erdoğan’ın, iktidara geldikten sadece on yıl sonra yaptığı açıklama, içinde bulunduğumuz büyük çözülmenin anlaşılmasını kolaylaştırıyor:

“Son 10 senede aşırılıklar törpülendi. Bir anlamda paratoner gibi olduk, gaz aldık. Bunlar olmasaydı… Biz de 1980 öncesi dönemleri geçtik. Her geçen gün, her alanda atılan adımlarla, çıkan yasalarla ilerleme sağlandı.”[8]

“Aşırılıklarına” muadil olarak sunulan meselelerle gündemleri işgal edilen İslamcı gruplar, bütünden kopup parçada boğularak[9] suni ve tali işlere mesai harcamaya başladılar. İslam davasının yerine artık Kemalist muhalefet, dış mihraklar, ahlaki yozlaşma, hatta Ayasofya Müzesi gibi gündemleri bulunuyor. Boğuldukları derede ne hedefe doğru ilerlemek ne başörtüsü mücadelesi vermek ne de ihya ve ıslah hareketiyle uğraşmak gibi bir amaçları kaldı. AK Partinin tesis ettiği derneklerinde, AK Partinin imkân tanıdığı ölçüde yardım faaliyeti/yardım kuruluşu alanının içine hapsoldular…

90’larda İslami mücadele ve uluslararası yardım faaliyeti için vücuda gelen sivil toplum kuruluşlarına burada ayrıca bahis açmak gerekir. Filistin direnişi gibi esaslı bir davası bulunan insani yardım kuruluşlarının, tevhidî savrulmuşlukları bir yana, en azından insani/vicdani bir pozisyonu vardı. İktidar nimetlerinin iğvasıyla davalarını hükümetin günübirlik politikalarına kurban etmelerinin karşılığı üç-beş ayak basılmamış bina, akrediteyle gelen görünürlük ve fonla/hibeyle sağlanan destek olmuştur. Diğer sivil toplum kuruluşları da çoğunlukla aynı yolu takip etmiş ve iktidarın bir uzantısı/aygıtı hâline gelmiştir.

Gazeteci/Aktivist kimliğine AK Parti tarafından kota getirilen simalara gelince, devletin yayın organlarında palazlananların dışında onları da İslamcıdan bozma yarı aydın, yarı muhalif kılığında gençlik hareketleriyle, memleket söyleşileriyle cümlemize eşitlik ve özgürlük dağıtırken (!) görmekteyiz…

Tekâmülünü bu şekilde tamamlayan İslamcılar için söylenecek çok söz olmasına mukabil, hasıl olan tablo ibret almaya yeteceğinden bu kadarıyla iktifa edelim.

b. Tarikatlar ve Cemaatler

Yakın zamanda bir gündem maddesi olarak karşımızda beliren tarikat ve cemaatlerin tartışılan durumu, tarikat ve cemaatlere tasfiye girişimleri güncel olduğu kadar siyaseten tekerrür eden bir konudur.

Türk Halk Müslümanlığı’nın nüvesini oluşturan mistik kültürün taşıyıcısı tarikatlar ve aynı tasavvufi damara haiz cemaatler, düzenin sacayaklarından birini teşkil ettiği gibi, varlığını ve gücünü otoritelerden alır. Fakat din ve devletin sınırlarını nerede çizdiği, beylikten devlete geçişimizden bu yana tartışma konusu olmuştur. Siyaset tarihimizde yöneticilerin, tasavvuf/tarikat erbabına gerektiğinde imtiyaz verip gerektiğinde azletmesi gibi tekerrür eden olayların fitillenmesi ise Osmanlı Dönemi’ne tekabül eder. Cumhuriyetin kurulmasından sonra geleneksel/dinî kurumların lağvedilmesi, yeraltına itilmesi ve halkla modern bir mutabakata varılmasıyla sonuçlanır. Avrupa’yı “yakalamaya” hamil modernleşme teşebbüsü ve Cumhuriyetin kurucu ideolojisine içkin ulus-devlet paradigması, İslami kimliğin reddi temelinde inşa edilir.

Tek parti diktatörlüğünde varlığını gözlerden uzak bir şekilde devam ettiren tarikat ve cemaatler, çok partili hayata geçişle resmî olarak görünür olmaya başlarlar. Yoğun bir kitleye sahip Risale-i Nur grupları, Nakşibendîliğin kolları ve sair cemaatler bu ortamda tebarüz eder.

İslamcılık akımının 80’lerde bağımsız bir şekilde vuku bulması ve siyasal bir güç olarak yükselmesi, askerî darbelerden sonra tarikat-devlet ilişkisini yeniden gündeme getirecektir. AK Parti iktidarı 2002’den sonra, İslamcılardan başka, giderek yer üstüne çıkardığı tarikatlardan da tam destek görür.

Tarikat ve cemaatlerin önce yerli ve millîleşerek, sonra siyasileşerek gösterdikleri bağlılık, devletle aralarında karşılıklı alacak verecek muhasebesiyle bitecek mezkûr tekerrürü başlatmıştır. Bulundukları mevkiye, minberlerden demokrasinin ve laikliğin küfür olduğunu haykırarak gelen kanaat önderleri, bu yetkilerini millîlik kamuflajının arkasında demokrasi nöbetinin faziletlerini anlatarak kullandılar. Devletlu olma yolunda verdikleri biat; kendilerini siyasi tercihler beyan etmeye, bu meyanda fetvalar üretmeye ve bazısını da hiçbir devrin tarikat ehlinden görmediği kadar kralcı/statükocu olmaya mecbur bıraktı.

Devletin bekası söylencesini pekiştirmeleri, kendilerini “imtiyazlı zümre” veya “kaymak tabaka” kılsa da devletle ve partilerle kurdukları iç içelik, nihayette rejimin fabrika ayarlarına dönmesiyle sonuçlandı; başta resmî kurumlar olmak üzere toplumun her kademesi var olan yanlışlıkların faturasını cemaatlere kesmekte, liderlerini günah keçisi ilan etmekte ve tarikatları/cemaatleri hizaya sokmaya çalışmakta…

Baskı ve planlı deşifreyle gelen operasyonların ve tasfiyenin habercisi ise basında önemli yer bulan Diyanet İşleri Başkanlığı Raporu[10] oldu. AK Parti iktidarının gönüllü olarak yer üstüne çıkardığı, kanunen olmasa da meşruiyet ve alenilik kazandırdığı, dolayısıyla kayıt dışı ve merdiven altı denilen sektöre zemin oluşturduğu tarikatlar, Diyanet İşlerine atfedilen raporda genel olarak şu şekilde fişleniyor:

“Sahip olduğu insan kaynağını ticari/mali kazanımlar elde etmek için seferber ettiler; bürokraside gizlice örgütlenmeye, bu konumları mensupları lehine kullanmaya, devletteki kadroları liyakat dışında suiistimal etmeye başladılar. Şeffaf olmayan yapıları ile kendilerini korumaya alırken, bunu fırsata çevirdiler. 1990’lar boyunca, özellikle 2000 sonrası şirketler, holdingler kurdular, okullar açtılar. Koca bir maneviyat okulu olarak başlayan ve din öğretimindeki boşluğu doldurmak için ortaya çıkan cemaatler bugün ilk çıkış amaçlarını tamamen terk etmemiş olsalar bile amaçlarından uzaklaşmış görünüyorlar.”[11]

Cemaat ve tarikat çevrelerinin bakanlıklarda, istihbaratta, bürokraside ve dahi TSK kadrolarında ayrı ayrı örgütlenmesi, raporun her bölümüne sirayet etmiş ve çözüm önerisi olarak kanuni denetim mekanizmasının kurulması gerektiğine vurgu yapılmıştır.

Basına “gizli” ibaresiyle sızan raporun muhtemel sebepleri arasında tarikat ve cemaatlerin asayişi tehdit eden unsurlar olduğu; devletin bundan böyle FETÖ zihniyetine geçit tanımayacağı ve geleneksel yapıların tasfiyesini istediği gibi görüşler zikredildi. Bağlılık biatinin son maddesi olan modernleşmeye etkisinden hareketle rapor özelindeki değerlendirmemizi şöyle sıralayabiliriz:

1- Laik kesimin ve akılcı reformistlerin ağız birliği edercesine FETÖ argümanına sarılarak geleneksel/dinî yapıların lağvedilmesini talep etmesi, kamuda kadrolaşan dindarlara duydukları rahatsızlıktan dolayı devlete baskı uygulamaları, yarattıkları korku atmosferi; devletin FETÖ zihniyetiyle, cemaat olgusuyla ve devletin telakki ettiği din anlayışının dışına çıkan, yeterince şeffaf ve millî olmayan her yapı ve grupla mesafe almasına yol açmıştır.

2- Cemaatlerin uzun süredir iktidarla yürüttükleri bağımlılık ilişkisi kapsamında kamudan aldıkları ihaleler, Meclisin gündemine konu olan holdingleşme, şatafat, lüks ve kirli yatırımlar son seçimin kazananıyla birlikte para musluklarının kesilmesine sebep olmuştu. Kaynakları tükenen cemaatler, gözden çıkartılmış ve tasfiye sürecinde zorunlu olarak düğmeye basılmıştır.

3- Kemalist zihniyeti tatmin etme adına cemaat liderlerinin itibarsızlaştırılmasına, İslami değerler üzerinden linç edilmesine bir kez daha kapı aralanmış ve yeni devlet mekanizmasının reformist/modernist bir anlayış üzerine kurulacağının sinyalleri verilmiştir.

4- Var oluşundan bu zamana kendini sürekli siyasi konjonktüre uygun olarak tadil eden ve bir şekilde kökleri dinamitlenmeyen cemaatlerden, modernleşmeleri istenmektedir. Çünkü İslam’ın sekülerleşmesi ve toplum dokusunun değişmesi için dinin onayına ihtiyaç duyulmaktadır. Toplumda yerleşik bulunan dinî değerlerin ters yüz edilmesi; akılcı, tarihselci, mealci, hadis inkârcısı güruhun yanında, önce geleneksel İslam’ın, sonra ılımlı İslam’ın temsilcileri olan cemaatler tarafından sağlanacaktır.

c. Seküler Koalisyon: Ulusalcı Laikler ve Reformistler

18 yıllık AK Parti iktidarının üstlendiği hızlandırılmış seküler İslam projesinde sona doğru yaklaşmış bulunuyoruz. Radikal İslamcıları muhafazakâr iktidarın vaadleriyle, geleneksel İslamcıları tarikat ve cemaatlerle değiştirip dönüştüren rejim; hayata geçirdiği projenin son ayağında bir süredir yüzünü döndüğü, alan açtığı, fırsat tanıdığı ve görünür kıldığı akılcı reformistler ve onların ulusalcı ortaklarıyla iş tutmuş görünüyor. Birbirinden ayrı bu iki kitleyi ortak paydada birleştiren gelenek reddiyeciliği ve cemaat düşmanlığı ise “gericiliğe savaş açmak” (!) muhayyilesine dayanıyor.

Kemalist zihniyetin ve yenilikçi mülhidlerin su-i emsaller üzerinden başlattığı tarikat deşifreciliği, dini toplumsal hayattan soyutlayıp vicdana hapsetme idealleriyle doğrudan ilgilidir. Öte yandan kamusal alana dâhil olan dindarlara duyulan rahatsızlık ve hâkimiyet arzusu; vadesi dolan iktidarın yeni işbirlikçilere ihtiyaç duymasıyla had safhaya ulaşmıştır. Binaenaleyh yürüttükleri infaz çalışmaları ve deşifrecilik, memleket hayrına veya ilericilik namına değil, kendi hesaplarınadır.

“Resmî ideolojinin muhafızları” tarafından cemaatlere yöneltilen infaz, tasfiye ve baskılar, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin yürürlükte olan vakıflar tüzüğü, tekke ve zaviyeler kanunu gibi mevzuatlarının ve devlet kurumlarının desteğiyle sağlanmaktadır. Cemaatlerle yaşanan tarihî tekerrürde gelinen tasfiye sürecinin siyasi boyutu ve iktidara bakan yönü de burada yatmaktadır.

Yerli ve millîleşme maddesine olan bağlılığını Maturidiliği devletin resmî dini şeklinde reforme ederek gösteren akılperestler arasında da laikliğe methiyeler düzen, cumhuriyet rejimini Kur’ân’a dayandıran ve İslam’daki şurayı demokrasiyle eşitleyenlerin sayısı azımsanmayacak düzeydedir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, iktidar yanlısı olmasalar da kendi hesaplarına çalışan bu kitlelerin devlete verdikleri biat, Firavun’un sihirbazlarıyla aynı nevidendir. Onlar, Firavun’a, ‘Şayet üstün gelirsek bize (dolgun) bir ücret verirsin artık değil mi?’ demişlerdi.”[12]

Bilindiği gibi, sistemin ayakta kalması, siyasi çarkın işlemesine bağlıdır. Örneğin, 2018 Türkiye Genel Seçimleri’nde HDP’nin barajı geçerek Meclise girmesi, halkın yoğun tepkilerine neden olsa da demokrasinin bir sonucu ve getirisidir. Halkın, çıkan sonuca gösterdiği tepkiler, sadece varlığını idame ettirebilmek için bir düşmana/muhalefete ihtiyaç duyan iktidara yaramıştır. Demokratik sistemin başka bir parçası olan “oy verenler” ise sistemi sorgulamak veya demokrasiyi suçlamak yerine, namlunun ucunu daima “düşman”a yöneltmiştir. Bu düşman kimi zaman Kemalizm, kimi zaman FETÖ olabildiği gibi kimi zaman “dış mihraklar” türünden hayali bir karakter de olabilir. Siyasi çarkın dişleri böylece hem seçilenleri hem de seçenleri; menfaatleri ve amaçları doğrultusunda öğütüp kullanmaya devam eder.

 


[1] .İslam’ın siyaset anlayışıyla cahilî siyaset arasındaki ayrım için bk. Rejim Maske Değiştiriyor, Başyazı, Tevhid Dergisi, S 70

[2] .bk. Rejim Maske Değiştiriyor, Başyazı, Tevhid Dergisi, S 70

[3] .Kemalist Ulus-Devletin İnşası, Ercan Çağlayan, Açılım Kitap Yayınları, s. 205

[4] .Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Akçağ Yayınları, s. 75

[5] .Bu güzellemeler, 10 Kasım’da doruk noktaya ulaşmış ve AK Partinin yayımladığı özel videoda Atatürk şu sözlerle tavsif edilmiştir: “Öyle biri vardır ki, hiç görmesen de her an hisseder, hep çok seversin. Öyle biri vardır ki, her aldığın nefeste hissedersin. Öyle biri vardır ki, baktığın her yerde onu ve eserlerini görür, daima özlersin.” (Kaynak: https://videonuz.ensonhaber.com/izle/ak-parti-mugla-teskilatinin-10-kasim-filmi-tartismalara-neden-oldu#snepl)

[6] .https://www.mepanews.com/erdogan-hilafet-diye-bir-meselemiz-yok-4250h.htm

[7] .https://www.yenicaggazetesi.com.tr/erdogan-islamin-guncellenmesi-gerekiyor-186199h.htm

[8] .https://www.sabah.com.tr/gundem/2012/09/17/bizde-film-isyani-yok-cunku-paratoner-olduk

[9] .Bütünden koparıp parçada boğmak, algı yöneticilerinin başvurduğu önemli bir manipülasyon tekniğidir. bk. Algı Yönetimi ve Manipülasyon, Mücahit Gültekin, Pınar Yayınları, s. 65

[10] .Dinî-Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dinî-Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dinî Yönelişler, Diyanet İşleri Başkanlığı

[11] .age. s. 14-15

[12] .26/Şuarâ, 41

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver