Burada yeni olan iki üye hâkim var. Bu yüzden mütalaa ile ilgili konuşmadan önce çok kısa bir şekilde niçin bu dosyada yer aldığımı anlatmak istiyorum. Bu dosyaya dâhil edilmem özetle şu şekilde oldu:
Sakarya’da İslami çalışma yapan bir grup genç var. Bu gençlerin Sakarya 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde daha önceden açılmış bir dosyaları bulunuyor. Bu kişiler cezaevinden çıktıktan sonra bir yemek tertiplediler ve beni de bu yemeğe davet ettiler. Ben de Sakarya’da, üç saat süren bu yemeğe katıldım. Polis, İstanbul’dan çıktığım andan itibaren Sakarya’ya girişime kadar bütün anlarımı tek tek fotoğraflayıp dosyaya koydu. Yalnız ne hikmetse IŞİD adına toplantı yapıldığını düşündüğü bir ortamı dinlemedi, sadece kapıya kadar fotoğraf çekmekle yetindi. Ben yüce Allah’ı şahit tutarım ki o gün dinleme aracı evin yanında idi ve o evin içi dinlendi. Fakat yemekte yapılan konuşma işlerine gelmediği için dosyaya sadece kapının girişine kadar olan fotoğraflar konuldu.
Daha sonra Sakarya’daki bu gençlere ikinci bir operasyon daha yapıldı ve tutuklandılar. İki ay sonra da beni İstanbul’da gözaltına alarak bu soruşturmaya dâhil ettiler.
Sakarya’daki bu soruşturmaya dâhil edilmeden önce halkı kin ve düşmanlığa teşvik suçlamasıyla Ankara’da gözaltına alındım. O sırada Savcı, benim hakkımda terör örgütü üyeliği ile ilgili bir soruşturma yapılmasını istedi ve gözaltı sürem bir hafta daha uzatıldı. Şu an bizim dosyamıza giren bütün istihbarat raporları, o dosyada da mevcuttu. Savcı, bu istihbarat raporlarını; “Sanığın örgüte üye olduğuna dair somut bir delil olmadığı için kovuşturmaya yer olmadığına…” şeklinde değerlendirdi ve beni serbest bıraktı. Daha sonra ise Sakarya’da tutuklandım.
Neden bu dosyada olduğumu izah ettikten sonra, terör örgütü yöneticisi olduğuma dair karar verilirken yazılan dört gerekçe ile ilgili bir şeyler söylemek istiyorum:
Gerekçenin başında, 2017 yılında Yargıtay’ın benim, El-Kaide’nin Türkiye Yöneticisi olduğuma dair görüş bildirdiği belirtilmiş. Dikkat ederseniz, şu an yargılandığım dosya 2017 IŞİD dosyası… Bu dosyanın iddianamesinin girişinde “IŞİD ile El-Kaide’nin sahada birbiriyle savaşan iki ayrı örgüt” olduğu çok net bir şekilde belirtilmiş. (Ben nasıl Türkiye’nin rejiminden beri isem, El-Kaide veya IŞİD’den de beriyim.) Fakat Yargıtay’ın bu kararının doğru olduğunu, Mahkeme’nin de benim El-Kaideci olduğuma inandığını varsayalım. Nasıl oluyor da El-Kaide’ye dair verilmiş bir karar, IŞİD yöneticiliğine gerekçe yapılabiliyor?
Yargıtay’ın hakkımda vermiş olduğu karar IŞİD ile ilgili olsaydı ve siz de bunu gerekçe yapıp IŞİD yöneticiliğinden ceza verseydiniz bu anlaşılabilirdi. Ama El-Kaide’ye dair verilen bir karar, IŞİD yöneticiliğine dayanak yapılamaz. Çünkü bunlar sahada birbiriyle savaşan iki farklı örgüt. Bu yapılan şuna benziyor: “Yargıtay bu adamın FETÖ’cü olduğuna karar verdi, o zaman bu kesin PKK’lıdır da…”
Kaldı ki bu karar, henüz kesinleşmemiş bir karardır. Kesinleşmemiş bir kararı başka bir karara dayanak yapmak ve sanki somut bir delilmiş gibi gerekçeye yazmak bir hukuk fecaatidir.
Başka bir gerekçe olarak istihbarat raporları yazılmış. İstihbarat raporlarının, somut gerekçelerle desteklenmediği zaman delil olmayacağını size öğretmekten ar ediyorum, utanıyorum. Ama 12 yıl, 6 ay verilmiş bir cezanın gerekçesi olarak yazıldığı için hakkında konuşmak zorundayım. Dosyamıza giren istihbarat raporunun orijinal metninde benim hakkımda şöyle yazıyor:
“…Ebu Hanzala kod adlı Halis Bayancuk’un liderliğini yaptığı grup tarafından Kasım 2015 itibarıyla, çatışma bölgelerinde faaliyet gösteren herhangi bir gruba biat edilmediği…”
Buradan Savcı şöyle bir sonuç çıkarmış: “2015’ten sonra biat etmemiştir ama 2015’te biat etmiştir.” Mahkeme de bu sonucu kabul ederek karar vermiştir. Ancak ilkokul düzeyinde Türkçe dersi görmüş hiç kimse bu cümleden ne sarih olarak ne de tariz yoluyla böyle bir sonuç çıkarabilir.
Mahkeme 2015’ten sonrasını yargılıyorsa ve bu istihbarat raporu da gerekçeye yazılacak kadar kuvvetli bir delilse o hâlde bizim bu dosyanın iki kapağını kapatmamız ve “Biz bu istihbarat raporunu delil kabul ediyoruz, bu delile göre Halis Bayancuk 2015’ten sonra hiçbir örgüte biat etmemiştir.” dememiz gerekir. Eğer 2015’ten öncesini yargılıyorsa benim 2015 tarihine kadarki süreyi kapsayan 4 farklı dosyam zaten bulunuyor. Neden Mahkeme yetkisini aşıp kendisinden önceki Mahkemelerin yargısına konu olan bir alana müdahale ediyor?
Kararı okumaya devam ediyorum:
“…bu yöndeki düşüncelere de sıcak bakmadığı…”
2015’ten sonra biat etmediği gibi ‘bu yöndeki düşüncelere de sıcak bakmadığı’ belirtilerek örgütsel bir faaliyetin tüm ihtimalleri de ortadan kaldırılmış oluyor.
Asıl yere geliyorum: “…söz konusu grubun tüm çalışmalarını El-Kaide benzerinde temellendirdiği…”
Öyleyse rapora göre biz IŞİD değiliz, El-Kaide de değiliz. Fakat El-Kaide “benzerinde” bir örgüt oluşturmaya çalışıyoruz. Bunun gerekçesi nedir? Çünkü Azerbaycan’da, Türkmenistan’da, Kazakistan’da çalışma yapıyoruz. El-Kaide’nin de evrensel bir ümmet oluşturma fikri var. Bunlar da bu ülkelerde faaliyet göstererek El-Kaide benzerinde uluslararası bağlantılı bir yapı oluşturuyorlar.
Allah (cc) Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Hiç kuşkusuz sizin bu ümmetiniz, tek (olan İslam) ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse bana ibadet edin.”[1]
Kazakistan’daki, Azerbaycan’daki veya Amerika’daki Müslim benim kardeşimdir. Benim herhangi bir ülkedeki bir Müslim’le -okumuş olduğum ayet-i kerimenin gereği olarak- irtibat kurmam, El-Kaide benzeri bir örgüt kurduğum anlamına değil; Allah’ın emrettiği gibi ümmet olma fikrine sıcak baktığımı gösterir.
Gerekçeli karara konu olan istihbarat raporunda, 2015 öncesine dair bir bilgi yok. “Kasım 2015 yılı itibarıyla hiçbir örgüte biat etmediğimiz” belirtiliyor. 2015 sonrası yaptığımız çalışmalar ise “El-Kaide benzerinde, uluslararası bir yapı oluşturmaya çalışıyorlar.” şeklinde tavsif ediliyor. Ama bana verilen ceza ve bu cezaya yazılan gerekçe 2017 yılında açılan IŞİD dosyası ile alakalı!
Eğer 2015’ten öncesini yargılıyorsanız ve istihbarat raporlarının 2015 öncesiyle ilgili bir şey demediğini, bunun için ceza verdiğinizi varsayalım. O zaman da karşımıza Bursa 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin istihbarattan talep etmiş olduğu rapor çıkıyor. Bu raporu daha önceki savunmalarımızda mahkemeye sunduk. 2014’te Van Cezaevi’nden tahliye olduktan sonraki süreci anlatan bu raporda şu ifadeler yer alıyor: “…tahliye sonrası IŞİD’e karşı yaptığı temkinli/nispeten mesafeli açıklamaların IŞİD yanlısı bazı unsurları rahatsız ettiği…” Öyle ise istihbarat raporlarına göre bizim bahsedilen örgüt ile 2015 öncesinde de bağımız yokmuş.
Diğer rapora geçmeden önce gerekçeli karara Türkçe’nin katledilerek yansıtılmış hâlini aktarmak istiyorum:
“2015 yılından sonra anlaşmazlık ve çatışma içerisinde olduğu belirlenmiş ise de dava konusunu kapsayan önceki dönem itibarıyla örgütün yöneticisi olduğunun kabulü gerektiği, bu bağlamda 01.04.2018 tarihinde El-Kaide yöneticiliği suçundan takibata tabi tutulup tutuklandığı…”
Ben 2018 yılında sizin dosyanızda zaten tutukluyum. Nasıl birileri 2018 yılında beni takibata tabi tutacak ve tutuklayacak? Aslında burada kastedilen 2008 yılında yapılan operasyondur. Fakat cümlenin devamında, benim 2015’ten sonra da örgüt bağlantılarımın devam ettiği algısını oluşturabilmek için 2018 tarihinde operasyon yapıldığı ve El-Kaide’den tutuklandığım yazıyor. Zaten bu gerekçeyi yazan hâkim beni 2017’de tutuklamış; onun derdest olan dosyasından ben hâlen cezaevindeydim. Eğer bu yanlışlıkla yapılmışsa insani bir şeydir, bir şey demiyorum. Fakat algı oluşturmak amacıyla kasten yapıldıysa sizi Allah’tan korkmaya davet ediyorum. Çünkü bunların hesabını tek tek Allah’a vereceksiniz.
Daha önceki konuşmalarımda da belirttiğim gibi, bu duruşmaların kıyamet gününde tekrardan yapılmasını Allah’tan talep edeceğim ve başta Savcı olmak üzere bütün heyetten davacı olduğumu yüce Allah’ın huzurunda söyleyeceğim.
Gerekçeye konulan diğer istihbarat raporunda ise şu ifadeler var:
“15.07.2016 tarihinde anayasal düzene karşı kalkışma suçundan sonra ‘Türkiye’nin yanında olabiliriz.’ şeklinde kabul edilebilecek tavrından sonra takipçileri tarafından (küfürde olan devletin yanında olmakla) itham edildi. Yine bu dönemde (örgütün eylemlerinin İslam’a davetin metot ve akidelerine uygun düşmediği) yönündeki açıklamaları nedeniyle örgüt ile arasında ihtilaf oluştuğu ve hakkında ölüm emri verildiği yönünde istihbarî mahiyette bilgiler bulunduğu…”
24.03.2016’da tahliye oluyorum, 4 ay sonra darbe kalkışması oluyor ve ben bununla alakalı bir açıklama yapıyorum. Bu açıklamam örgütün hoşuna gitmiyor ve bundan dolayı beni ölüm listesine alıyor. Fakat ben ölüm listesine alındıktan sonra Sakarya’ya IŞİD toplantısına katılmaya gidiyorum! Benim bu dosyada bulunmamın nedeni de zaten Sakarya’daki bir yemeğe iştirak etmiş olmam… Örgüt benim ölüm emrimi verdikten sonra herhâlde beni öldürmeleri için toplantılarına gidiyorum(!)
Tekrar söylüyorum: O toplantının kaydı emniyette vardır. Aynı FETÖ olaylarında olduğu gibi günün birinde mutlaka açığa çıkacaktır. O zaman siz de o konuşmada bana, IŞİD ile ilgili soru sorulduğunu ve yarım saat boyunca 2014 yılında dergide yazmış olduğum ve dosyaya delil olarak giren yazının aynısını anlattığımı göreceksiniz.[2]
Gerekçeli karardaki raporlara bir bütün olarak baktığımızda; bir raporda “…Kasım 2015 itibarıyla, çatışma bölgelerinde faaliyet gösteren herhangi bir gruba biat edilmediği…” yazıyor iken diğerinde “15.07.2016 tarihinde anayasal düzene karşı kalkışma suçundan sonra ‘Türkiye’nin yanında olabiliriz.’ şeklinde kabul edilebilecek tavrından sonra takipçileri tarafından (küfürde olan devletin yanında olmakla) itham edildi…” yazmaktadır.
Yani ilkinde 2015 diğerinde ise 2016 yılından itibaren bu örgütler ile sorun yaşadığım beyan edilmektedir. Yeni gelen iki üyeye Allah adına soruyor ve cevap vermelerini istiyorum: Ben hangi örgüttenim? Bu örgütlerle aramda hangi tarihlerde ihtilaf çıkmış? İhtilaf çıktıktan sonra biz nasıl tekrar bir araya gelmişiz ve bir çalışma içerisine girmişiz? Devletin raporları eğer delilse ve dosyaya girmişse niçin bunların gereğiyle hüküm verilmemiş de çok zıddına hüküm verilmiş?
Gerekçe olarak ileri sürülen başka bir husus ise Savcı’nın mütalaasından kopyalanan şu ifadelerdir: “…tahliye olmasından sonra faaliyetlerini Sakarya ilini de kapsayacak şekilde sürdürdüğü, amacının şer’i esaslara dayalı devlet kurmak olduğu, cihatçı, selefi, tekfirci bir anlayışa sahip olduğu, demokrasiyi şirk, cihadı farz, tağuta bağlılığı kâfirlik olarak değerlendirdiği…”
“Amacının şer’i esaslara dayalı devlet kurmak olduğu…”
Devleti kuracağız ama silah yok, bomba yok, gösterilmiş bir eylem planı yok. 11 senedir adım adım, saniye saniye takip ediliyorum ve bu 11 senenin 7,5 senesini de cezaevinde geçirmişim. Ama amacım “şer’i devlet kurmak” öyle mi?
Yanlış anlaşılmak istemem, şer’i devletin kurulmasını elbette istiyorum. Ben şeriatçıyım. Şeriata göre yönetilmek ve şer’i bir devlette yaşamak istiyorum. Fakat sadece buradaki ifadelere karşı çıkıyorum.
“Cihatçı…”
Kur’ân-ı Kerim’in üçte birinde cihad hukukundan bahsediliyor. Ben bir Müslim olarak namazın, orucun, zekâtın farz olduğuna inandığım gibi cihadın da farz olduğuna inanıyorum. İki tane psikopat örgüt yanlış işler yapıyor diye cihad kavramına karşı çıkamayız. Nasıl ki bir sapık, Sakarya’da 12 yaşındaki bir kızın ırzına musallat oldu diye İslam’a düşmanlık yapamayız, o sapıka düşmanlık yapabiliriz. Hakeza başka bir ülkede iki tane sapık örgüt; cihad adı altında yeryüzünü kana buluyor, yeryüzünü ifsat ediyor, insanların, mazlumların canına kıyıyorsa o iki örgüte düşmanlık yapabiliriz. Ama onların istismar etmiş olduğu cihad kavramına gelince, cihad Allah’ın emridir ve “Ben Müslim’im” diyen her insanın cihadın farziyetine inanma zorunluluğu vardır.
“Tağuta bağlılığı ise kâfirlik olarak değerlendirdiği…”
Daha önceki savunmamda da belirttiğim gibi, Allah (cc) Kur’ân-ı Kerim’in sekiz ayrı ayetinde tağuta bağlılığın kâfirlik olduğunu söylemiştir. Sizin dünya görüşünüz nedir, bilmiyorum; ama emin olun elinize bir mikrofon alıp insanlarla bir röportaj yapsanız ve “Tağuta bağlılık kâfirliktir, sen tağuta bağlı mısın?” diye sorsanız, ilmihal düzeyinde İslami bilgisi olan bir insan dahi bunu hakaret kabul eder. “Ben Müslim’im. Tağut da puttur, şeytandır, Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyen, Allah’a isyan eden sistemlerdir. Tabii ki tağuta bağlı değilim.” der.
Ayrıca bana propagandadan 1 yıl, 6 ay, 22 gün ceza verildi ama niçin bu cezanın verildiğine dair herhangi bir gerekçe yazılmadı. Benim, dünyada tavuk keser gibi adam kesen bir örgütün propagandasını yaptığımı söylüyorsunuz ama elinizde yüzlerce konuşmam olmasına rağmen gerekçeye buna dair bir tane delil koymuyorsunuz.
Zabıtlara yansımadı ancak Mahkeme Başkanı avukatlara Diyarbakır’dan gelen dosya üzerinden bu propaganda cezasını verdiğini söyledi. Halbuki Diyarbakır dosyası, 2014 El-Kaide dosyası. Oradaki bir konuşma IŞİD propagandasına delil olarak kullanılamaz. Kullanıldı diyelim, bunun gösterilmesi gerekir. “Ben Bayancuk’un şu konuşmasına binaen El-Kaide veya IŞİD propagandası yaptığına kanaat ettim.” denmesi gerekir ki biz de bir üst mahkemeye dilekçe yazarken konuşmanın tamamı hakkında savunmada bulunabilelim. Hem ceza verilip hem de cezanın gerekçesinin neye dayandığı söylenmeyecekse niçin gerekçe yazılıyor?
Tüm bunların üzerine bir de her iki örgüte dair farklı tarihlerde yapılan, menfi beyanlarımı içeren ve mahkemenize sunulan konuşmalarımı da dikkate almıyorsunuz.
Anlatmış olduğum bu sürece baktığım zaman ortada ısmarlama bir karar olduğunu görüyorum. Bunu “bir telefon geldi ve beni tutukladınız” manasında söylemiyorum. Ismarlama karar bazen medyanın baskısı olur. Bazen insanın kendi ideolojik takıntıları olur, o takıntılarla karşısındakini değerlendirir. Örneğin, bugün Cumhuriyet Gazetesi’ni düzenli olarak takip eden bir hâkimin, benimle veya herhangi bir Müslim’le ilgili önyargısız karar vermesi mümkün değildir. İktidara yakın gazeteleri takip eden bir hâkimin ise, herhangi bir FETÖ dosyasında önyargısız karar vermesi mümkün değildir. Çünkü medya sürekli şöyle bir tablo çiziyor: “Ya siyah vardır ya da beyaz. Gri nokta yoktur. Ya devletin yanındasınızdır ya da bu örgütlerin…”
Allah’ın (cc) Kur’ân-ı Kerim’de belirtmiş olduğu hak ile batılı birbirinden ayıran bir kural vardır.
“… Şayet (bu Kur’ân) Allah’tan (değil de) bir başka yerden gelmiş olsaydı onda çok fazla çelişki/zıtlık bulurlardı.”[3]
Ayette anlatılmak istenen mesaj şudur: Bir şeyin hak/doğru olduğunun delili, onda fikirsel bütünlük olmasıdır. Bir şeyin batıl olduğunun delili ise onda fikirsel çelişkiler olmasıdır. Benim sadece şu gerekçelerde söylemiş olduğum çelişkiler bile dikkatle değerlendirilirse bu dosyanın hakkıyla değerlendirilmediği, delillere bakılmadığı, delillerin tartışılmadığı ve ısmarlama karara bir gerekçe yazılmaya çalışıldığı görülecektir.
Ayrıca bu celsede -dosyaya bakmaya başlayan üye hâkimler bilmez, ama- şu ana kadar Heyet’in bana sorduğu bir tane dahi soru yoktur. 3,5 yıllık yargılama sürecinde bana sorulan tek soru, Savcı’nın şu sorusudur: “Halis, sen diyorsun ki: ‘Benim çocuğumun adı Hanzala… Bu yüzden benim adım Ebu Hanzala’dır.’ Ama senin 2008 dosyanda da ismin Ebu Hanzala diye geçiyor. Senin çocuğun 2016 yılında doğmuş.” Dosya kapsamında bugüne kadar bana sorulan tek soru budur.
Ben 2008 yılından beri yargılanıyorum, çocukluğumdan beri de bir muhalif olarak siyasetin içerisindeyim. Diyebilirim ki Türkiye’de hep zulüm vardı. Zulmün olmadığı hiçbir dönem olmadı ve kolluk ile yargı hep bu zulmün aparatlarından biri oldu. Fakat eski dönemdeki zulümle bugünkü zulüm arasında iki bariz fark var:
Birincisi; eskiden öngörülebilir bir zulüm vardı. Şu anda öngörülemez bir zulüm var. Eskiden, bir avukat size hangi maddeden yargılandığınızı ve muhtemel olarak kaç yıl ceza alacağınızı söyleyebiliyordu. Şimdi ise bu mümkün değil. Bugün bir kimse sadece makale yazdığı için anayasal düzeni yıkmaktan ceza alabiliyor. Ama başka biri, 301 tane insanı diri diri toprağın altına gömdüğü hâlde sadece dört-beş yıl ceza alıp bir de üstüne maden işletme belgesini geri alabiliyor. Yani mahkemelerden nasıl bir karar çıkacağını hiç kimse öngöremiyor.
İkincisi; sizden önceki zalimler, cerrah titizliğiyle zulüm yapıyorlardı. Örneğin FETÖ’cüler, gerekirse bir sene dosyayı sürüncemede bırakıp meclisten kanun çıkarttırıyorlardı. Polis, Ergenekon ve Balyoz davalarında olduğu gibi delil üretiyordu. O CD’ler Amerika’ya gidip içinde ne olduğu anlaşılana kadar bütün Türkiye o CD’lerin içindeki şeylerin delil olduğunu zannetti. Şu anda ise o kadar pervasız bir zulüm var ki kimsenin delil üretme veya kanun çıkartma gibi bir derdi yok. Onu bırakın, verilen bir karar için kimsenin Türkçe kurallarını gözeterek bir gerekçe yazma gibi bir düşüncesi bile yok. Herhâlde herkes “Ben cezayı veririm. Bu ceza yukarıya gider. Yukarıdakiler de zaten gerekçeye bakmaz, benim son cümleme göre hüküm verir” diye düşünüyor.
Bizim ülke olarak durumumuz biraz şuna benziyor: Hani çok lüks caddelerde bazı restoranlar vardır. Camından içeriye baktığınızda ışıl ışıl parlayan bir vitrin görürsünüz, iştahınız kabarır. Sonra Uğur Dündar gibi bir gazeteci mutfağa girer ve yayınladığı görüntülerden dolayı mideniz bulanır… Zahiren baktığımızda ülkenin vitrini müthiş… Hak, hukuk adalet, insan hakları… Bu kelimeler havada uçuşuyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı’nı buraya getiriyoruz, konuşmalar yaptırıyoruz… Ama işin mutfağına girdiğimiz zaman -ki burada işin mutfağı kolluk ve yargı oluyor- maalesef ışıl ışıl parlayan vitrinden eser yok.
Nasıl coğrafya olarak Avrupa’yla Doğu’nun arasında isek hukukumuz da arada kalmış. Mahkemelerin kararlarında Avrupa’nın ifadelerini kullanıyoruz: Hak, hukuk, insan hakları… Fakat iş uygulamaya geldiğinde Çin’e, Hindistan’a, Rusya’ya gidiyoruz. Doğu’ya ait o diktatörlüğü ve despotluğu bütün muhaliflere uyguluyoruz.
Son olarak şunu belirtmek istiyorum: İslam hukukunda yargılamalar somut deliller üzerinden yapılır. Somut delillerde tıkanıklık olursa “Bir şahit getir ve yemin et.” denilir. Bu da olmadığında mübahele denilen usül devreye girer.[4]
Eğer duruşma bu şekilde devam edecek ve somut deliller üzerinden yargılama yapılmayacaksa mahkeme heyetine teklifim mübahele yapmaktır. Tabii bunu kabul edip etmemekte özgürsünüz. Ben Allah’ın emrettiği üzere mübahele yapıyor ve diyorum ki:
Eğer ben El-Kaide veya IŞİD isem, bunların yöneticisi veya üyesi isem Allah’ın laneti benim, eşimin, çocuğumun ve yakınlarımın üzerine olsun.
Eğer böyle değilsem Allah’ın laneti bu iftirayı atan, bu iftiraya aracı olan, bu iftirayı medyada yaygınlaştıran ve bu iftiraya binaen karar verenlerin üzerine olsun.
Somut bir deliliniz varsa benim inancıma göre bu lanetleşmeye dâhil olmazsınız. Ama hiçbir somut delil olmadan; mahalle, ideoloji veya siyaset baskısından dolayı böyle bir karar veriyorsanız Allah katında sizden davacıyım ve bu da benim mübahelemdir.
Başta, ortada, sonda ve her yerde hamd; âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.
İlk Yorumu Sen Yap