İslam’ın, kadınların içinde bulunduğu hâli düzeltmeyi amaç edinen tedbir ve nizamını hakkıyla takdir etmek için evvela İslamsız bir toplumda kadının ne hâllerde olduğunu bilmek gerekir. Kadınların da İslam dışındaki hayat nizamlarında nasıl büyük mahrumiyetler içerisinde bulunduklarının ayırdına vararak İslam gibi bir nimete yeniden kavuşabilmek namına bilinçlenmeleri ve bu istikamette gayret göstermeleri, kendileri için hayati önemi haizdir. Birçok insan için genel geçer olan bir hakikat vardır. İnsanlar gündüzün kıymetini gece olunca, nimetin kıymetini de elden çıkınca anlar. İşin kötü tarafı, böyle bir durumda çoğunlukla iş işten geçmiş olur.
Hikâye olunur ki yavru balık bir gün annesine gelerek “Anneciğim, arkadaşlarım sudan ve denizden söz ediyorlardı az önce. Deniz nerede acaba, beni de bir gün oraya götürür müsün?” diye sormuş. Anne balık denizin içinde birlikte özgürce yüzdükleri yavrusuna denizin ne olduğuna dair bir şeyler söylemenin yararsız olacağını düşünüp “Merak etme yavrum, bir gün gelir denizin ne olduğunu kendin anlarsın.” demiş. Aradan uzun bir zaman geçmeden, bir balık sürüsü kabaran dalgalara kapılmış ve bu balık sürüsünün içinde yavru balık da varmış, kendini kumun üstünde buluvermiş. Oksijensiz kaldığı için neredeyse boğulacak gibi oluyormuş minik balık. Su olmadığı için solungacına oksijen alamıyor, bu da yavaş yavaş takatini kesiyormuş onun. Artık öleceğini ve kendisini çok seven annesini bir daha göremeyeceğini düşünüp üzülürken denizden gelen yeni bir dalga onu ve neredeyse can çekişmekte olan diğer acemi balıkları tekrar denize doğru çekivermiş. Denize yeniden kavuşup annesini gördüğünde daha önce sorduğu soruyu hatırlamış ve çok utanmış yavru balık.
İşte cahiliyenin katran karanlıklarında bir o bataklıkta bir bu bataklıkta debelenip duran çağdaş (!) kadın ile İslam nizamı arasındaki münasebet biraz da bu hikâyedeki minik balığın durumunu andırır.
Cahiliye Kadını
Tevhid ve Sünnet nizamı dışındaki tüm sistemlerde kadının değeri herhangi bir metaya verilen değer (!) kadardır. Günümüz toplumunda da müşahede edildiği üzere cahiliyenin etkin, yaygın ve hâkim olduğu her yerde kadına gerçek anlamda kişilik hakkı verilmemekte, hor görülmekte, hakkı yenmekte ve aşağılanmaktadır. Tüm bu olumsuzluklar da Batılı yaşam tarzı ve sahte özgürlük söylemlerinin gölgesinde kalmaktadır. Böylelikle kadının toplum içerisindeki trajik konumu perdelenmekte ve âdeta yok sayılmaktadır. Cahiliye sistemi -veya sistemsizliği- kadın için ölümden beter pozisyonlar üretir ve hem kadına hem de kadının merkezde olduğu aile kurumuna tamiri ve telafisi mümkün olmayacak ağır hasarlar verip darbeler indirmektedir.
Bu devasa ahlaki ve zihinsel enkazın insanlık tarihinin derinliklerine uzanan uzun bir geçmişi vardır. Çok kısa misallerle değinmek gerekirse örneğin, Hammurabi kanunlarından Brahman nizamına; Arap cahiliyesinden Manu efsanelerine; Antik Yunan’dan Eski Romalılara, Mısır uygarlığından Yahudi yasalarına ve Çin medeniyetinden Avrupa’nın batısına kadarki toplumlarda kadının alınıp satılan ve ortaklaşılan bir “mal” olarak görüldüğünü ve her türlü hak ve hukuktan mahrum bırakılmaktan başka bir yaşam alanının olmadığını söz konusu kavimlerin tarihinden öğrenmekteyiz.
Brahman toplumlarda kocasının ölümü hâlinde kadın da ölmek zorundaydı. Bu zulüm uygulaması Brahman uygarlığından on yedinci yüzyıla kadar süren çok eski bir gelenek idi ve bunun kaldırılması ancak halkın ayaklanmasıyla gerçekleşmiştir. Babillerin hazırladığı ve tarihte bilinen -iki yüz seksen iki maddelik- ilk yazılı kanun metni olan Hammurabi kanunları kadınlara bir hayvan muamelesi öngörüyordu. Bu kanunların bir maddesinde kadının konumu şöyle resmedilmiştir: “Eğer bir adam başka bir adamın kızını öldürürse, kendi kızını isterse öldürebilen isterse köle olarak tutabilen isterse cezayı erteleyebilen ölen kızın babasına vermek zorundadır.”
Hem somut/klasik putperestliğin hem de demokrasi gibi soyut paganizmin önemli merkezlerinden olan Antik Yunan’da kadın ne özgürlüğe ne de herhangi bir hakka sahipti. Kadınların yaşaması için ana yollardan uzakta, birkaç havalandırma penceresi olan ve kapısına gardiyan dikilen büyük evler yapılırdı. Kadınlar sosyal aktivitelere katılamazlardı. Öyle ki kadınlar, o dönemde çok yaygın olan ve sıradan bir sosyal faaliyet olarak görülen felsefe ders halkalarına dahi asla katılamazdı. Serbest fahişeler, boşanmış kadınlar ve üst sınıfa hizmet eden kadrolu fahişeler evli ama sıradan kadınlardan daha fazla saygı duyulan bir sıfata sahipti. Aristo, Spartalıların kadınlara miras, boşama ve hür olma hakkı vermelerini ve onlara karşı kibar olmalarını eleştirmiş ve bunları gücü, düzeni ve disipliniyle meşhur Sparta’nın düşüş sebepleri olarak göstermiştir.
Eski Romalılar kadına babasına, kocasına ve oğluna bağlılığı hususuna tıpkı Hindular gibi yaklaşıyordu. Şaşaalı günlerinin yükseliş döneminde dahi Romalı kadınlar ne ellerindeki zincirleri kırabilmişler ne de boyunlarındaki esaret tasmasından kurtulabilmişlerdi. Roma’da kadınların kısmi özgürlüğü ancak kölelerin ayaklanıp haklarını zorla almalarından sonra mümkün olabilmiştir.
Mısır’da yazılı olmayan toplumsal kurallar İslam’ın gelişinden önce kendi seyrinde ilerliyordu. Roma uygarlığının düşüşüyle ve bu medeniyetin aşırı lüks ve azgınlığına tepki olarak Mısır’da ve Ortadoğu’da dünya hayatını küçümseyen güçlü bir eğilim meydana geldi. Hayatın kendisi, eş dost ve akraba bağı önemini kaybetmişken manastır hayatına yönelen genel eğilim; eti haram, kadını da günahkâr ve kendisinden uzaklaşılması gereken bir varlık olarak kabul etmeye başlamıştı.
Orta Çağ olarak adlandırılan devirde kilisenin din adamları on beşinci yüzyıla kadar kadının insan olup olmadığını ciddi ciddi sorgulamaktaydı. “Kadın bir ruha sahip miydi yoksa ruhsuz bir ceset miydi? Kadın kurtuluşa erebilir miydi yoksa lanetli olmaya mahkûm muydu?” Bunun gibi sorular kilise meclisinde hararetle tartışılıyordu. Çoğunluğun görüşü, sadece İsa’nın (as) annesi Meryem hariç olmak üzere, kadının kurtuluşa elverişli ruha sahip olmadığı üzerineydi.
Bazı müsteşrikler İslam şeriatının Yahudi şeriatına dayandığını iddia ederler. Ancak kadının Kur’ân’daki ve (Muharref) Tevrat’taki yeri karşılaştırıldığında bu görüş kolayca çürütülmektedir. Tevrat’a göre, ölen babanın erkek bir oğlu varsa kızın miras hakkı yoktur. Bir kişinin vârisi olarak sadece kızı varsa malının başka aileye (kızının ailesine) geçmemesi için ölmeden önce vasiyetini yapmış olması gerekir. Yahudi kanunları vesayet hususunda, ölenin erkek çocuğu olduğu sürece kızını vâris kabul etmez ve kız vâris olduğu zaman ise diğer kabileden biriyle evlenmesine müsaade etmez. Benzer şekilde kadın miras kalan malını başka kabileye götürememektedir. Bu yasa Torah’ta birkaç yerde uygulanmıştır.
Şüphesiz ki Resûlullah’a (sav) yirmi üç yıl boyunca vahyin nazil olduğu Arabistan’da da durum kadınlar açısından pek iç açıcı değildi. Arabistan’da kadına yapılan muamelenin yeryüzündeki diğer ülkelerden daha kötü olduğunu dahi söylemek mümkündür. Arap kabileleri arasında bir kadın ancak çok güçlü bir kabile reisinin kızı ya da meşhur bir erkeğin annesi olursa saygı görebiliyordu. Sırf kadın olduğu için açık bir şekilde cinsiyet ayrımcılığına maruz kalan kadına onur ve saygı anlamını çağrıştıran hiçbir isim ve unvan verilmez ve bu manaya gelebilecek bir muameleye tabi tutulmazdı. Kadın şüphesiz babası, kardeşi ve oğlu tarafından korunuyordu; fakat bu koruma sahip olunan herhangi bir eşyayı korumaktan farksızdı. Kadın âdeta ölen bir erkeğin kendisinden sonraki vârislere bıraktığı bir mal gibiydi. Arabistan’da da kadınların sosyal hayatta yeri yoktu. Hatta yeni doğan kız çocuklarını, kendi sapkın inançlarına göre verdiği utanç sebebiyle diri diri toprağa gömerlerdi. Arabi bir adam parasını mala, eşyaya, köle ve cariyelere harcarken cimrilik yapmazken kız çocuklarının bakım masrafını bir yük olarak görüyordu. Kızının yaşamasına izin veren bir baba bile kızını, takas edilebilir bir maldan daha değerli görmüyordu. Bir kadın küçük düşürülmekten ancak onu korumaya niyetli güçlü bir kabileye ait olursa kurtulabilirdi.
Hristiyan dünyanın kadına karşı tutumu yakın zamana kadar (Muharref) İncil’in öğretilerine göre belirlenmişti. Kadın, kilise tarafından günahın ve ayartmanın en kuvvetli kaynağı olarak görüldüğü için kınanırdı. İddia edildiğine göre, Âdem’i (as) ayartan Havva idi, yasak meyveyi yemesi için Âdem’i o ikna etmişti. Ve böylece ilk günahı erkeğe işletmişti. Bu yüzden bazı Yunan Ortodoks manastırları sadece kadınların değil, dişi ev hayvanlarının dahi manastırlarına girmelerine müsaade etmemişlerdir. Bugün dahi devasa bir Ortodoks manastırı görünümünde olan Yunanistan’daki Aynoroz Adası’na neredeyse bin yıldır herhangi bir kadının veya dişi bir hayvanın dahi girmesine izin verilmemektedir. Batıda kadınların miras, yeniden evlilik, boşanma, mülk edinme, veraset hakkına sahip olması yakın zamana kadar söz konusu dahi değildi. Son yüzyılda kadın hakları ve özgürlük bayrağını dalgalandırıyormuş gibi yapan Batılılar ile onların İslam ümmeti içerisindeki marabalarının başta kadın ve aile olmak üzere insanlık âlemine verdikleri zararın bilançosu oldukça ağırdır.
Modern Batı’da Kadın
On Sekizinci yüzyılda Fransa’da filozoflar ve bazı kadın yazarlarca ortaya atılıp savunulan, daha sonraki yüzyıllarda İslam coğrafyasına da ihraç edilen ve hemen hemen her toplumda yandaş bulan, kadının siyasal ve toplumsal haklar bakımından erkekle mutlak anlamda eşit olması gerektiğini öne süren ve bunu gerçekleştirmeye çalışan Feminizm akımı bu anlamda envai çeşit kötülükler üretmiştir. Feminist hareket, modern batı tarafından tantana ile övülmüş ve Amerika ile Avrupa’nın, kadının tamamen özgür olacağı ve şerefiyle mutlu bir hayat yaşayacağı bir kadın cenneti olacağına inanılmıştır. Ancak basında çıkan haberlere ve batılı/batıcı yazarçizer takımının tek yanlı değerlendirme ve gözlemlerine bakmak, her parıltının elmas olmadığını anlamak için yeterlidir.
Sanayi ve teknolojik gelişmişliğin zirvelerinde bulunan Batılı toplumlar ve onları körü körüne taklit eden Müslimimsi toplumlar yeni ve ciddi bir tehdit ile karşı karşıya bulunmaktadır: “Aile içi Şiddet” olarak adlandırılan evlilik nefreti dalgası.
Bu dalga, iki arada bir derede ıkınıp duran ve bir tarafta kendilerini tevhid dini İslam’a nispet ederken öte yanda Batı kökenli ideolojilerden ve laik yaşam tarzından ödün vermeyen toplumumuzda da her gün aileleri dağıtmaya ve ocaklar söndürmeye devam etmektedir. Boşanma sayılarında Müslimimsi toplumlardaki istatistikler de ürkütücü boyutlara ulaşmıştır.
Batılı toplumlarda geniş aile yapısı bozulmuş, çiftlerin hayatları sevgi heyecanından yoksun kalmış ve tarafların her ikisi de diğerinin en ufak sorumluluğunu üzerine almayı istemekten kaçar hâle gelmiştir. Gelişmiş ülkelerde yükselen, hanımlara şiddet trendine, cinsel tatmin için fiziksel güç kullanımına ve çocukların bakımı ve yetiştirilmesinde gösterilen vurdumduymazlık da ayrı bir sorundur. Tüm bunlar Batı’da ailenin parçalanmasından dolayı ortaya çıkmaktadır. Ne yazık ki son yıllarda ülkemiz için de benzer şeyler daha çok konuşulmakta ve gündeme gelmektedir.
Doğrusu kadın, bugün iki cahiliye arasında ezilmektedir. İki cahiliyenin ilki Doğu toplumlarında -Doğu toplumlarındaki kasıt Türkiye de dâhil Fas’tan Hindistan’a kadar olan coğrafyadır- hüküm süren örf/gelenek adı altındaki kadının aşırı baskıcılığa ve ikinci sınıf insan muamelesine maruz kalmasıdır. İkinci cahiliye örneği de Batı toplumlarında egemen olan sapkın anlayıştır. Batı dünyasında hüküm süren bu cahiliyede kadın, çıplaklığı ve cinselliğiyle âdeta bir reklam ve şehvet aracı hâline getirilmiştir.
Müminler Nezdinde Kadın
Mümin kimse, kadınlarla ilgili hususları şu bilinçle değerlendirmelidir: Şer’i şerifin kadına vermiş olduğu hakları kullanmasına imkân sağlamak ve bu hakları kendilerinden esirgememek Allah’ın (cc) dinine en ciddi hizmetlerdendir.
Her şeyden önce kadın, mümin ferdin annesidir, bacısıdır. Ayrıca hanımıdır ve kızıdır. Halkayı daha da genişletebiliriz. Bu özellikleri bir arada düşününce İslam nazarında kadının değeri daha iyi anlaşılır. Allah’ın (cc) ve Resûl’ünün (sav)değerli kıldığını değerli görmek ve bunu hayatında tatbik etmek müminin şiarı olmalıdır.
Kadın, tüm insanlık âleminin yarısıdır. Ancak İslam dışı inançlar ve ideolojilerin İslam coğrafyasında yerleşip yaygınlaşmasıyla bu “yarı” da devre dışı bırakıldı. Aişe (r.anha) Ajda’ya, Rojda’ya; Hatice de Hadise’ye, Havin’e dönüşünce Müslime kadın; mümin, aydın ve mücahid nesillerin yetişmesinde saf dışı bırakılmıştır. Davet ümmetinin manevi, toplumsal, siyasi ve ahlaki uyanış ve dirilişinde kadına rol verilmeyerek etkisiz eleman hâline getirilmiştir. Bu durum otomatikman erkeğin de devre dışı kalmasına sebep olmuştur. Bu sebeple mümine kadının özgürlüğü demek; aslında -ilk mürebbiye olmaları hasebiyle çocukluklarından itibaren- erkeğiyle kadınıyla tüm toplumun özgürlüğü, uyanışı ve dirilişi demektir. Bu özgürlüğün, uyanışın ve dirilişin asıl dinamiği de kadın ve erkeklerin Allah’ın (cc) dinini sadece seccade üzerinde değil, hayatın her alanında din edinmeleridir.
Bilinmelidir ki eğer kendilerine irşatta bulunulup doğru yol gösterilirse Allah (cc) kadınlara İslam’a karşı kendilerini duyarlı kılan ince bir şuur vermiştir. İslam’ı, ahlâkı ve türlü hayırları öğrenip uygulamaya oldukça müsait bir yapıya sahiplerdir. Hatta uygun şartlar oluştuğunda Müslime kadınlar, İslam’a erkeklerden daha çok ihtimam gösteriyor, denilebilir.
İslam’ın Kadını
Kadının hakları ve itibarı en ideal biçimde İslam tarafından iade edilmiştir. İslam, kadına içerisinde bulunduğu toplumda kendisi için en uygun ve seçkin bir konum tahsis etmiştir. Yine İslam, kadını erkeğin kibrinden ve bazı toplumlarda mevcut olan akıl dışı ve acımasız geleneklerden korumuştur.
İslam kaynaklarına yüzeysel bir bakış bile bireysel ve toplumsal her hususta İslam’ın kadına karşı tutumu ile şirk sistemlerinin kadına muamelesi arasındaki farkı ortaya çıkarmak için yeterlidir. Kur’ân ayetleri, kadınları insanlığın yarısını oluşturanlar olarak adlandırarak, kadında daimi olarak kendine güven hissini oluşturmuştur. Kadına sosyal alanda yer vermiş ve dinî ve ilmî hizmetlerde bulunabilmesi için onu cesaretlendirmiştir. Hayrı, iyiliği ve güzel ahlakı yaymak için iş birliği yapmış ve temelleri sağlam yeni ve sağlıklı bir toplumsal hayat inşa etmiştir. Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın (cc) salih amelleri kabul etmesine, selamete ermeye, ahirette iyi akıbete değindiğinde erkekleri ve kadınları eşit şekilde muhatap almıştır:
وَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ مِنْ ذَكَرٍ أَوْ أُنْثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَأُولَئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ نَقِيرًا
“Erkek ve kadınlardan kim mümin olarak salih ameller yaparsa bunlar, cennete girerler ve kıl kadar da olsa zulme uğramazlar.” [1]
فَاسْتَجَابَ لَهُمْ رَبُّهُمْ أَنِّي لَا أُضِيعُ عَمَلَ عَامِلٍ مِنْكُمْ مِنْ ذَكَرٍ أَوْ أُنْثَى
“Rableri onların (duasına) icabet etti (ve dedi ki): ‘Sizden erkek olsun, kadın olsun amel yapanların amelini zayi etmeyeceğim. Siz birbirinizdensiniz…’ ” [2]
Kur’ân, erkeğe ve kadına eşit ölçüde “cennet hayatı” vadetmiştir. Bu “cennet hayatı”, bir anlamda dünyadaki huzurlu bir hayat, memnuniyet ve onuru ifade eder:
مَنْ عَمِلَ صَالِحًا مِنْ ذَكَرٍ أَوْ أُنْثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَنُحْيِيَنَّهُ حَيَاةً طَيِّبَةً وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ أَجْرَهُمْ بِأَحْسَنِ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ َ
“Erkek ya da kadın, kim bir mümin olarak salih amel yaparsa hiç şüphesiz ona güzel bir hayat yaşatırız ve mükâfatlarını yaptıklarının en güzeliyle veririz.” [3]
Kur’ân, erdem kazanmada, yapılan iyi işlerin ve dürüstlüğün karşılığını alma hususunda kadın ve erkeğin eşit olduğuna, ibadetlerin sadece kadınla erkeğin arasında fark olmadığını vurgulamak için tasarlanmadığını ayrıca kadının iyilikleri sayesinde daha üstün olma kapasitesine sahip olduğunu ve erkeğin kadına üstünlüğünü reddettiğini değinmeye özen göstermiştir.
إِنَّ الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَالْقَانِتِينَ وَالْقَانِتَاتِ وَالصَّادِقِينَ وَالصَّادِقَاتِ وَالصَّابِرِينَ وَالصَّابِرَاتِ وَالْخَاشِعِينَ وَالْخَاشِعَاتِ وَالْمُتَصَدِّقِينَوَالْمُتَصَدِّقَاتِ وَالصَّائِمِينَ وَالصَّائِمَاتِ وَالْحَافِظِينَ فُرُوجَهُمْ وَالْحَافِظَاتِ وَالذَّاكِرِينَ اللَّهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتِ أَعَدَّ اللَّهُ لَهُمْ مَغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا
“Şüphesiz ki teslim olan erkekler ve teslim olan kadınlar, iman eden erkekler ve iman eden kadınlar, gönülden ve sürekli Allah’a kulluk yapan erkekler ve gönülden sürekli Allah’a kulluk yapan kadınlar, sadık erkekler ve sadık kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, (Allah’tan) saygıyla korkan erkekler ve (Allah’tan) saygıyla korkan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, iffetini koruyan erkekler ve iffetini koruyan kadınlar, Allah’ı çokça zikreden erkekler ve (Allah’ı) çokça zikreden kadınlar; Allah onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” [4]
Kur’ân, kadınlar hakkında yalnızca onların ibadetlerinden ve iyiliklerinden bahsetmekle kalmamıştır. Bunların yanında kadını, ilme ve üstünlüğe erişmekte, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamakta erkeklerle beraber anmıştır. Kur’ân, erkeklerin ve kadınların, iyiliği ve dürüstlüğü ihya etmek için beraber çaba göstermelerini istemiştir:
وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُولَئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللَّهُإِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
“Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostudurlar. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyar, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. Allah’ın rahmet edecekleri bunlardır işte. Şüphesiz ki Allah, (izzet sahibi, her şeyi mağlup eden) Azîz, (hüküm ve hikmet sahibi olan) Hakîm’dir.” [5]
Kur’ân yeni bir üstünlük sırası ilan etmiştir. Üstünlük renkte, ırkta, cinsiyette değil; takvadadır:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَأُنْثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ
“Ey insanlar! Şüphesiz ki sizleri bir erkek ve dişiden yarattık. Karşılıklı olarak tanışıp kaynaşmanız için sizleri halklara ve kabilelere ayırdık. Gerçek şu ki Allah katında en değerliniz, en takvalı olanınızdır. Şüphesiz ki Allah, (her şeyi bilen) Alîm, (her şeyden haberdar olan) Habîr’dir.” [6]
Kadın erkek tüm insanlık âlemi için hayat düsturu olan Kur’ân’ın bu ayetleri kadına özgüven, şeref, cesaret aşılamakta ve psikologların deyimiyle -eğer kendilerinde varsa- aşağılık kompleksini de yok etmektedir. Bu öğretilerin sonuçlarını Resûlullah’tan (sav) bugüne her çağda Müslimler tarafından en yüksek saygıyı görmüş, öğretmen olup itibar kazanan, mürşit olan, Allah yolunda savaşan, savaş alanında hemşirelik yapan, edip olan, Kur’ân hafızı olan, muttaki ve dürüst olan kadın örneklerinde görebilmekteyiz.
Hevasını ilah edinen “öz putperest” birilerinin sınırlı çok eşliliğe izin verdiği için İslam’ı kötü olarak ilan ettiklerini görebilirsiniz. “Yasak aşk” veya “kaçamak” diye basitleştirilmeye çalışılan fuhuşla harmanlanmış tek eşliliğin ikiyüzlülük olduğuna ve fıtratı tümüyle bozulmamış insanlar nezdinde de rüsva edici bir şey olduğuna aklı başında hiç kimse itiraz etmez.
İslam her şeyden önce kadını bağımsız bir şahsiyet olarak tanır ve değerli bir pozisyonda konumlandırır. İslam Hukuku’nun kadınlarla ilgili ahkâmı kadınlar için en uygun ve ideal olanıdır. Misal olarak İslam, kadına eğitim öğretim hakkı tanır. Kadının cemaatle namaza katılma hakkı yanında toplum hizmetine katılma, kendi doğalarına uygun işler yapma, evliliği onaylama ve bazı durumlarda feshetme hakkı; miras hakkı; mülkiyet edinme ve kullanma hakkı; veraset hakkı ve bunlara benzer başka haklar tanımıştır. Hiç şüphe yok ki bu haklar, kadına haklar ve özgürlükler vermekle ünlenen Batı uygarlığının çok ilerisindedir. Kaldı ki bu tür söylemlerin Batılılar arasında ortaya çıkışının en fazla yüz elli-iki yüz yıllık bir geçmişi vardır.
İnsanlar tek eşlilik ve çok eşlilik üfürükleriyle hipnotize edilirken bunlar unutulmakta ve insanlar bu sözlerin arkasında neler yattığına bakmamaktadır. Evet, bu şamatanın arkasında şunlar vardır: Zalim ve zinakâr kocalarından bıkmış, ilk koruyucuları tarafından artık yardım edilmeyen, modern cahiliye toplumunun şehvet değirmeninde un ufak olmuş ve âdeta sokağa mahkum edilen kadınların korkunç düşüşü…
Kur’ân’ın ayetlerinde ve Resûlullah’ın (sav) hadislerinde bildirilen adalet ve fıtrat temelli kadın erkek eşitliği anlayışı o kadar inkılabi idi ki kadın âdeta yeni bir toplumda yeniden doğmuştu. İslam’ın gerçekleştirdiği köklü değişimle kadına toplumda ve ailede hak ettiği değer ve konum verildi. Bu değişim dünyanın diğer bütün toplumları arasında hoş karşılandı. Özellikle İslam’ın zafer elde ettiği ve yönetimin dizginlerini ele aldığı fetih bölgelerinde daha çok destek gördü. Bu değişim, kadının üçüncü sınıf mahluk muamelesi gördüğü toplumlarda reformist bir etken olarak hayati rol oynadı.
Anneler mekteptir, onları iyi yetiştirir isen
Seçkin bir toplum yetiştirmiş olursun sen
İlk Yorumu Sen Yap