Allah’ın adıyla
Allah’a hamd, Rasûlü’ne salât ve selam olsun.
Her bir kardeşimi muhabbetle kucaklıyor, af ve afiyet hâlinde olmalarını temenni ediyorum. Yüce Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd olsun ki ben iyiyim, Rabbimin sayısız nimeti içerisinde, O’nun hakkımdaki hükmüne razı olmuş olarak bekliyorum.
Siz kardeşlerimle bir araya gelmeme ve hasbihal etmeme vesile olan bu satırlar aracılığıyla birkaç konuya temas etmek istiyorum.
Şu bir gerçektir ki tevhid ehli Müslümanlar olarak ‘zor günler’ geçiriyoruz. Siyasilerin de günü kurtarmak için sık sık kullandığı ‘Zor günlerden geçiyoruz’ ifadesi bazılarımızın yüzünü güldürmüş olabilir. Fakat ben, mesajı kıyamete kadar geçerli olan Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem bir hadisinden iktibas ederek bu ifadeyi kullanmış bulunuyorum. İsterseniz önce ilgili rivayeti hatırlayıp sohbetimize öyle devam edelim:
“Ebu Umeyye eş-Şa’bani anlatıyor: Ben, (sahabiden) Ebu Sa’lebe el-Huşeni’ye dedim ki:
__ ‘Ey iman edenler! Siz kendinizden sorumlusunuz. Hidayet üzere olduğunuz sürece sapıtanlar size zarar vermez.’ ayeti hakkında ne dersin? Dedi ki:
__ Allah’a yemin olsun ki bir bilene sordun. (Çünkü) ben ayeti Rasûlullah’a sormuştum. Demişti ki: ‘Bilakis, iyiliği emredin, kötülükten alıkoyun. Ta ki itaat edilen hırs, peşinden gidilen arzu, (ahirete) tercih edilen dünya ve herkesin sadece kendi görüşünü beğendiğini gördüğünde yalnızca öz nefsinin (ıslahıyla) ilgilen, toplumun genelini (kendi hâline) bırak. Şüphesiz ki sizin önünüzde sabır günleri/zorluk günleri vardır. (O günlerde) sabır, ateşten bir kor parçasını tutmak gibidir. (Zorluk günlerinde) amel yapanlara (sizden) elli adamın alacağı ecir vardır.” [1]
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem, sabır ve zorluk günlerinin geleceğini haber veriyor. Sabrın, istikamet üzere sebatın, o günlerin hakkını vererek sağa sola yalpalamadan yüzünü hanif olarak Allah’a subhanehu ve teâlâ dönük kalabilmenin zor olduğu günlerì
Sabırla direnmenin ateşten bir parçayı tutmak gibi zor olduğu, inandığın ilkelere tutunduğunda dünyada, dayanamayıp bıraktığında ahirette yanacağın günlerì
Peki, Ne Yapacağız?
Bizler, Allah’ın subhanehu ve teâlâ yardımını umarak ve birbirimize kenetlenerek sabredeceğiz. Evet, tağutların tüm güçlerini toplayarak saldırıya geçtiği, bir yaramızı sarmadan başka yerden yara açtıkları şu günlerde elli sahabinin ecrine talip olarak sabredeceğiz. Ve bu sabır günlerinin parolası olarak ‘Hasbunallah ve ni’mel vekil, ni’mel Mevla ve ni’men Nasir’ diyeceğiz.
Onlar, iftira edecekler, yalan olduğunu bile bile bizi olmadık şeylerle itham edecekler biz duruşumuzu bozmayacak ve ‘Hasbunallah’ diyeceğiz.
Ateşten hendekler kazacak, etrafını surlarla çevirecekler. Biz muvahhidleri diri diri, ateşten hücrelere atacaklar. Biz yine ‘Hasbunallah’ diyeceğiz.
Halkı kışkırtıp odun toplatacak ve ‘İlahlarınıza söven işte bunlardır.’ diyecekler. Büyük ateşler yakacak, son bir fırsat verir gibi gözlerimize bakacaklar. Akidemizden ve duruşumuzdan taviz vermemizi isteyecekler. Biz, İbrahimî duruşumuzu bozmayacağız. Gerekirse idam sehpamızı yine biz tekmeleyeceğiz. Ve ‘Hasbunallah’ diyeceğiz.
“Bırakın beni Musa’yı öldüreyim. Sizin dininizi değiştirmesinden ve yeryüzünde bozgunculuk yapmasından korkuyorum.” [2] diyecekler. Çevremize bakacağız, belki imanını gizleyen biri çıkar da bize destek olur diye bekleyeceğiz. Hiçbir ses duymayacağız. Mevlamıza, sahibimize, dostumuz ve yardımcımız olan Allah’a subhanehu ve teâlâ yönelip ‘Hasbunallah’ diyeceğiz.
Haremimize el uzatacak, kadınlarımızı alacaklar. Sümeyye’yi radiyallahu anha Mekke meydanlarında teşhir edenlerin hesaplarıyla hareket edecekler. Onurumuzu, haysiyetimizi çiğneyecekler. Tehditlerin en çirkiniyle yüzümüze sırıtacaklar. ‘Çocuklarınızı İslam üzere yetiştirmeyecek, sistemin çarkları arasında öğütmeye terk edeceksiniz.’ diyecekler. Biz, ‘Hasbunallah’ diyeceğiz.
Kimimizi Yakup, kimimizi Yusuf kılacaklar. Kimimizin hasreti ak olup gözüne, kimimizin ki yaş olup toprağa düşecek.
Biz yine, yeniden ‘Hasbunallah’ diyeceğiz.
Tevhidin yayılmasından, her yerde konuşulmasından, toplumun tüm kesimleri tarafından duyulmasından rahatsız oluyorlar. Onlar, bizim demokratlaşıp imanımızdan veya silahlanıp davetimizden vazgeçmemizi istiyorlar. Ama biz bu iki örtülü teklife de ‘Hasbunallah’ diyeceğiz. Allah subhanehu ve teâlâ bizimle onlar arasında hükmedinceye kadar sabredeceğiz.
Evet kardeşlerim! Zor günleri, sabırla direnerek, samimiyetle Allah’a subhanehu ve teâlâ tevekkül ederek ve birbirimize kenetlenip destek olarak atlatacağız. Bu vesileyle imtihana uğrayan kardeşlerimizi selamlıyor, onlar ve aileleri için Allah’tan esenlik ve afiyet temenni ediyorum. Rabbim, bulunduğunuz ortamı sizler için hayırlı kılsın, sizleri zindanın hayrına muvaffak kılıp, şerrinden korusun.
•••
Sırtını Batıla Dönmeden Yüzünü Tevhide Dönemezsin.
“Yüzünü (şirki terk eden muvahhid bir) hanif olarak dine dön. Ve sakın müşriklerden olma!” [3]
Hanif bir muvahhid olarak dine dönmek/yönelmek emri Kur’an’da üç defa tekrar eder.[4]
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem şahsında bütün ümmete yöneltilmiş bu emir, içinde önemli bir nükte barındırıyor. Allah’a subhanehu ve teâlâ hakkıyla yönelebilmenin, yüzümüzle yani bütün varlığımızla tevhide yönelmekle mümkün olduğu söyleniyor.
Malumdur ki, bir şeye bütünüyle yönelebilmek için başka şeylere sırt dönmüş olmamız gerekir. Aksi halde yönelişimiz sahih, kamil ve istenilen bir yöneliş olmaz. Sırtımızı dönmemiz gereken ise, yönelmek istediğimizin tam karşısında konumlanmış her şeydir. Yani, tağuta sırt çevirmeden Allah’a, şirke sırt çevirmeden tevhide, batıla arkamızı dönmeden hakka, dünyaya sırt çevirmeden ahirete yönelmiş olmayız.
Kararlılıkla sırt çeviremeyen samimiyetle yönelemeyeceğinden iki şey arasında gel-git yaşayan ‘müzebzeb’ bir tip olur. Ne yöneldiğinden dolayı mutmain ne sırtını döndüğünden eminì Korku, endişe, kaygı ve şüphe içindeì Böylesi insanın ortaya koyduğu amel kendini tatmin etmediği gibi, neye benzeteceğinizi de bilemezsiniz. Son zamanlarda sıkça karşılaştığımız ve ‘Subhanallah!’ demekten kendimizi alıkoyamadığımız yurttan görüntüler gibi. Bir elinde mushaf, öteki elinde batıl sistemin çarkı, sağ eliyle mushafın sol eliyle küfür çarkının kolunu çeviren yurdumun seçkinleri misali.
Bu durum onlara yakışabilir. Çünkü onlar, yola yanlış yerden girmiş, ilk düğmeyi hatalı iliklemiş, tağuta imanla Allah’a imanın, şirkle tevhidin ve hakla batılın aynı heybede taşınabileceğine inanmışlardır. Ancak aynı şeyi muvahhid bir mümin için söylemek ve yakıştırmak mümkün değildir. Sırtımızı tam olarak dönemediğimiz, yönelişimizin karşısında konumlanmış ve gözlerimizin takılı kaldığı her şey inancımızı ve hizmetimizi şüpheli hâle getirir.
Herbirimiz yöneldiğimizi düşündüğümüz hakka dair noktaları ve tam zıddında yer alan batıla dair olanları bir düşünelim. Sonra sırtımızı hakkıyla dönüp dönmediğimize bakalım. Zannımca yönelişlerimizin sahih olup olmadığını böylece anlayabiliriz.
•••
Sema Ehli Sesini Tanıyor Mu?
“Şayet o tesbih edenlerden olmasaydı, dirilecekleri güne kadar (balığın) karnında öylece kalırdı.” [5]
Ayet-i kerimede Yunus’a aleyhisselam dair önemli bir bilgi veriliyor. ‘Şayet o tesbih edenlerden olmasaydı’ ifadesi burada کانfiiliyle kullanılıyor. Geçmişe dönük bir telmih var. Sanki imtihana uğramadan önce yaptığı tespihlerin Yunus’un kurtulmasına vesile olduğuna işaret ediliyor. Ayeti tefsir eden Katade, Dahhak, Ebu’l Aliye, Vehb b. Münebbih burada vurgunun geçmişe yani imtihana duçar olmadan önceki rahatlık dönemine olduğunu söylüyorlar. İbni Cerir et-Taberi de bu görüşü tercih ediyor.
Muhammed b. İshak, Bezzar, İbni Cerir ve İbni Ebi Hatim senediyle birlikte Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem şu tefsiri aktarıyorlar:
“Yunus balığın karnında: ‘Senden başka ilah yok. Sen tüm eksikliklerden münezzehsin. Ben nefsime zulmettim!’ diye dua edince, duası arşın etrafını sardı. Melekler:
__ Rabbimiz! Bu zayıf ve uzaklardan gelen ses, tanıdık bir sese benziyor, dediler. Allah:
__ Tanımadınız mı? dedi. Melekler:
__ Hayır. Bu kimin sesidir? dediler. Allah buyurdu ki:
__ Bu, kulum Yunus’un sesidir. Melekler:
__ Rabbimiz! Bu, sürekli salih amelleri ve kabul olan duaları katına yükselen Yunus’un sesidir. Ne olur, rahatlık anında yaptığı (amellere) binaen ona merhamet etsen de, içinde bulunduğu dertten kurtarsan, dediler. Allah kabul etti ve balığa emretti, balık onu sahile bıraktı.”
Bu rivayet Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem İbni Abbas’a radiyallahu anh tavsiyesini hatırlatıyor bizlere.
“Rahatlık anında (ibadetlerinle) kendini Allah’a tanıt ki, sıkıntı anında Allah seni tanısın/dualarına icabet etsin.”
Nereye Varmak İstiyorum?
Dünya hayatı imtihan yurdudur. Kişi, imtihanın nereden ve nasıl geleceğini bilemez. Aramızda can, mal ve çocukları hususunda imtihana uğramayan yoktur sanırım. Ankebut suresinin ilk ayetlerinden öğrendiğimiz kadarıyla bundan kaçınmak da pek mümkün değildir. İmtihan ve musibetlerden kurtulma isteği iman iddiasından vazgeçmek demektir ki bundan Allah’a sığınırız.
Asıl mesele şudur: Sema ehli bizim sesimizi tanıyor mu? Zorluk anında zorunlu olarak ellerimizi semaya kaldırdığımızda -ki bu bir ayrıcalık değildir. Çünkü müşrikler de imtihan anında içtenlikle Allah’a yönelir- ‘Rabbimiz! Bu tanıdık bir ses.’ diyecek dostlarımız, bizim için istiğfarda bulunacak melekler var mıdır?
Afiyet içinde olduğunu düşünen, imtihanların çetin ve sarsıcı atmosferine girmemiş olan kardeşlerimiz, durumlarını fırsat bilmelidirler. Allah’ı subhanehu ve teâlâ tespih eden sesleri, istiğfarla ıslanmış dilleri, semaya yücelen salih amelleriyle kendilerini gök ehline tanıtmalıdırlar. İmtihan içerisinde olan ve rahatlık anında Allah’a hakkıyla yönelmemiş olanlar ise, bu hâllerinden tevbe etmeli, Rabblerinin rahmetine sığınmalı, O’nun yardımıyla eksiklerini telafi etmelidirler.
Allah subhanehu ve teâlâ rahatlık anında zatını unutmuş olanlara imtihanlarla kendini hatırlatabilir. Bu, hem bir nimet hem de fırsattır, kaçırmamak gerekir.
“(Hayır öyle değil) Yalnızca O’na dua edip yalvarırsınız. O da dilerse dua ettiğiniz sıkıntıyı giderir ve siz O’na şirk koştuklarınızı unutursunuz. And olsun ki, senden evvel kavimlere rasûller gönderdik. (Allah’a) yalvarır ve boyun eğerler diye onları sıkıntılar ve zorluklarla imtihan ettik. Bari imtihana uğradıklarında boyun eğip yalvarsalardı! Ama kalpleri katılaştı ve şeytan yapmakta olduklarını onlara süslü gösterdi.” [6]
Çocuktur Yapar!
Temas etmek istediğim bir diğer husus, küçük yaşlarda olan çocuklarımızın kullandığı nahoş ve İslam edebine aykırı kelimelerdir.
Bazı ebeveynler, fazla telaşlı oluyorlar. Çocuğun kullandığı ve hoşlarına gitmeyen bir kelime nedeniyle uykuları kaçabiliyor.
Önce, Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem bir hatırlatmada bulunayım:
“Allah Er-Refik’tir, rıfkı/yumuşaklığı sever. Yumuşaklığa verdiğini sertliğe vermez.” [7]
Çocuklarımızla ilgili hangi sorunla karşılaşırsak karşılaşalım öncelikle sakin olmayı ve telaşa kapılmamayı öğrenmeliyiz. Zira yumuşaklık, sakinlik ve serinkanlılıkla sağlanabilir. Telaş, kaygı, acele ise sonu iyi hesaplanmamış, sert tutumlar ortaya çıkarır. Allah subhanehu ve teâlâ Er-Refik olduğundan suhulet, sükûnet ve yumuşaklıkla çözülen sorunlara yardımcı olur. Kulun çabasını bereketli kılar ve istenilen neticeyi elde etmesini kolaylaştırır.
Çocuklarımız, hayatı tanımaya, öğrenmeye ve öğrendiklerini uygulayarak var olmaya çalışıyorlar. Duydukları veya gördükleri bir şeyi tekrar etmeleri gayet normaldir. Ancak, tam anlamıyla akledemedikleri ve kötülük düşünmedikleri için Allah subhanehu ve teâlâ onları sorumlu kabul etmiyor. Anne ve babaların da Allah’ın sorumlu tutmadığı çocuklarına aynı muameleyi yapmaları, ‘Çocuktur yapar.’ diyebilmeleri, sükûnet ve yumuşaklıkla meseleyi ele almalarını kolaylaştırır.
Çocuklarımızı yetiştirirken bir diğer ölçümüz kendi çocukluğumuz olmalıdır. Çocukken söylediğimiz veya yaptığımız şeylerin ne kadarını bugün yapıyoruz? Çocuklarımız da bizden farklı olmayacaktır.
Çocuğun değişmeyecek olan sabit ahlak ve karakteri ev ortamına ve ebeveyn ahlakına uygun olarak gelişir.
Siz, ortamınızdan ve şahsi ahlakınızdan eminseniz telaş etmenize gerek yoktur. Komşudan, sokaktan, arkadaştan duyulan kötü kelimeler unutulur. Kendinizle ilgili endişeleriniz varsa, o zaman çocuğu ıslah etmeyi bırakıp kendinizi ıslah etmeniz daha sağlıklı ve sonuç almaya dönük bir girişim olur.
Bu vesileyle çocuk yetiştiren kardeşlerimize mühim bir konuyu hatırlatmakta fayda görüyorum:
Çocuklarımızda gördüğümüz ve bizi rahatsız eden problemlerde hiçbir girişimde bulunmadan önce samimiyetle düşünelim. Bizi tam olarak rahatsız eden şey nedir? Çocuğumuzun İslam ahlakı üzere olup olmaması, ebedî hayatın selameti, İslam davası için kazandıkları ve kaybettikleri mi? Yoksa çevrenin ne düşüneceği, konu komşunun, hısım akrabanın değerlendirmeleri midir?
Çünkü ıslah edebilmenin ilk şartı, niyetlerin salih olmasıdır. Birçoğumuz çocuk yetiştirirken daha ilk adımdan kaybediyoruz. Çünkü, topluma rehin olarak çocuk yetiştiriyoruz. İnsanların ne diyeceği, ne düşüneceği çocuklarımızla aramızdaki eğitim ilişkisini belirliyor.
Bu kaygılarla büyütülen bir çocuk -Allah’ın rahmet ettikleri müstesna- iyi bir münafık olabilir, çok güzel rol yapan bir artist de olabilir, birden fazla maske kullanabildiği için herkesin takdirini kazanan, her ortama uyumlu, çevrenin beğeni ve eleştirisine rehin edilmiş iyi bir kurbanlık da olabilir. Fakat iyi bir mümin olamaz. Her nerede olursa olsun Allah’tan korkan, bilinsin veya bilinmesin Müslüman kardeşlerinin iyiliği için çalışan, insana, topluma ve çevreye zarar vermekten kaçınan takva sahibi, salih, muhsin bir birey olmaz.
Salih olmayan kaygılarla çocuk yetiştirenler, tüm yatırımlarını vitrine yaparlar. Yatırımını vitrine yapan insanların tüm emekleri bir taşla, tuzla buz olacak kadar zayıf ve dayanaksızdır.
Bir müfekkir, ahlak konusunda insanları ikiye ayırır. Ahlaklı insanlar ve ahlaka uygun yaşayan insanlarì Ahlaklı insan, ahlaki ilkeleri içselleştiren, doğruluğu ve gerekliliğine inanarak güzel ahlakı pratikleştiren insandır. Ahlaka uygun yaşayan insan ise, toplum tarafından takdir edilmek ve olumsuz eleştirilerden korunmak için ahlaklı olmaya çalışan insandır.
Bu iki farklı tip nasıl oluşur?
Ahlaklı insan, sözel uyarı ve telkinlerden ziyade, ebeveyninin doğal yaşantısından ahlak öğrenen insandır. Ahlaka uygun davranan bireyse, sürekli bir şekilde sözel telkinlere maruz kalan fakat ahlakın yaşam biçimi olduğu salih ortamdan mahrum olan insandırì
Farkı şöyle örneklendirebiliriz: Ezan okunduğu zaman ne iş olursa olsun bırakıp namaza koşan bir ebeveynin çocuğu, namazın önemine dair vaaz dinlemese dahi namazın önemini bilir. Namaz ahlakına sahiptir. Namazın bulaşıktan, çamaşırdan, komşuyla muhabbettenì daha önemsiz olduğu, en basit şeyler için dahi ertelenebildiği bir evde namaz ahlakı öğrenilmez.
Çevresiyle geçimli, akrabalarıyla sılai rahim bağlarını koruyan, büyüklere saygılı bir ebeveynin çocuklarına iyi huylu olmayı ve saygıyı telkin etmelerine lüzum yoktur. Böyle bir evde kendiyle ve çevreyle barışık, hak gözeten, saygılı bir birey yetişir.
Ailenin tüm fertleriyle kavgalı, büyüklerin zalimliğinden, yaşıtların anlayışsızlığından, küçüklerin saygısızlığından şikayet eden, sürekli didişme, gıybet, husumet hâlinde olan bir evde bu duruma bağlı olarak okulda, iş hayatında, cemaat çalışmasında herkesle sorunlu bir birey yetişir.
Sözlü uyarılar ahlaka uygun yaşayan bir robot, ortama uygun rol yapan bir oyuncu meydana getirebilir. Fakat özünde insan, amellerinde salih, ahlakı güzel bir birey asla.
Galiba birçoğumuz içinde yaşadığımız reklam, imaj ve gösteri toplumuna ayak uydurup, işin kolayına kaçıyoruz. Ahlakı telkin etmenin dayanılmaz hafifliğine kapılıp, ahlakı yaşam biçimi hâline getirmenin niyet, irade ve çaba isteyen meşakkatini göze alamıyoruz.
Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem bir hadisiyle (mealen) veda edelim:
‘Kıyamet gününde sizin bana en sevimli ve yakın olanınız, ahlakı güzel olanlarınızdır. En sevimsiz ve uzak olanınız ise geveze, ağzı bozuk ve kibirli olanlarınızdır.’
Her nerede olursanız Allah’ın subhanehu ve teâlâ bereketli kıldığı, sevip razı olduğu kullardan olmamız duasıyla sizleri Allah’a emanet ediyorum.
İlk Yorumu Sen Yap