Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a; salât ve selam, O’nun Rasûlü’ne olsun.
Geçen yazımızda, Allah Rasûlü’nün ashabı ve kavmi ile beraber üç yıl boyunca nasıl tecrit altında tutulduğundan ve boykotun ne şekilde sona erdiğinden bahsetmiştik. Aynı şekilde ambargo yıllarının bize öğrettiği bazı noktaları izah etmeye başlamıştık. Allah subhanehu ve teâlâ izin verir ise bu yazımızda da çıkartılabilecek başka maddeleri sıralamaya çalışacağız.
1. Müslümanların ekonomik bir boykota maruz kalması daveti, işkencenin çok yoğun olduğu dönemlerdekinden daha zor bir sürece sokmuştu. Bu hakikat asırlar boyunca tekrar edegelen bir vakıadır. İslam’ın çağrısının insanlara ulaşabilmesi, ekonomik güç ve bağımsızlık ile doğru orantılıdır.
Bu sebeple davanın bir adım daha ileriye gidebilmesi için maddi durumu iyi olan-olmayan her Müslümanın, üzerine düşen sorumluluğun bilincinde olması gerekir. İslami yapılar, boykot yıllarının bir benzeri ile karşılaştıklarında komple kepenk kapatma moduna geçmemek için gerekli tedbirleri almalıdırlar. Çünkü davet süreklilik gerektirir. Aralardaki her kesinti, bireylerin sağlam temeller üzerine yetişmesine engel olur.
Müslümanlar ekonomik güçlerini dışa bağımlı olmaktan kurtarmalı ve kendi kendilerine yetecek kaynakları inşa etmelidirler. Aynı zamanda çalışmalarını da eldeki imkanlar dahilinde genişletmelidirler. Elbette bu bir anda gerçekleşebilecek bir durum değildir. Fakat her meselede olduğu gibi burada da mesele yapılması gerekenler listesine eklendiğinde sonuç daha kısa sürede alınacaktır.
2. Siyer yazılarının ilklerinden itibaren sürekli vurguladığımız bir nokta, ambargo hâdisesini değerlendirirken de karşımıza çıkmaktadır.
‘Allah Rasûlü’nün yaşadığı toplum, kavmiyetçilik bağlarının çok kuvvetli olduğu bir toplumdur.’
Bu gerçeğin pratik sonucu olarak Ben-i Haşim tüm zorluklara üç sene boyunca katlanmıştır. Allah Rasûlü: “Sizin dininiz ile bizim dinimiz farklıdır. Siz ve atalarınız ateş ehlisiniz.” diyerek onları yanından kovmadı. Ben-i Haşim de zaten Allah Rasûlü’nün onlar ve ataları hakkında ne dediğini çok iyi biliyordu.
Yaşadıkları toplumları İslam’a çağıran Müslümanlar da karşılaşabilecekleri sıkıntılarda kendilerine kalkan olacak toplumsal gerçekleri araştırmak ve bunlara zemin hazırlamakla yükümlüdürler.
Elbette İslam davası Allah’ın subhanehu ve teâlâ yardımı ile başarıya ulaşır. Fakat tevekkülün bir gereği de sebeplere yapışmaktır. Allah Rasûlü, özellikle Mekke döneminde bu tarz örfi meseleleri çok iyi değerlendirmiş ve İslam’a hizmette yardımcı unsurlar olarak kullanmıştır.
Müslümanlar bu tarz meselelere duygusal yaklaşıp peşin hüküm vermek yerine, yapılmak istenenlerin şeriata muhalif olup olmadığına bakmalıdır. Eğer bir muhalefet yoksa, her türlü aracın İslam davasına hizmette kullanılabileceğini unutmamalıdırlar.
Mesela, bu araçlardan bir tanesi himayedir. Allah Rasûlü ve ashabı hem kendi can güvenlikleri hem de İslam davasının sıkıntıya girdiği bazı dönemlerde davet için himaye aracını kullanmışlardır. Ancak mesele, Allah’ın şeriatına muhalif bir hâle çevrilince hemen o vesileden yüz çevirmişlerdir. Bunun en güzel örneği Ebu Talib vefat ettikten sonra Ebu Leheb’in Allah Rasûlü’nü himaye altına alma hadisesidir.
“Ebu Talib ve Hatice’nin vefat etmeleriyle Rasûlullah’ın başına iki musibet birden geldi. Rasûlullah evinde kalıp dışarıya çok az çıkmaya başladı. Bunun üzerine Kureyş daha önce yapamadıkları eziyetleri ona yapmaya başladı.
Bunun üzerine Ebu Leheb Rasûlullah’a gelerek:
— Ebu Talib zamanında yaptığını yap. Lat’a yemin ederim ki, ben ölünceye kadar kimse sana eziyet edemez, dedi.
Bir gün İbnu’l Gaylale Rasûlullah’a sövdü. Ebu Leheb, onu azarlayıp dövdü. O da koşup bağırarak:
— Ey Kureyş! Ebu Atiyye (yani Ebu Leheb) dinini değiştirdi, dedi.
Bunun üzerine Kureyş Ebu Leheb’e geldi. Ebu Leheb onlara:
— Ben Abdulmuttalib’in dininden ayrılmadım. Ben dinimi değiştirmedim. Ben sadece kardeşimin oğlunu müdafaa ediyorum, dedi. Kureyş ona:
— Sen iyi yapıyorsun. Akrabalık bağını korudun, dedi.
Kureyşliler Ebu Leheb’den korktuğu için Rasûlullah, birkaç gün İslam’ı rahatça yaydı. Sonra Ukbe bin Ebu Muayt ile Ebu Cehil, Ebu Leheb’e geldiler ve dediler ki:
— Senin kardeşinin oğlu sana, dedesinin nereye gideceğini haber vermedi mi?
Ebu Leheb Rasûlullah’a giderek Abdulmuttalib’in nerede olduğunu sordu. Rasûlullah da:
— Kavmiyle beraberdir, dedi.
Ebu Leheb, Ebu Cehil ve Ukbe’ye şöyle dedi:
— Ona sordum: ‘Kavmiyle beraberdir’ dedi. Onlar:
— O cehennemde olduğunu iddia ediyor, dediler. Bunun üzerine Ebu Leheb tekrar gelerek:
— Abdulmuttalib cehenneme gidecek mi? diye sordu. Rasûlullah da ona:
— Abdulmuttalib ve onun gibi olanlar cehenneme girer, dedi.
Ebu Leheb:
— Sen Abdulmuttalib cehenneme girer dediğin müddetçe ben senin sonsuza kadar düşmanınım, dedi. Daha sonra Ebu Leheb ve Kureyşlilerin eziyetleri şiddetlendi.”
Eğer Allah Rasûlü bu olayda Ebu Leheb’in hoşuna gidecek ama itikada ters bir cevap verseydi, o zaman araçlar amaç hâline getirilmiş olurdu. Günümüzde, başlangıç olarak İslami hassasiyetler ile yola çıkan ama dinleri ile bu tarz vesileler çakıştığında vesileleri tercih eden birçok topluluk vardır maalesef.
Asıl olan İslam davetini insanlara ulaştırmada sürekliliği sağlayabilmektir. Araçlar geçicidir.
Müslüman bu noktayı gözünün önünde sürekli canlı tuttuğu müddetçe, Allah’ın izniyle vesileler İslam davasına zarar veremeyecek, fayda sağlayacaktır.
Müslümanların kendilerini sapık gördüklerini bilmelerine rağmen akrabalık bağı ile onlara destek olan Ben-i Haşim’in durumu bir gerçeği daha bize hatırlatmaktadır. Müslüman yaşadığı toplumda daveti ileriye götürecek vesileleri tanımadan önce, toplumun genelini iyi bilmelidir. Kur’an kıssalarında birçok farklı toplum ayrıntılı bir şekilde bize anlatılmıştır. Sonuç itibariyle şu görülmektedir ki her topluma, ana hatları aynı olmakla beraber farklı şekillerde davet götürülmüştür. Bizler Kur’an ve Sünnette en ayrıntılı olarak İsrailoğullarının ve Allah Rasûlü’nün zamanındaki toplumları inceleme fırsatı bulabilmekteyiz. Ve konumuz bağlamında değerlendirdiğimizde ambargo yılları ile karşılaşmamız hâlinde Ben-i Haşim gibi bir toplumu karşımızda bulamayacağımızı rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü tarih ve yaşadığımız an, içinde bulunduğumuz toplumun İsrailoğullarına daha çok benzediğini bize göstermektedir.
Öyle ise davaya gönül vermiş Müslüman fert, imtihanlar karşısında sadece kafirlerin değil aynı zamanda çok yakın gibi gözüken insanların da onlara zarar vereceği gerçeğini aklından çıkarmamalı, bu taifelerden beklentilerini azaltmalıdır. Şüphesiz imtihanı atlatmanın en önemli aşaması, zihni olarak musibete hazır olmaktır.
Duamızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamddır.
İlk Yorumu Sen Yap