Dünya yurdunda hayat ile beraber insana verilen en büyük nimet gerçek anlamda özgürlüktür.
Her bir insanın şu dünya hayatına özgür bir fert olarak gözlerini açıyor ve adımını atıyor olması yüce Rabbimizin en büyük lütuflarındandır. Fıtratı ve tevhidi yok sayan heva ürünü özgürlük tanımları, kuramları ve sınırsızlıkları her geçen gün insanlarımızı tahmin bile edilemeyecek katı ve uzun süreli bir esarete mahkum etmektedir. Özgürlüğün gerçek mahiyetinden habersiz olanlar için özgürlük demek fıtrî ve tabii olanın dışına çıkıp hakka karşı asi olmak anlamındadır.
Hayatın varlık nedeni olan tevhid inancına ve fıtrata göre özgürlük kişinin kendi öz ve özgür iradesiyle yegane yaratıcı ve mutlak hakim olan Allah’a subhanehu ve teâlâ hakkıyla kul olabilmesidir. Kulluk, yani bir anlamda ‘kölelik’ ile özgürlük arasında böyle bir bağıntı kurmak kulluğun ve özgürlüğün asli anlamından gafil olanlar için şüphe üreten bir çelişki olarak görülebilir. Heva, şüphe ve çelişkiler yumağına gömülmüş olanlar ile tevhidin esası olan bir gerçeklik karşısında kendisini buğz ve adavet safında konumlandıranların bizzat kendileri dünya hayatındaki varlık amaçlarının dışında ve hatta çukur yerlerde konumlandıklarını (veya konumlandırıldıklarını) idrak edemezler.
Özgürlük esas itibariyle fıtrî ve tabii olmayan yaşam alanlarından, tevhid akidesine uygun olmayan inanç ve düşünüşlerden ve sünnet-i seniyyeye muvafık olmayan her şeyden bağları koparmaktır.
Özgürlük aynı zaman da her bir fert için, en başta da muvahhid bir mümin için güçlü bir isyan ve itiraz alanıdır.
İslam’da gerçek özgürlüğe ulaşabilmek de ilk anda bir isyan, inkar ve itiraz ile başlar. İşte bu nedenledir ki tevhid akidesine göre gerçek kulluğun/teslimiyetin ilk şartı El-Aziz ve El-Celil olan Allah dışındaki tüm ilah taslaklarına ve tüm tağutlara karşı isyan etmektir, onları inkar edip yok saymaktır ve daima güçlü bir itiraz pozisyonunu muhafaza etmektir.
Özgürlüğü tefessüh etmiş köhne ve dogmatik ideolojilerine ambalaj kılan modern şirk cereyanlarına kapılan romantik özgürlükçülerin ömürleri boyunca birkaç santim dahi ilerleyemedikleri patinaj alanının söylem olarak gerçek özgürlükle benzerliği dahi söz konusu değildir. Zira İslam’da özgürlüğün, yani özgür, muvahhid ve izzetli bir mümin olmanın ilk şartlarından biri, kişiyi aşağılıkların aşağısı bir düzeysizliğe gömmeye çalışan her türlü şeytani-tağuti güçlere karşı isyan iken; sonradan üretilip dolaşıma da batı etiketleriyle sokulan özgürlük tüccarları ve pazarlamacılarının sahte özgürlük anlayışlarının temelindeyse, kullarını özgür birer birey olarak yaratan Allah’a subhanehu ve teâlâ karşı isyan ve itiraz vardır. El-Aziz ve El-Celil olan Allah’a karşı isyan ve itiraz ise doğal olarak özgürlüğe değil, şeytani ve tağuti güçlere bağımlılık ve kölelik neticesini doğurur.
Özgürlük; herkesin inancına, düşüncesine ve yaşam tarzına göre çok farklı tanımları olan bir kavramdır. Tanımların farklı ve hatta birbirine zıt olması birçok alanda ciddi problemlere sebep olmayabilir. Fakat benim özgürlüğüm ile senin özgürlüğünün sınırları birbirine dayanıp biri diğerini zorlamaya başladığında asıl mesele orada başlar. Zira her iki anlayış arasında bir hakemlik söz konusu olacaktır. Hakemlik ve nihai hüküm konusunda ortaya konacak irade, özgürlüğün niteliğini de belirleyici olur. Rabbani bir bağış, fıtri ve doğal sınırlar içerisinde tanımlanmış bir özgürlük anlayışı her bir insanın bizzat kendi öz nefsi ile, toplumla ve yüce yaratıcı ile barışık olduğu bir hayat yaşamasını kolaylaştırır. Bu durumda kişi sahte özgürlük söylemleri ile veya ambalaj özgürlükçülerinin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği kesin olan ütopik vaadlerle zihinlere üfürdükleri sanal özgürlük avuntularıyla yetinmek zorunda kalmayacaktır. Bu anlamda özgürlük, her bir birey için özgürlüğün anahtarı olan muvahhid kulluğun yüce Allah’a takdim edilerek hakiki manada gerçekleştirilmesiyle mümkün olur. Özgürlük gibi insan için hayati bir kavramın tanımında hakka muhalif milimetrik bir sapma bile özgürlüğün gerçekleşmesinde devasa tahribatların ortaya çıkmasına neden olur. Günümüzde yaşanan/şahit olunan itikadi, menheci, kültürel, siyasal, ticari, sanatsal ve ahlaki yozlaşmanın yaygınlaşıp derinleşmesinin en başta gelen sebeplerinden biri de budur. Kişi, özgürlüğünü kendisini yaratan Allah’a kullukta bulunup kalbini O’na subhanehu ve teâlâ müteveccih kılmakta elde etmeyip de Allah’tan başka kimselere/şeylere mutlak bir bağlılıkla itaatte bulunarak özgür olabileceğini zannettiğinde ruhsal ve zihinsel tükenişini de böylelikle ilan etmiş olur. Konforlu bir hayat yaşıyor olmak, ülke ülke, diyar diyar gezmek, kısa sürede çok para kazanabilmek, dünya hayatını kolaylaştıran her türlü imkana kavuşmak ve her türlü nimeti elde edebiliyor olmak dahi söz konusu ruhsal ve zihinsel çöküşe ve tükenişe engel olamaz.
Şeytani ve tağuti esaret altında ve heva ve şüpheler kumkumasında ömür tüketip tâbi olduğu örgüt, parti, ticari tarikat, kurum veya liderin belirlediği kriterler çerçevesinde yaşayanların özgürlükleri örgütün, partinin, ticari tarikatın veya liderin çizdiği sınırlara kadardır. Hâl böyleyken özgürce seyahat etmek, doyasıya yiyip içmek, ihtiyaçlardan ziyade zevk ve konforun belirleyici olduğu mütref bir hayat yaşayabiliyor olmak, canının istediğini yapmak veya istemediğini yapmamak şeklinde cari olan bir yaşamda özgürlük değil, esaret ve kölelik vardır.
Özgürlük denince özgürlüğün asli anlamı dışında akla ilk olarak birçok hak ve hürriyetlerinden mahrum bırakılmış mahpus Müslümanlar gelir, gelmelidir de, böyle bir durumda hapishaneler için küçük bir pencere açmak gerekir. Hangi türden olursa olsun, İslamî olmayan idari düzenler suç ve suçlu üretmede adeta birbirleriyle yarışırlar. Esasen suç da, suçlu da hayatın doğal akışı içerisinde sosyal bir gerçekliktir. Nitekim şer’i şerifin devasa fıkıh literatüründeki cezaî müeyyideler ve hadlerin varlığı da bunu göstermektedir. Büyük günahlar kapsamındaki bazı suçların cezalarının Kur’an-ı Kerim ayetleri ile tespit edilmiş olması, bir kısım suçların cezalarının da sünnet ile belirlenmiş olması Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem bizzat aralarında yaşadığı ilk nesil muvahhid toplum içerisinde de suç ve suçlularının sosyal bir gerçeklik olarak var olduğunu gösterir. Suçun ve suçlunun muvahhid bir toplumda asgari düzeyde var olması toplumsal hayatta tolore edilebilir ve doğal karşılanabilir bir durumdur. Tevhid ve Sünnet toplumu suç ve suçluluk istatistiklerinin minimum olduğu ideal bir toplumdur. Cahiliyenin hüküm sürdüğü şirk ve küfür düzenlerinde ise sosyal, siyasi, hukuki ve eğitim ile ilgili yapı öylesine ifsada uğratılmıştır ki sistem kesintisiz olarak suç ve suçlu üretir. Mesela, çok kısa bir süre önce açılmadık kapalı kapı bırakmayan ve çok uzak diyarları yakın eyleyip imkan, fırsat ve menfaat anahtarı olan ‘Hoca efendi’ vb. gibi simgeler bugün itibariyle çok ağır cezalar gerektirebilen suç unsurlarına dönüşüverdi. Böylesine çarpık cahiliye sistemlerinde hiç şüphe yok ki en büyük mağdurlar her zaman olduğu gibi yine Müslümanlardır. Şirk sisteminde çarkın başında kim olursa olsun suçlu/sanık sandalyesinde oturan/oturtulan kişi hep aynıdır: Müslüman Sanık veya suçlu ilan edilmek, doğal olarak özgürlüklerinden ve haklarından da mahrum kılınmak demektir. Hak ve özgürlüklerin pervasızca ihlal edildiği ve bu hâlin sistemleştirilip süreklileştirildiği özel alanlardır hapishaneler. Dışarıda rahatça hareket edebiliyor ve serbestçe dolaşabiliyor olduğu için birçok insan her ân rızıklandırıldığı özgürlük nimetinin kıymetini gereği gibi takdir etmiyor olabilir. Fakat özgürlüğü elinden alınıpta kafesi küçültülüp daraltıldıkça insan için özgürlüğün anlamı daha da büyür ve o ulaşılamayan lezzeti ve cazibesi artar.
Cahili şirk düzenlerinde uygulanan ceza politikaları da ayrıca büyük bir zulüm kaynağıdır. Sistemin suçlu olarak ilan ettiği Müslüman bir mahpus sadece özgürlüğünden veya temel insani haklarından mahrum bırakılmaz. Bununla beraber yakınlarını da içine alan zincirleme mahrumiyetler ve hak ihlalleri gibi tatsız durumlarla da yüz yüze kalır. Mahrumiyet ve hak ihlalleri halkası sistem tarafından orantısızca geniş tutulmasına rağmen mahpus Müslüman daha ziyade bizzat içerisinde bulunduğu zorlu şartlara odaklanmak ve hesapsız problemlerle boğuşmak zorunda bırakılır. Mahpus bir Müslüman özgürlüğünün elinden alınmasının ve temel birçok hakkının ihlal edilmesinin dışında en büyük kısıtlılığı veya mahrumiyeti sesini duyuramaması yahut sesinin duyulmamasıdır.
Toplumsal algı gayriislamî düzenin yoğun çabalarıyla ters yöne kanalize edildiği için doğru veya yanlış ölçüleri tepetaklak olmuştur. Masumiyetini ve mağduriyetini açık delillerle belgelendirmesi talep edilen ve kısıtlılık/mahrumiyet hâli içerisinde olduğu hâlde suçsuzluğunu ispat etmekle mükellef kılınan birçok Müslüman hukuksuz bir şekilde özgürlüğünden mahrum bırakılmaktadır. Alıp verdikleri nefes gibi özgürlüğün de değerinin ve eşsizliğinin ayırdında olmayan nice insan uzun yıllar boyunca özgürlüğünden mahrum edilen ve ağır cezalarla tecziye edilen mahpus bir Müslüman hakkında ‘Ağır bir ceza aldığına göre bunu hak etmiş olmalı’ gibi insafsızca düşünce ve kanaatlere kapılabilmektedir.
Küçük ve kalabalık hücreler içerisinde özgürlüğü elinden alınmış mazlum ve mağdur Müslüman mahpusun hareket alanı çok dar olsa da ruh ve zihin dünyası olabildiğince sınırsızdır. Bu anlamda içeridekiler ile dışarıdakiler arasında birbiriyle çelişik manzaralar ortaya çıkar. Dışarıdakiler fiziken serbest ve özgür; ruhen ise prangalı ve bağımlı yaşıyorken içeridekilerde durum tam tersi bir hâldedir. Ruhen, zihnen ve kalben hem dışarıda hem de içeride özgür olmaya ve öyle kalmaya muvaffak olanların sayısı ise azdır. Yeryüzünde serbestçe gezebilen her bir insan ruhen, kalben ve zihnen nefsani bukağılarla prangalanma tehlikesiyle yüz yüze kalır. Hayat sevgisi ve dünyevi olana bağımlılık kendisinden en zor kurtulabilinen esaret zincirleridir.
Kendi öz nefsinin dahi efendisi olamayan bir kimsenin hakiki manada özgür olduğu iddia edilemez.
Yüce bir âleme yar olup hiç kimseye muhtaç kalmadan kendi kendine yeterli olabiliyorsa bir mümin, özgürlüğün meyvesini devşirmiş ve tadını lezzetini almıştır.
Yalnızlıktan, fakirlikten, zincirlerden ve şerefli bir ölümden korkmayan bir Müslüman kopması olmayan sapasağlam bir kulpa yapışmış demektir.
Özgürlük; Allah’ın subhanehu ve teâlâ belirlediği hudutların ihlal edilmesi, insanın fıtri sınırlarını yıkması yahut nefsine zor geldiği için istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda kalmaması demek değildir.
Özgürlüğün aslı tevhid ve sünnete ittibaen üretilen hayırlı amellerin selim bir kalp ile Allah’a subhanehu ve teâlâ takdim edilebilmesidir.
El-Aziz ve El-Celil olan Allah’a kullukta bulunarak gerçek anlamda özgürleşen muvahhid bir müminin özgürlüğü ile insan suretindeki herhangi bir varlığı ‘Önder, Reis, Şef, Serok, Ğaws…’ gibi sıfatlarla rab edinip onlara kölelik edenlerin özgürlüğü(!) arasındaki fark, güneşin aydınlığı ile sigaranın ucundaki ateşin verebileceği ışığın hâli gibidir.
Kişi Allah’a ve Rasûlü’ne hakkıyla itaat etmeye güç yetirebiliyorsa insanlar arasındaki özgür adam odur.
Muvahhid bir mümin kendisini Allah’a kulluktan uzaklaştıran, Rasûlullah’ın sünnetine tâbi olmaktan engelleyen, hayırlarda çok daha az ile yetinmeye yönelten, dünya lezzetlerine daldırıp birçok kimse için vazgeçilemez olan şeylerden yüz çevirme iradesi göstermedikçe gerçek anlamda özgürleşemez.
Tevhid ve Sünnet nizamının rabbani ve nebevi kuralları çerçevesinde süregiden bir hayat, yeryüzünde elde edilebilecek en şerefli ve özgür bir hayattır.
Özgürlüğün gerçek anlamda değeri, sınırsızlığı ve bitimsizliği tam anlamıyla firdews cennetlerinde karşılığını bulacaktır. Genişliği yer ve gökler kadar olan nimetler ve özgürlükler yurdu cennetler de asil, temiz ve gerçek anlamıyla özgürleşen muvahhidler içindir.
Her bir kulunu özgür olarak yaratan Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd ederiz. İnsanı her türlü somut veya soyut putlara kulluk zilletinden kurtarıp El-Aziz ve El-Celil olan Allah’a kulluk izzetine ve özgürlüğüne kavuşturan hidayet önderimiz, efendimiz ve dostumuz Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem salât ve selam olsun.
İlk Yorumu Sen Yap