Savaş, barış, üstünlük, yenilgi, refah, kıtlık, güçlülük, zayıflık… Bu hâllerin hepsi sadece tek bir neslin yaşadığı süre içerisinde gerçekleşmiyor olsa da sonuç itibariyle tüm bunlar tarih boyunca insanlar ve milletler arasında dönüp dolaşır.
Güneş, ışığının çok güçlü ve sıcağının en yüksek derecelerde olduğu konumdayken, yani günün ortasında tam tepedeyken bu konumu, zevale doğru hareket ettiği ânın da başlangıcıdır. Geçmiş devirlerde her bir devlet tarihin tekerrürünün doğal bir sonucu olarak kuruluş-yükseliş-çöküş şeklinde cari olan kaçınılmaz akıbetle yüz yüze kalmıştır. Bir devlet, gücünün zirvesinde ise tıpkı güneşin tam tepede olduğu andan sonraki akıbeti gibi onun için de artık zevale doğru işleyen tarihsel süreç başlamış sayılır. Tarihi tekerrürü dediğiniz şey aslında Sünnetullahın tahakkuk ediyor olmasıdır.
“Allah’ın öteden beri süregelen kanunu Sünnetullah budur. Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.”(48/Fetih, 23)
Bu değişmez hakikatin ışığında bakıldığında bugün birçok yönden gücünün zirvesinde olan bazı ülkelerin zahiri görünümlerinin aksine içten içe bir bekâ endişesi yaşadıklarını görmek mümkündür. Bu endişenin sebebi, düzenli bir düşman ordusunun saldırı ve işgâl girişimi gibi yakın bir tehdit hâli değilse de giderek güçlenen ve yakınlaşan başka ihtimaller çıkıyor ortaya. Mesela küresel ekonomik sistemde yeniden ortaya çıkabilecek ciddi ve derin bir krizin özellikle de çok güçlü görülen bazı ülkelerin aleyhinde olmak üzere, yerleşik dünya düzeninin baştanbaşa değişmesine sebep olması bile muhtemeldir. Bu ülkelerin karma etkili, yıkıcı, bozucu gayri nizami savaş unsurlarının tehdit ve saldırılarının sürekli ve ısrarlı hedefi olmaları hâlinde mef’ul olarak hiç de alışık olmadıkları böyle kaotik bir durum karşısında sendeleyerek akıbeti kendileri için pek de iyi olmayacak krizlere doğru sürüklenmeleri kaçınılmaz olacaktır.
Şu sıralar Mısır’dan Yemen’e, oradan da Azerbaycan’a kadar geniş bir coğrafyada yeni bir Sykes-Picot haritasını sahada uygulamakla meşgul olup kendilerini dev aynasında gören bazı ülkelerin çok da uzun sürmeyecek bir vakit sonra kendi ulusal sınırlarının kaynar suya atıldıktan sonra çeken fanila misali merkeze doğru itilip küçülmesi gibi bir belayla yüz yüze dağılma sürecinin başlangıç safhasında olduğunu da aslında en iyi onlar bilir. Bu devletler, aslî bünyelerinde hissedilmeye başlanan hastalık belirtilerine karşın Ortadoğu İslam coğrafyasını ortak menfaatleri istikametinde istedikleri gibi dizayn edip çekip çevirmeye çalışmak gibi huylarından asla vazgeçmezler.
Rabbanî buyruklara Nebevi menhece aşina olan her bir Müslüman bilir ki çıkar ortaklığında tek millet gibi olan uluslararası toplum denen küresel şirk koalisyonu ülkelerinin Tevhid ümmetine ve İslam coğrafyasına yönelik müdahaleleri daima önceden tasarlanmış ve belli bir zamanlama ve planlamayla uygulanagelmiştir. Şu ânda bile Tevhid ümmetine düşman batılı ülkeler ile Tevhid düşmanı rejimlerin egemen olduğu İslam coğrafyasındaki ülkelerin başkentlerinde ve belli başlı şehirlerinde binlerce stratejist ve analistin istihdam edildiği birçok stratejik düşünce kuruluşu faaliyet göstermektedir. Bundan on yıllarca önce özellikle Ortadoğu’yu nasıl görmek istediklerini ve ne şekilde yeniden dizayn edebilecekleri üzerinde yaptıkları fikrî sondajların sahadaki uygulamalarına nasıl ki ancak günümüzde şahit olabiliyorsak tıpkı bunun gibi, önümüzdeki yıllarda da İslam beldelerini hem coğrafik hem de ideolojik olarak kendi çıkarlarına uygun ve kontrol edilebilir bir çerçevede yeniden kurgulama senaryoları üzerinde yoğun bir mesai harcadıkları hususunda hiçbir şüphe yoktur.
Bugün bilhassa Şam bölgesinde küresel patronlar ve yerel marabalar ortaklığıyla tatbik edilip kalıcılaştırılmaya çalışılan emperyalist projeler, uzun yıllardır güncellene güncellene uygun şartlarında oluşturulmasıyla ân itibariyle ulaşılan son aşamadır.
Kaptan köşkünde ABD’nin oturduğu uluslararası toplum ‘gemi’sinde küresel sisteme entegre olmanın doğal bir sonucu olarak yer alan Türkiye’nin mevcut sistem ve yönetimi ile söz konusu projeler de kendisine tevdi edilen ve küresel sistem içerisindeki (BM ve NATO üyeliği ile AB’ye aday ülke olması gibi) konumu itibariyle uygulamak zorunda olduğu politikalarla bu projeye mutlak surette katkı verdiği kesin olmakla beraber bu katkının hangi boyutlarda olduğu tam olarak bilinmemektedir. ABD ve AB ile aynı ‘gemi’de bulunmayı onlarla gerçek anlamda müttefik olmak şeklinde anlayan Türkiye’nin söz konusu müttefik ülke yöneticilerinin beyanatları, politikaları ve Türkiye’nin terörist olarak nitelendirdiği çok sayıdaki örgüte ve örgütçülere kucak açıp ittifaklar kurması karşısında ihanete uğramışların psikolojisiyle zaman zaman vaveyla etmesi ise aslında mizah konusu olabilecek cinsten bir tepkidir. Uluslararası toplum ‘gemi’sinin kaptan köşkündeki ABD ile diğer yardımcı kaptan konumundaki ülkeler ise kendisini aynı ‘gemi’de bulunduruyor olmalarını Türkiye’ye yaptıkları büyük bir lütuf olarak görmekte, hatta gerektiğinde kendisinden istifade edilebilecek sıradan bir tayfa muamelesi yapmayı sürdürmektedirler. Anadolu toprakları tıpkı Romalılar devrinde olduğu gibi bugün de Avrupalılar için önleyici savunma amaçlı bir ileri karakol hükmündedir. Neredeyse iki bin yıla yakın bir zamandır ta Romalılardan kalma ve Avrupalıların uygulamaya devam ettiği en istikrarlı politikalardan birisi de budur. Aksi hâlde Avrupalılar Türkiye’yi NATO üyeliğiyle veya AB’ye yakınlaştırmakla aralarına alıp barındırmazlar. Son göçmen krizinde de bu politikanın Avrupa ülkeleri açısından nedenli faydalı sonuçlar doğurduğu bir kez daha görülmüş oldu.
Tarihin Tekerrürü, Sünnetullahın Tahakkuku
Bugün çok güçlü ve kudretli gibi görünen emperyalist ülkelerin en azından bir kaçı başta belirttiğimiz kısır döngünün son aşamasına pek de uzak olmayan bir noktada bulunmaktadır. İslam coğrafyasında Tevhid ümmetinin aleyhinde olmak üzere açık veya gizli her türlü ahlaksız faaliyeti yürüten küfrün elebaşı bazı ülkeler, hiç ummadıkları bir zamanda ve hiç beklemedikleri yerlerden gerileme ve zayıflama sebeplerini oluşturacak siyasal, sosyal, ekonomik ve en önemlisi güvenlik ile ilgili kriz ile boğuşmak zorunda kalacakları bir devrin şafağındayız. Çok değil bundan yirmi beş yıl kadar önce, ortalama bir insan ömrü kadar hüküm sürmüş kudretli(!) ve şaşaalı komünist Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşü ve darmadağın oluş süreci tüm dünyayı meşgul ediyordu. Sovyetler Birliği’nin kızıl ordusu, çevre ülkelerdeki yönetimlere korku salıyorken bu ateist grubun zelil bir şekilde hezimete uğrayıp helâk olarak tarih sahnesinden çekilmesinin fitilini Afganistan’daki mücahidler ateşlemişti. Rusların bugün Akdeniz’de varlık göstermeye çalışmasının ve ordu envanterinde birikmiş olan bomba ve mühimmatı Şam bölgesinde Müslümanların üzerine yağdırıp yeni geliştirdiği uçak ve silahları denemesinin en mühim sebeplerinden birisi de işte bu yürek yarası ve kuyruk acısıdır.
Ruslar komünist Sovyetlerin Afganistan’daki rüsvay edici yenilgisinin kendilerince rövanşını alıyorlar Şam bölgesinde. Günümüz Rusyası açısından tarihin tekerrürü ve Sovyetler Birliği’nin akıbetine uğraması mevcut şartlarda daha mümkün ve muhtemel görünüyor. Rusya, on yedi milyon kilometre karelik yüzölçümüyle dünyanın en geniş topraklarına sahip ülkesi olmakla beraber doksandan fazla özerk cumhuriyetten/devletçikten oluşan bir federasyondur aynı zamanda. Bu federasyonun sınırlarının ‘tırtıklanması’ ve merkeze doğru itilip daraltılması korkusunu her zaman yaşamaktadır Ruslar. Sovyet artığı aslen komünist ve şimdilerde kızılhaç gösteren Putin ve yoldaşlarının ipini koparmış gibi gözlerine kestirdikleri yerlere saldırmalarının gerçek nedenleri arasında bu korku da var. İslam’a karşı duydukları kontrol edilemez hınçlarını ve kinlerini Şam beldelerini bombalayarak kusmaları, işte bu derin korkuları ile iç bünyelerinde (federasyon yapısında) belirmeye başlayan huzursuzluk emarelerini perdeleme çabasıdır. Şam bölgesine girip yerleşme aşamasında en büyük yardım ve desteği Rafizî İran’dan gördüler. Bunun haricinde son dönemde Ermenistan’ı kışkışlayıp Azerbaycan’a saldırtmaya çalışmakla, sürekli olarak didiştiği ABD ile ABD’nin Hristiyanlık ortak paydasında sempati ve desteğini elde etmeyi ummaktadır. Bununla Papa Francis ile Rus Ortodoks patriği Kiril’in Küba’da buluşup açtıkları yolda tüm Hristiyanları Tevhid ümmetine karşı birleştirmeyi, bölgedeki menfaatlerini garanti altına almayı ve Rusya Federasyonu’nun sınırlarını muhtemel tehditlere karşı daha da güçlendirmeyi hedeflemektedir. En azından bunları denemeye çalışmaktadır.
Amerikalılar, Ruslar, Avrupalılar, Rafizîler ve diğerleri… Hepsi de Tevhid ümmetine karşı akıllara durgunluk veren gayri insanî, gayri ahlakî savaş taktikleri ve katliam yöntemlerinde birbirleriyle adetâ yarış hâlindeler. Bilhassa Şam beldelerinde her birinin haçını ve bayrağını taşıyan ve langırt masasındaki demir çubuklara bağlı minyatür oyuncular gibi gerektiğinde hareket ettirilen maraba takımları var. Dünyanın ortası, Irak-Şam hattı gibi tarih boyunca zapt edilmesi ve elde tutulması en zor coğrafyada karşılarında şer’i esasları referans alarak bazı bölgelerde otorite kurmuş olan İslam Devleti gibi müşterek bir düşman olunca özellikle Hristiyanlar, siyonistler, kaşarlanmış Rafizîler ve bilumum ateistler ‘Hedefe ulaşmak için her yol mübahtır.’kemiksizliğini uluslararası şirk koalisyonunun savaş stratejisi hâline dönüştürdüler. Hangi beldede İslam düşmanlığı yapmaya güç getirebilen bir dabbe varsa anında şirk koalisyonuna iliştirilerek başta medya yoluyla marabalıkları ilan ve tescil edilir, sonra da askerî eğitimlerle, milyon dolarlarla ve silah yardımlarıyla techiz edilerek sahaya sürülürler. Fakat her zaman olduğu gibi yine Sünnetullahın tahakkuku ile tarih tekerrür edecektir.
“Nihayet bu, onlara yürek acısı olacak ve en sonunda mağlup olacaklardır.”(8/Enfal, 36)
Rafizîler ile Haçlı Siyonistlerin Müşterek Karakteri: Şa’s bin Kays
Hayatın birçok alanında bazı şeylerin aslında hiçbir şey olduğu gibi garip bir hakikat ile karşı karşıyayız. Mesela; İslam ümmeti delinince itikadî esaslar üzerinde sebat eden az sayıdaki Ehli Tevhid müminler topluluğu dışında bu terkibin 1 milyar 300 milyonluk Müslüman bir nüfusa tekabül ettiği gibi bir durumdan söz etmek mümkün müdür? Bir örnekle somutlaştıralım: İslam düşmanı her bir ülkeyle gizli açık her türlü işbirliği yapabilen ve muvahhidleri, yok edilmesi gereken baş düşman olarak gören ehli ridderafizîlerin de ‘ümmet’in aslî bir unsuru olduğunu söyleme cesaretini kim, hangi temel itikadî esaslara dayanarak ileri sürebilir? O Rafizîlerki söz konusu politikalarıyla Bağdat’ımızda ve Şam’ımızda daha önce rüyada görseler inanamayacakları bir iktidar alanına kavuştular. Siyonist haçlıların işgâl ettiği Irak, süreç içerisinde Rafizî İran’ın aynı işgâlcilerle ortaklaşa idare ettikleri bir sömürge eyaletine dönüştürüldü.
İsrail çete Devleti’nin kuruluş sürecinde ve sonrasında nasıl ki başta Avrupa ülkelerinden olmak üzere dünyanın dört bir yanından getirilen Yahudiler işgâl altındaki Filistin topraklarına yerleştirildilerse tıpkı bunun gibi Bağdat’a da işgâl öncesi mevcudun birkaç katı rafizî nüfus başka yerlerden göç ettirilerek yerleştirildi. Öyle ki yüzyıllar boyunca İslam medeniyetinin, ilmin ve hilafetin merkezi olmuş Bağdat tarihinin en ıstırap verici devrini yaşıyor bu dönemde. Zira Bağdat, Bağdat olalı hiçbir zaman bugünkü gibi bir ağırlıklı Rafizî kimliğe bürünülmemiş her daim nezih ve mümtaz bir İslam beldesi olarak varlığını ve asaletini korumuştu.
Afganistan, Yemen, Irak-Şam bölgesindeki köklü ve yaygın cihadî direniş hareketleri ile küresel küfrün elebaşı kimi batılı ülkelerde yer yer ortaya çıkan bazı misilleme eylemlerini gerçekleştiren tüm grupların Ehli Sünnet Tevhid ümmetine mensup olmaları gerçeği, başta ABD olmak üzere batılı ülkelerin kendi menfaatleri açısından çok verimli bir alana yoğunlaştırdı. Geçmiş yıllarda gizlice yürütülen işbirliklerini daha kapsamlı ve daha rahat yapabilmek için İran’la barışma(!) yolunu seçtiler. ABD ve batılı müttefikleri, İran liderliğindeki Şiî-Caferi blokla beklenmedik şekilde ve baş döndürücü hızda çok yakın ilişkiler kurup Tevhid ümmetine karşı stratejik işbirliğine yöneldiler. Süreç içerisinde bu işbirliklerinin Arap Yarımadası’nın bölünmesine kadar varabileceğini şimdiden tahmin etmek pek de zor değil. Batılılarla İran’ın vardıkları nükleer anlaşma ve İran üzerindeki ekonomik ambargoların kaldırılması da bu amaç ortaklığında niyetlerdeki samimiyetin karşılıklı olarak teyit edilmesiydi aslında.
Batılılara karşı geleneksel nezâketlerini esirgemeyen kurnaz acem siyasetçilerinin diplomatik pozları görünen resmin küçük bir parçasıdır. Rafizî taklit mercilerinin herbirinin tabilerini Ehli Sünnet Tevhid ümmetine karşı nasıl provoke edip galeyana getirdiklerini özellikle son yıllarda bir çok kez şahitlik etmişizdir. Bunların hâli Medine’de henüz yeni yeni kurulmakta olan genç İslam Devleti’nin varlığını direncini ve yükselişini bir türlü hazmedemeyen hain ve sinsi Yahudilerin hâline ne kadar da çok benziyor. Rafizî taklit mercilerine bakıp da Yahudilerin uzman provokatörlerinden Şa’s bin Kays karakterini hatırlamamak mümkün değildir. Şa’s bin Kays’ınicrâ ettiği şenâetlerden birini aktaralım ki bu örneği günümüz rafizîlerinin yaptıklarıyla karşılaştırdığımızda iki taraftan hangisinin diğerinden daha kötü olduğu hakkında bir fikrin oluşabilmesi kolaylaşsın.
Medine’de bulunan Hazreç ve Evs kabileleri Müslüman olmadan önce birbirleriyle hep savaş hâlinde idiler. Medine Yahudileri Hazreç ile Evs arasındaki savaşı sürekli olarak körüklemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Aynı zamanda sanatkâr bir kavim olan Yahudiler kılıç ve zırh gibi o dönemin savaş araç gereçlerini imâl edip savaşmakta olan kavimlere sattıklarından kabileler arasındaki husumet ve savaşın bitmesini hiç istemiyorlardı. Evs ve Hazreç kabileleri Müslüman olduktan sonra bugün dahi mükemmel bir örnek olarak karşımızda duran güçlü bir İslam kardeşliği bağıyla kardeş oldular. Aralarındaki kin ve düşmanlığı bitirdiler. Hazreç ve Evs kabilelerinin barışıp kardeşleşerek birleşmeleri onları oldukça güçlendirdi. Birleşip güçlenen ve Medine İslam devletinin aslî bir unsuru olan Müslüman kabilelerin bu durumu Medine Yahudilerini çok korkuttu ve Müslümanlarla barış anlaşması yapmak zorunda kaldılar. Malum Yahudi karakteri bu vaziyetten hoşnut değildi ve bunu hiçbir zaman hazmedemedi. Zira her geçen gün adetâ çığ gibi büyüyerek o vakte kadar hiç karşılaşmadıkları ve kendilerine yönelik büyük bir tehdit olarak algıladıkları olağanüstü bir durumla yüz yüze kalmışlardı. Üstelik Yahudi kabilelerini ekonomik olarak ayakta tutan en önemli gelir kaynaklarından biri olan silah tüccarlığı da bitme noktasına gelmişti. Yahudi karakterine özgü bir hazımsızlık ve sahibini helâk edici bir hasetle Müslümanlar arasında gizlice sinsî bir şekilde fesat üretip yaymaya devam ettiler.
Yahudilerin uzman provokatörlerinden Şa’s bin Kays isimli birisi bir gün Evs ve Hazreçten bir grup Müslümanın toplanıp kardeşçe muhabbet ettikleri bir meclisin önünden geçer. Cahiliye devrinde birbirlerine düşman olan her iki kabile mensuplarının bu şekilde cemaat hâlinde muhabbet ettiklerini görünce çok öfkelenir. Uzmanlık alanıyla ilgili olarak derhal bir müdahalede bulunması gerektiğini düşünerek tasarladığı planı en iyi bir şekilde yapabileceğini inandığı Yahudi bir genci yanına çağırır. Ona ‘Şu gördüğün cemaatin yanına git ve onların arasında otur. Onlara Buas (Buas günü: Müslüman olmadan önce Hazreç ve Evs kabileleri arasında yaşanmış büyük bir savaş.) gününü hatırlat. O zamanlarda birbirlerini hicvederken söyledikleri şiîrlerden bazılarını oku.’ diyerek onu Ensarlı Müslümanların üzerine gönderdi. Yahudi genç de kendisine söylenenleri yaptı ve sonuçta Hazreçliler ile Evsliler birbirlerini hiciv etmeye başladılar. Öyle ki, aralarından daha da ileri giderek silah kuşanıp karşı karşıya gelenler bile oldu. Bilahare Rasûlullah’ınsallallahu aleyhi ve sellem hadiseyi haber alıp müdahale etmesiyle iş tatlıya bağlandı. Müslümanlar bunun şeytanın bir oyunu olduğunu anlayıp pişman oldular ve birbirlerine sarılıp barıştılar.
Nübüvvet, cihat ve saadet devri Medine’sinden bugüne kadar sayısız Şa’s bin Kays karakteri gelip geçti. Bu karakterin günümüzdeki gibi görünür, yaygın ve etkili olduğu başka bir dönem olmamıştır. Rafizî taklit mercilerinden sapkın tarikat meddahlarına kadar farklı suretlerde ortaya çıkar bu karakter.
Bazen Tevhid ümmetine yönelik tehdit ve düşmanlık da ilk sırada bulunan kurnaz, takiyyeci, düzenbaz ve mezhepperestHamaney ile avânesi suretinde çıkar karşımıza Şa’s bin Kays.
Yahudi kavmi ile özdeşleşen ihanet, fitne ve ahlaksızlık özelliklerini vahşiyane zulüm uygulamalarıyla tüm dünyaya gösteren İsrail çete devletinin şimdiki ismi Netanyahu olan ele başlarıdır.
Bencil, açgözlü, kibirli, ahlaksız, sömürgeci ve kesintisiz fitne üreticisi batılı tipidir Şa’s bin Kays.
Teknoloji ve insan kaynaklı devasa fesat ağlarını kullanarak İslam coğrafyasında birçok kötülükler üreten sonra da ıslah/barış(!) gücü olarak değişik vasıtalarla doğrudan müdahale ederek tarifi imkânsız çok daha büyük kötülüklere sebep olan Haçlı Siyonistlerin marabası Obama’nın da ta kendisidir Şa’s bin Kays.
Yerel ve Küresel Şirk Sistemlerinde Önderleştirilen Yeni Karakter: ÜmmüKırfe
Türkiye’deki laik-Rafizî-sosyalist partilerde, sendikalarda, birçok dernek, vakıf ve meslek odalarında da her birisi birer ÜmmüKırfe kişilikli eş başkan karakterler özellikle de İslamî olan her şeye ve doğal olarak Müslümanlara karşı bıçkın, öfkeli, agresif tavırlarıyla fazlaca göze çarpmaktadırlar. Kanı, bu dişi kişiliklerin çoğunun damarlarında gezen ÜmmüKırfe’den kısaca söz edelim ki, ABD, Rusya ve rafizîlerin hizmetine mahsus bir görevi icrâ eden modern ‘ÜmmüKırfe’lerin hakiki konumları daha iyi anlaşılabilsin.
ÜmmüKırfe, Medine badiyesinde kabilesi ile birlikte yaşayan yaşlı bir kadın idi. Yaşlı bir kadın olmasına rağmen İslam’a ve Rasûlullah’asallallahu aleyhi ve sellem karşı düşmanca tutum ve hatta sövgülerden hiçbir zaman geri kalmazdı. Bu özelliğinden dolayı Medine çevresindeki İslam düşmanı Arap kabileleri arasında adetâ bir efsane hâline gelmişti. Yaşlı müşrike aynı zamanda diğer müşrik kabileleri genç İslam devletine saldırtmak için savaş kışkırtıcılığı da yapmaktaydı. ÜmmüKırfe’nin evinde hepsi de onun aile halkından olan elliye yakın savaşçı erkeğin kılıcı asılı dururdu ki, bundan ötürü diğer müşrik Araplar şöyle derdi:
‘Bugün ÜmmüKırfe’den daha emniyette ve ondan daha şerefli başka hiç kimse yoktur.’
Bu cürümlerinden dolayı kendisinden sonra gelecek aynı karakterdeki dişi kişiliklere ibret olacak şekilde Müslümanlar tarafından cezalandırıldı. ÜmmüKırfe’nin kabilesiyle yaşadığı mıntıkaya yapılan baskında Müslümanlardan Kays bin MuhassirradıyallahuanhÜmmüKırfe’nin bir ayağını bir deveye öbür ayağını da başka bir deveye bağladıktan sonra develeri ayrı istikamete sürdü. Böylece ÜmmüKırfe yaptıklarının cezası olarak öldürüldü. (İbni HişamSiyeri / İbni Sad Tabakat)
Şa’s bin Kays ve ÜmmüKırfe kişilikleri en başta ülkemiz olmak üzere tüm İslam coğrafyasında en az beş altı nesildir yetiştirilmektedir. Özellikle büyük kentler adetâ bu tip karakterlerin deposu hâline gelmiş durumdadır. Bu durum istisnaî bir vakıa değil bilakis onyıllardır sinsice sürdürülen bir stratejinin güncel bakiyesidir. İki kutuplu dünya şirk sisteminin, eş başkanlı küresel şirk koalisyonuna evrildiği günümüzde bu değişim yerel düzeyde de görülür bir şekilde ilerleme kaydetmektedir. Ebubekir radıyallahuanh ya da Usame radıyallahuanh yerine Şa’s bin Kays; Hatice radıyallahu anha yahut Fatıma radıyallahu anha yerine de ÜmmüKırfe kişilikleri üzerinden inşâ edilen bir toplumun varıp varabileceği nihaî menzil, mevcut şirk türleri arasında en çok rağbet edilen demokrasidir. O demokrasi ki Şa’s bin Kays ve ÜmmüKırfe kişiliklerinin böcek gibi üreyip çoğaldığı mezbelelikten başka bir şey değildir.
ABD de hâlâ devam etmekte olan seçim sürecinin sonunda küresel şer ve şirk sisteminin liderliğine Hillary Clinton isimli demokrat ‘ÜmmüKırfe’nin getirilmesi şimdiden en kuvvetli ihtimal olarak görülmektedir. Medine badiyesinde bulunan kabile çadırındaki ÜmmüKırfe ile Washington’daki Beyaz Saray’da oturması güçlü bir ihtimal olan ‘ÜmmüKırfe’ arasında birçok fark vardır elbette. Bunların en başta geleni Medine’deki nasipsiz yaşlı müşrikenin evinde elli savaşçı erkeğin kılıcı asılı dururken Washington’daki ÜmmüKırfenin emrinde veya etkisinde en az seksen ülkeye ait bayrağın bulunacak olmasıdır. Küresel şer ve şirk sistemi en güçlü olduğu şu son demlerde böylelikle gerileme sürecinin eş başkanına da kavuşmuş olacaktır. Küresel şer ve şirk sisteminin finansal, siyasal ve askerî alanlardaki gerilemesinin hızlanması, krizlerden krizlere sürüklenmesi, zayıflaması ve çöküş sürecine girmesi de; diriliş, toparlanma ve direniş sürecini tam olarak gerçekleştirme yolunda büyük mesafeler kat eden Tevhid ümmetinin elleri, emeği ve yardım ve zaferin yegâne kaynağı olan El-Aziz ve El-Celil olan Allah’ın nusreti ile mümkün olacaktır biiznillah.
Ordusununüstüngeleceğinevemutlakazafereulaşacaklarınadairgönderdiğielçileresözveren El-Aziz olan Allah’a hamd ederiz. Hidayet önderi rahmet ve kılıç Peygamberi Efendimiz Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem salât ve selam olsun.
İlk Yorumu Sen Yap