21. Yüzyılda insanlık tarihinin en ileri düzeydeki bilgi iletişim, paylaşım ve etkileşim dönemini yaşıyoruz. Bu gerçek, bireyin toplumun ve tabii ki devletlerin hayatını/işini kolaylaştırdığı gibi beraberinde birçok sakıncalar da ihtiva etmektedir. Sosyal bir varlık olarak insan da çevresindeki ve dünyadaki her türlü değişim ve gelişime ilgisiz ve kayıtsız kalamıyor.
Merkezinde insan faktörü olduğu için bu durum doğal olarak toplumsal ilgi ve duyarlılığın doğmasına, gelişip yaygınlaşarak güçlenmesine neden oluyor. Sürekli olarak çağın ruhuna veya ‘ruhsuzluğuna’ uygun yeni fikirler, planlar ve eylemler de üretiliyor, kurgulanıyor ve uygulanmaya çalışılıyor.
Bu tür faaliyetlerin devletin devasa güç ve imkanlarını ellerinde bulunduran ‘Nizami diktatoryal rejimlerin’ mutlak bilgisi, gözetimi ve kontrollerinde olduğu gibi doğru veya yanlış bir kabul, toplumun hemen her kesiminin zihinlerinde yerleşiktir. Bu kanaat, bilinç altlarına kazınmak suretiyle sonraki nesillerede tevarüs etmiş, yeni nesillerin inanç, fikir ve hareket alanları büyük ölçüde sınırlandırılmıştır.
Hararet ve Kıvılcım
İslam coğrafyasında hüküm süren diktatoryal tağuti yönetimler akıl almaz zulümlerle sindirmeye çalıştıkları halkların sükûnet görüntüsüne fena halde aldandılar. İhtişamlı saraylarından bakınca ülkelerinde her şey yolunda gidiyormuş gibi görünüyordu. Tabii, feryad halindeki mazlum halkın hararetinin gittikçe yükseldiğini fark etseler de hiç umursamıyorlardı. ‘Halk işte, her zaman ağlardı!’
17 Aralık 2010 günü Tunus’ta genç bir adam bu hararetten bir kıvılcım üretti. Halkının zihnini ve iradesini zapt u rapt altına aldığından emin olan Tunus’’un son tağutu despotik tahakkümüyle insanların ruhlarına ve kalplerinin en derin kıvrımlarına da nüfuz edebileceğini inanıyordu. Çünkü bunu böyle öğrenmişti. Ona göre başka türlüsü olamazdı.
O çok iyi biliyordu ki her ne yaparsa yapsın, halkın sadakatini hiçbir zaman elinde tutmayı başaramayacaktı.
Devletin yozlaşmışlığından, yöneticilerin zulümlerinden bıkan Ortadoğu Halkları tarih boyunca yöneticilerine/hükümdarlarına samimi bir bağlılık göstermişlerdir. Halkın bu tür zalim yöneticilere ve son asırda da tağuti düzenlere tahammülünün en önemli sebeplerinden bir tanesi anarşinin çıkmasına mani olmaktır. Yani istikrarın sağlanması korunması ve sürdürülebilirliğine duyulan çok kuvvetli ihtiyaç ve istek.
Osman’ın radıyallahu anh şehadetiyle ortaya çıkan fitne ve kaosları sonra da hanedanlıkların çöküşüne neden olan kan dökülmelerini gören halk, bilahare birlik ve düzeni muhafaza etmeye muvaffak olan her türlü rejime itaat edip, boyun eğmeye razı olmuştur. Özellikle müsteşrikler ile İslam düşmanlarının propagandasıyla oluşan ya da oluşturulan kanaatlerin aksine geçen yüzyılın başlarına dek Ortadoğu’daki iktidarlar halklarına yönelik despotik yönetim tarzı uygulamamışlardır. Hatta devletin sağladığı bazı faydalar ve avantajlara rağmen halk devlete zorunlu itaat haricinde çoğunlukla içten bir bağlılık ve destek göstermemiştir.
Esasen sadece bu coğrafyaya da özgü olmayan bir hakikatin tezahürüne daima şahit olunmaktadır. ‘İktidarın doğru ve adil kullanımı istisnadır.’ Ali’ye radıyallahu anh nispet edilen bir söz biraz daha açıklayıcıdır: ‘İktidarı ellerinde bulunduranlar ekseriyetle ceberutlaşır (diktatör)’. Bu çerçevede Mısır Hidiv’i M.Ali Paşa’nın Ortadoğu’daki iktidar döngüsünü özetleyen şu sözü de kayda değerdir: ‘Güçlü bir yönetici kılıcından ve kesesinden başka bir şey bilmez; birini çeker öbürünü doldurur!’
Coğrafi konumu, vahye dayalı dinlerin doğduğu, geliştiği ve yaygınlaştığı merkez olması ve dünya siyasetinin yönünün belirlendiği politikaların uygulama alanı olması hasebiyle Ortadoğu yeryüzünün merkezi konumunda kabul edilir. Bu merkez ve yakın çevresinde yaşanan çalkantılar aralarında kıdemli uzman analistlerin ve ultra komple teorisyenlerinin de bulunduğu kimseler tarafından öngörülemeyen küçük bir kıvılcımla başladı, tetiklendi. 2010 yılının son günleri diktatör tağutların sonlarının başlangıç tarihi oldu. Muhammed Boazizi isimli Tunuslu genç adam, dünya tarihinde yeni bir sayfa açan ‘vicdani dalgalanmanın’ ilk kıvılcımını tutuşturmuştu.
Ateş Yangın
Bir kısmı, şu anda orta yaşlardaki insanların doğum tarihinden beri iktidarda kalan diktatör tağutlar bu kıvılcımın barutlaşmış, hatta bizzat kendileri tarafından barutlaştırılmış halka sıçramasıyla neye uğradıklarını şaşırdılar. Muhtemeldir ki bu tağutlardan henüz sağ olanlar yaşadıkları bu kahredici yıkılışın şokunu halen üzerlerinden atamamışlardır.
Uzun yıllar boyunca en haklı, meşru insani ihtiyaç ve taleplerini dillendirmekten bile korkan, korkutulan insanlar ‘O gün’ün geldiğine inandılar. Adem’den aleyhisselam kıyamete kadar ki dünya tarihi boyunca cari olan sünnetullah her zaman olduğu gibi yine, yeniden devredeydi.
Kıvılcımın saçıp tutuşturduğu ateş gittikçe yayılmaya başladı. Öte tarafta ‘İslami’ ve ‘İnkılabi’ etiketlerle Müslümanların pazarında revaç bulmaya çalışan katı mezhepçi ve milliyetçi ‘şark kurnazları’ da boş durmuyordu. Şam’daki tağutun devrilmemesi için ‘göz yaşartıcı fedakarlıklarda’ bulunan İran, nasıl olduysa Bahreyn’de bir tağut keşfetmiş ve tez elden kellesinin alınmasını örtülü bir devlet politikası haline getirmişti. Bu arada doğuya doğru yayılmaya başlayan yangının dumanı da azap yüklü kara bulutlar gibi Şam’ın Sfenks’inin oğlunun yani daha basit bir ifadeyle tağut oğlu tağutun zulüm saraylarının içine dolmaya başlamıştı. Doğal olarak bu durum şark kurnazı, diplomasi tilkilerini derin endişelere sevk etmekteydi.
Ülkemizdeki tepki(sizlik)ler de endişe verici bir durumdadır. Zira hemen yanı başımızdaki yangının adını koyup alınması gereken tavır konusunda İslami camiadan mırıltıdan başka bir ses çıkmadı. Suriye’deki ‘devrimci vicdani direniş’ hareketi ile genel olarak Ortadoğu’daki ‘vicdani dalgalanma’ süreci karşısında ülkemizdeki İslami kesimlerin adeta nutku tutulmuş gibi sessiz ve tepkisiz kalmaları derin anlamlar içermektedir. Cılız ve kesik birkaç hoşnutsuzluk beyanı dışında İslamcı kesimlerin ‘yekpare’ cüssesi ile olağanüstü derecede ters orantılı bu sükunet aslında cemaatlerde ciddi bir kimlik ve aidiyet bunalımının da belirtilerini göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Doksanlı yıllardaki cevval kalabalıkların o dönem İslam coğrafyasının farklı yerlerindeki olumsuz gelişmeler karşısında ortaya koydukları aktif duyarlılıklar neden şimdi gösterilmiyor?
Yoksa Şam’daki tağut oğlu tağutun yaptığı zulüm ve kıyım Saraybosna’da Miloseviç’in, Grozni’de Putin’in, Irak’ta Saddam’ın ve Filistin’de Siyonistlerin ortaya koydukları zulüm ve kıyımdan daha mı az veya daha mı ‘anlaşılabilir’ ve ‘kabul edilebilir’ bir derecede görülüp değerlendiriliyor. Halbuki iktidardaki güç sahipleriyle dirsek teması ve omuz hizasında olmayan hemen hemen hiçbir ‘İslamcı’ grup kalmadı. Hal böyleyken büyük dönüşümlerin yaşandığı coğrafyayı sadece seyretmek için başka nedenler olmalı, değil mi?
Şu sıralar yaşanmakta olan süreç, Müslümanlar olarak umduğumuz sonuçları doğurmayacaktır kuşkusuz. Zaten böyle kısa vadeli beklenti Sünnetullah’a da münasip düşmemekte ayrıca pek gerçekçi bir yaklaşım da değildir. Ümid ediyoruz ki bu kitlesel dalgalanmalar ‘cahiliye’ toplumlarını muvahhid ve muttaki önderlerin rehberliğinde ‘tevhid ve takva’ ümmetine doğru yöneltecek güçlü bir altyapının oluşmasına vesile olur. Bu türden tarihi değişim ve dönüşüm süreçleri çok hızlı ve çok farklı boyutları olan süreçlerdir. Tıpkı bulutlarda toplanan elektriğin kuvvetli bir ışık yayarak gümbürtülü bir şekilde yıldırım olarak düştüğü yerdeki yanıcı maddeleri infilak ettirip büyük ve kontrol edilemez bir yangına sebebiyet vermesi gibi tehlikeli süreçlerdir de. Bu tehlike İslam düşmanı baascı ve sapkın Nusayri taifesinin Suriye’deki katliamlarına sessiz ve tepkisiz kalınmasına asla makul bir gerekçe değildir, olamaz. İslami camia’nın büyük bir kısmındaki basiret bağlayıcı İran muhabbeti de bu sükutun kabul edilemez ‘gerekçe’lerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Komplo Teorisi, Katliam, Gerçek
Adeta bir İslam devletinde ve muvahhid bir toplumda yaşandığı zannını veren ‘Şeyh, üstad, abi, alim, hoca efendi’ kartvizitli kanaat ve cemaat önderleri, mensuplarının ve takipçilerinin önündeki en rahatsız edici zihin ve irade bariyerleridir. Ortaya koydukları pasif, renksiz ve isabetsiz yorum, analiz ve tavırları da aşılması gereken ilk engellerdir. İktidardaki zevatla aynı duygu ve yaklaşım ekseninde buluşan ve ‘İslami kesim’ den ‘modern muhafazakârlığa tenzil-i rütbe eyleyen bu insanların bu türden olumsuz hallerinin belki de en önemli dayanakları sayısız komplo teorilerine yaslanıyor olmalarıdır. Kalpler hissetmek istemiyorsa, gözler görmekten aciz ise tüm dünyanın şahit olduğu katliamların gerçekliği karşısında hangi komplo teorilerine itibar edilebilir ki?
910 km.’lik kara sınırımız olan Suriye’ye Müslümanca özgün bir şekilde bakamayıp İran’ın optik dürbünlerinden bak(tır)ıldığında hadiselerin niteliği de hemen değişebiliyormuş!
Sosyalizm ve Arap milliyetçiliğinin karışımı batak bir ideoloji olan Baas rejiminin sahipleri 1973 yılına kadar Şia mezhebinde dahi (ğulat) sapkın olarak kabul edilen Nusayriye fırkasına mensuptur. Bu sapkın fırkanın mensubu olan Hafız Esed, Suriye’de askeri darbeyle iktidara geldi.
O dönemki Suriye anayasası ‘Müslüman’ olmayanın cumhurbaşkanı olmasını engelliyordu. H.Esed anayasayı değiştirme gereği duymadı. Lübnan Hizbullah’ının bileşenlerinden şii-emel örgütünün kurucusu olarak kabul edilen Musa Sadr 1973 yılında bir otelde diğer tüm alevileri de kapsayan bir fetva yayınladı. Bu fetvada Türkiye’deki aleviler de dahil bütün aleviler ‘şii Müslüman’ olarak tanınıyordu. Bu fetvayla Suriye’deki (ğulat) sapkın Nusayriye fırkası da Musa Sadr’ın bu lütfuna mazhar oluyordu. Böylece H.Esed’in cumhurbaşkanlığı önünde herhangi bir engel kalmadı. Esed, daha sonra Suriye’nin önde gelen sünni (!) alimlerinden Said Ramazan El-Buti ve Şeyh Keftar gibilerinden aldığı fetvalarla konumunu sağlamlaştırdı.
1979’daki devrimle beraber İran’a ve halkına aralarında Suriye’deki İslami hareketlerde olmak üzere tüm dünyadaki birçok İslami camia büyük bir sevgi ve sempati besledi.
1982’deki Hama katliamında Suriye’deki mazlumların hawar/imdat çağrılarına Ali Hamaney’in Hafız Esed’e destek ziyaretiyle cevap veren İran ile Suriye arasındaki münasebetler mezhebi akrabalık ilişkisine dayanmaktadır. Nusayriye fırkasının İsnaAşer (On iki imamcı) şiilerince meşru olarak kabulü doğal olarak her iki rejim arasındaki ilişkilerin de temel referans zeminini oluşturmaktadır.
Sokaklarda çocukları katleden, akıl almaz bir vahşet sergileyen Suriye baasçılarının sebep oldukları bu insanlık trajedisine karşın İran’ın ve kendilerinden beri olan isimle Lübnan ‘Hizbullah’ının Şam’daki tağuta bu kadar güçlü ve açık destek vermeleri başta Müslümanlar olmak üzere dünyadaki tüm mazlumlar nezdinde itibarlarını(!) beş paralık etmiştir. Günlerinin sayılı olduğuna inandığımız bu diktatör tağuta destek olmanın akıl alır bir tarafı yoktur. Bu hal asla hoş karşılanabilir değildir.
Reel-politik gerekçeler ileri sürüp ‘devlet politikası’ perdesinin ardına sığınarak Suriye halkına hemen her gün birkaç ‘Gazze bombardımanı’ yaşatan ve zulümde siyonistlerden de çok daha ileride olduğunu gösteren Esed’in sırtını sıvazlaması ne şimdi, ne yakın zamanda ne de uzun vade de mezhepdaşı İran’a hiçbir yarar sağlamayacaktır.
Baasçı ve sapkın Nusayriler hariç Suriye halkı ile İran arasında Hama katliamından bu yana zayıf ve çatlak olan köprüler uzunca zamandır onarılmayı bekledi. Hama katliamına seyirci kalmakla yetinmeyip Hafız Esed’e moral ve siyasi desteğini esirgemeyen İran 2012 yılında Hama’nın 31. yıldönümünde oğul Esed’in ‘birkaç Hama katliamı’ teşebbüslerine de desteğini gizleme ihtiyacı hissetmemektedir. Devlet olmanın ‘sorumluluğu ve özgüveni’ demek ki böyle davranmasını gerektiriyor! Mazlum Suriye halkı ile İran arasındaki köprüleri yıkan İran’ın bizzat kendi ‘devlet aklı’nın ürünü mezhepçi ve milliyetçi politikalardır. İran’ın kör bir mezhebi taassupla hareket ederek aslında bizzat kendi ayaklarına kurşun sıkmaya başladığının farkına varamıyor olması düşünülebilir mi ?
1982 Hama katliamında İslam düşmanı Baasçı Hafız Esed’le dayanışma içinde olan İran, Rusların kovulması sonrasındaki Afganistan’da giriştiği ‘karmaşık ve kirli’ işlerle savaştan nefesi kesilmiş Afganlara yönelik pekte dostça olmayan tutumları gösteren İran, Azerbaycan’a saldırıp topraklarını işgal eden ve hocalı katliamını gerçekleştiren Ermenistan’ın yanında saf tutan İran 2003’teki Amerikan işgali sonrasında adeta altın tepside sunulan şii iktidarıyla işgalden en çok karlı çıkan yine İran… Tabii bunlar yaşanırken Amerika ve özellikle de İsrail’le karşılıklı davul çalıp peşrev çekerek naralar atmakla İslam coğrafyasındaki anti siyonist damarları kabartmayı ve sempati toplamayı da çok iyi becermektedirler. Bu da onlar için bir artı(!) olsun.
Dikkatli ve bilinçli bir takip Ortadoğu için planlandığı iddia edilen yeni dizayn ve düzende herkesin ‘amansız düşmanlar’ olarak görüp öyle inandığı birkaç ülkenin uzun vadede menfaatlerinin hem de çok şaşırtıcı ölçüde örtüşebileceği açıkça görülebilecektir.
Bağnazlığa yakın bir taassup, mezhebi adeta içinden çıkılamaz bir zindana dönüştürür. Böyle bir zindanda akıl tutulması yaşanır, basiret körelir, uzun yıllar ve çetin mücadelelerle elde edilen kazanımlar değerini yitirir.
Diktatör tağutlarla mezhep kardeşliği temelinde ve şark kurnazlığı yöntemleriyle uygulanmaya çalışılan politikalar unutulmasın ki muhataplarda da umulmadık ve onulmaz yaralara neden olacaktır. Böyle bir hoyratlık belki yakın zamanda açık ve fiili bir düşmanlığa hemen kapı aralamayabilir. Ancak böyle bir durumda dostluğunda asla sağlıklı bir şekilde tesis edilemeyeceği gün gibi ortadadır.
‘Onlar işledikleri kötülükten birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. And olsun yaptıkları ne kötüdür’ (5/Maide, 79)
İlk Yorumu Sen Yap