SON DURAK

Medine’de son duraktayız. Hudeybiye’ye gidiyoruz. Zihnimiz ise daha gerilere, Hendek Harbi’ne uzanıyor. Mekke müşrikleriyle ittifak kuran Arap kabileleri Hendek Harbi’nde yeniliyor. Bu yenilgi, Müslimlerin gücünü herkese gösteriyor. Bunu fırsat bilen Resûlullah (sav) umre yapmak istiyor. Ardından bir rüya görüyor. Rüyasında Mescid-i Haram’a girdiklerini, Kâbe’nin anahtarını aldıklarını, tavaf ve umre yaptıklarını; bazılarının saçlarını tamamen tıraş ettiğini, bazılarının ise kısalttığını görüyor. Bu rüyayı ashâbına haber veriyor. Herkes hazırlık yapmaya başlıyor. Yaklaşık 1500 kişi bu ibadet için Resûlullah (sav) ile yolculuğa niyetleniyor. Umrecilere bir şart koşuyor Nebi: Yalnızca yolculuk silahı olarak bir kılıç alınacak.

Nitekim kılıçlar kınına konuluyor, kurbanlıklar hazırlanıyor. Zu’l Huleyfe’de kurbanlıklar işaretleniyor. Yüksek sesle telbiye getirilerek yola devam ediliyor ki Mekke, bu yolculuğun umre amaçlı olduğunu idrak etsin.

Ama nerede Mekkelilerde bu anlayış, bu hoşgörü! Hemen istişare edip ne pahasına olursa olsun Resûlullah ve ashâbını Mekke’ye sokmama kararı alıyorlar. Ardından Hâlid ibni Velid komutasında 200 kişilik bir orduyu Mekke girişine konuşlandırıyorlar.

Resûlullah (sav) yolunu değiştirerek ilerlemeye devam ediyor. Derken Resûlullah’ın devesi Kusva çöküyor. Kaldırmak istiyorlar, kalkmıyor. “Kusva direniyor!” diyorlar. Nebi ise, “Onun böyle bir huyu yok. Filin yürümesine engel olan, onun da yürümesine engel oluyor.” buyuruyor. Sonra da, “Allah’a yemin ederim ki Allah’ın haram kıldığı hususları kabul etmeleri ve ona değer vermeleri şartıyla Kureyşliler benden ne istese onu veririm!” diyor. Deve hemen sıçrıyor ve Hudeybiye’ye varıyorlar.

Burada su çok az. Ancak ellerini yüzlerini yıkayabiliyorlar, su bitiyor. Resûlullah (sav) sadağından bir ok çıkarıyor ve bunu suya koymalarını emrediyor. Oradan su fışkırmaya başlıyor. Herkes kana kana su içiyor.

Resûlullah’a (sav) Huzaa Kabilesi’nden bir elçinin geldiği bildiriliyor. Resûlullah niyetlerini açıklayıp, “Ya diğer Araplarla anlaşma yaptıkları gibi bizimle anlaşma yaparlar ya da savaşmak isterlerse tek başıma kalıncaya kadar onlarla savaşırım!” diyor.

Böylece tam dört elçi geliyor Resûlullah’a. Her biri, işaretli kurbanlıklardan ve silahsız gelişlerinden amaçlarının umre olduğunu fark ediyor. Bu sırada Nebi’nin ashabının ona olan düşkünlüklerini, bağlılıklarını, saygılarını da müşahede ediyorlar. Elçilerin ortak kanaati, Resûl’ün barış teklifini kabul etmek oluyor. Mekke liderleri bu fikri onaylamak zorunda kalıyorlar. Ancak gençler kabullenmiyor. 70 kişilik bir birlik oluşturup gece Müslimlerin karargâhına sızmak istiyorlar. Müslimler onları fark ediyor ve hepsini tutukluyor. Fakat Resûlullah (sav) savaşmak için gelmediğini bildirerek bu baskıncıları affedip serbest bırakıyor.

Son bir hamleyle Osman ibni Affan’ı (ra) Kureyş’e elçi olarak yolluyor. Kureyş, Osman’ı güzelce karşılıyor, dinliyor. Ardından tavaf yapmasını söylüyorlar. Osman ise Resûlullah (sav) yapmadan tavaf yapmayacağını ifade ediyor.

Osman’ın (ra) uzun müddet gelmeyişi herkesi telaşlandırıyor. Hatta bir dedikodu yayılıyor öldürüldüğüne dair. Resûlullah (sav), “Bu kavimle hesaplaşmadan buradan ayrılmayacağız!” buyurarak ashabını ölüm biatine çağırıyor. Herkes Resûlullah’ın elini tutarak ölümüne biat ediyor. Hatta Seleme ibni Ekva (ra) üç kez biat ediyor. Bu biat, Rıdvan denilen bir ağacın altında yapılıyor. Ve Allah (cc), bu biati yapanları Fetih Suresi’nde övüyor: “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ettikleri zaman Allah müminlerden razı olmuştur.”[1]

Müminler bu biati yaparken Kureyş’in tedirginliği artıyor. Hemen Süheyl’i yolluyorlar. Resûlullah (sav) Süheyl’i görünce, “İşimiz kolaylaştı. Bu adamı gönderdiklerine göre sulh istiyorlar.” buyuruyor.

Nitekim, maddeleri Müslimlerin aleyhine görünen Hudeybiye Antlaşması imzalanıyor.

Tüm bu bilgilerle varıyoruz Hudeybiye’ye. Gezip görülecek bir yeri yok. Sadece tahrip olmuş, çok eski bir yapı var. O da metal panellerle çevrelenmiş. Rıdvan ağacı ise tâ Ömer zamanında, hatta bizzat onun emriyle kesilmiş. Başta bu bakımsızlığı kınıyorsunuz ama biraz düşününce Suud Devleti’nin neden tarihî mekânlara böyle hor davrandığını anlayabiliyorsunuz. İnsanların birçoğu böyle yerlerin taşının toprağının dahi özel ve kutsanmış olduğuna inanıyor. Dolayısıyla bunlarla teberrükte bulunuyorlar. Ömer’in (ra) Rıdvan ağacını kestirme sebebi de bu anlayış. Düşünün, bu ağaç Türkiye’de olsaydı, üzerinde nice çaput bağlanır, gövdesi ve dalları üzerlerine kazınan harflere tanıklık eder; hatta bazen bereket umularak küçük parçalar kesilirdi. Oysa şirkin kapıları tam da böyle aralanıyordu…

Hudeybiye’nin bu bakımsızlığından sıyrılıp bir köşede, antlaşmanın ardından sahabenin üzüntüsünü düşünüyorsunuz. Anlaşmayı yenilgi olarak görüyorlar. Umre hevesleri kursaklarında kalıyor. Resûlullah kalkıp tıraş olmalarını ve kurbanlarını kesmelerini emrediyor. Sahabiler buna bir türlü anlam veremiyor. Tâ ki Resûlullah tıraş olup kurbanını kesene kadar. O zaman hatalarının farkına varıyorlar. Acele etmekten neredeyse birbirlerini ezecek oluyorlar…

Bu da bize, ölümüne biat edenlerin dahi hata yapabileceklerini ve en güzel emrin, örneklikle gerçekleşeceğini öğretiyor. Hudeybiye’den daha birçok dersle, en önemlisi de Allah’a (cc) ve Resûl’üne (sav) biatımızı yenileyerek ayrılıyoruz… Her asrın Rıdvan’ı başkadır. Bu asrın Rıdvan’ının ne olabileceğini düşünerek araçlarımıza biniyoruz. Sahi , bugünün Hudeybiye’sinde ne üzere biat isterdi Resul bizden?


[1] bk. 48/Fetih, 18

Önerilen makaleler