HUDEYBİYE ANTLAŞMASI GÜNÜMÜZ DEMOKRATLARINA DELİL OLUR MU?

Hamd, Allah’a; salât ve selam, Resûl’üne olsun.

Siyer tarihi İslami hareket için en temel delil kaynaklarından biridir. Allah (cc) Nebi’sini (sav) bizlere bu dini nasıl yaşayacağımızı öğretmek için göndermiştir. Tabii doğal olarak bu dini yeryüzünde hâkim kılmanın kodları da siyer tarihinin içinde mevcuttur. Ancak bir delilin sadece Allah Resûlü’nün (sav) hayatında var olması, onu asırlar sonra uygulamak için tek başına yeterli değildir. Hudeybiye Antlaşması’nda da göreceğimiz üzere yanlış bir istidlal yıllarca yapılan mücadeleleri hem dünyada hem ahirette boşa çıkarma tehlikesi doğurur.

On dört asır önce Allah Resûlü’nün (sav) risaletiyle başlayan süreç müminler için asırlar boyunca devam eden izzet ve şerefle yoğrulmuş günlerle doludur. Tabii ki arada çok acı sahnelerle karşılaşılsa da bunlar genel olarak İslam ümmetinin iç meselesi olarak kalmış, ancak kâfirlerin müminleri zillete düşürdüğü çok az vakıa gerçekleşmiştir. Bu tarz hadiseler de lokal düzeyde var olup etkisi koca bir ümmete sirayet etmemiştir.

Ancak yıllar boyunca içeride devam eden çürümenin sonucunda, bir asır önce hilafet ortadan kalkmış ve başı olmayan ümmet tespih taneleri gibi dağılıp ilk defa bir bütün olarak küfrün karşısında âciz hâle düşmüştür. Bu âcizlik beraberinde bir sorgulamayı ve kimlik krizini getirmiştir.

Zor zamanlarda yapılan ve şer’i ölçülere riayet edilmeyen muhasebelerin yol açtığı facialardan biri de maalesef bu süreçte ortaya çıkmış ve kurtuluş reçetesi olarak ümmetin önüne batıl yollar konulmuştur.

Kimileri ulusçuluk belasını bir çıkış yolu olarak görmüş ve ona sarılmış, kimileri buna, Batı menşeli ne varsa almayı vacip görecek kadar eziklik psikolojisiyle hareket etmeyi eklemiş ve ortaya Kemalist bir rejim çıkmıştır.

Bu, sadece yaşadığımız topraklara has bir kriz değildir. İslam ümmetinin hepsi aynı ateşin içine düşmüş, birbirine yakın yolları farklı zamanlarda deneyerek çeşit çeşit cahiliyeleri kendi topraklarında canlandırmaya çalışmıştır.

Ümmet anlayışının tek yol olduğuna inanan kesimler ise ciddi baskılarla karşılaşmıştır. Bırakalım bu anlayışı yaşatmayı, İslam’ın örfü diyebileceğimiz amelleri dahi yaparken zulme uğramış ya gizli gizli dinlerini yaşamaya çalışmış ya da bu sistem içerisinde tutunmanın mümkün olup olmadığına yoğunlaşmışlardır.

İşte, burada Hudeybiye Antlaşması’nın hükümleri gündeme geldi. Çünkü sistem içerisinde tutunmaya çalışanlar doğal olarak taviz vermeleri gerektiğini bildiklerinden ötürü hem demokratik sistemlerde başa gelebilmek için hem de başa geldikten sonra orada tutunabilmek için İslam’ın aslen kabul etmeyeceği şeyleri yapmaları gerektiğini pekâlâ anladılar.

Kendi coğrafyamızda bunu çok daha net olarak gördük. Çünkü hilafetin kaldırıldığı bu topraklar Batılı ve batıl sistemlerin yerleştirilmesi için diğer coğrafyalardan çok daha fazla işçiliğin yapıldığı, zulümlerin had safhaya çıktığı bir yer oldu. Sistemin içinde yer alabilmek adına talep edilen o kadar fazla şey vardı ki hiçbir mümin bunları gönül rahatlığıyla yapamazdı.

Bu yeni paradigmanın ortaya çıkardığı “taviz fıkhı”nın doğal olarak altı doldurulmalıydı. Her ne kadar günümüzde sisteme kanalize olan ve Kemalist uygulamaları yaparken herhangi bir rahatsızlık alameti göstermeyen yeni bir kuşak olsa da ilk dönemlerde bu, doğal olarak tartışılmış ve meşru bir zemine oturtulmaya çalışılmıştır.

Fakat bu yaklaşım birçok yönden eksik ve hatalı olmuştur. Zira Hudeybiye Antlaşması’nın mahiyeti, bağlam ve sonuçları doğru anlaşılmadığından, günümüz modern sistemlerine yönelik meşrulaştırıcı bir araç gibi görülmüştür.

Şimdi madde madde neden bu yaklaşımın hatalı olduğuna bakalım:

1. Hudeybiye Kaderî Bir Olaydır

Hudeybiye Antlaşması, doğrudan bir şer’i hüküm olarak değil; Allah Teâlâ’nın hikmetiyle şekillenen bir kaderî hadise olarak değerlendirilmelidir. Bu ayrım büyük bir önem taşır. Zira şer’i hükümler, Allah’ın kullarına açıkladığı sabit dinî kuralları ifade ederken; kaderî olaylar ise Allah’ın takdir ettiği, belirli bir hikmet taşıyan özel olaylardır.

Hudeybiye’yi kaderî bir olay olarak nitelendiren en açık göstergelerden biri, Peygamber’in (sav) devesi Kasvâ’nın Hudeybiye yakınlarında çökmüş olmasıdır. Peygamberimiz bu durumu Allah’ın (cc) bir işareti olarak yorumlamış ve bu noktada ilerlenmemesi gerektiğini kabul etmiştir. Ayrıca, müşriklerin elinde bulunan Ebû Cendel’in müminlerin gözü önünde geri gönderilmesi de tamamen Allah’ın (cc) takdir ettiği özel bir imtihandır. Peygamberimiz (sav), bu kararın gerekçesini açıklamak yerine, Allah’ın ona bir çıkış yolu açacağını ifade etmiştir. Yine Ömer’e (ra) antlaşmadaki şartlarla ilgili açıklama yapmamış ve Allah’ın emriyle hareket ettiğini beyan etmekle yetinmiştir.

Son olarak şu da dikkat çekicidir. Allah (cc) Hudeybiye Günü’nde müminlerin Mekke’ye girmemesinin bir gerekçesi olarak şöyle haber vermektedir:

“Kâfir olup sizi Mescid-i Haram’dan alıkoyan ve yerine ulaşmak için bekleyen kurbanlıkları engelleyen onlardır. Şayet orada bilmeden çiğneyip (zarar vereceğiniz) ve (dindaşlarını öldürüyorlar diye) ayıplanacağınız tanımadığınız mümin erkek ve mümin kadınlar olmasaydı (Allah sizi Mekke’ye sokar, Hudeybiye Sulhu yerine fetih ihsan ederdi). Ta ki Allah, rahmetine (dinine) dilediğini soksun. (Onların içinde var olan müminler) ayrılmış olsalardı, içlerinden kâfir olanlara can yakıcı (bir azapla) azap ederdik.”[1]

Hâlbuki aynı sahabiler birkaç sene sonra Mekke’yi fethetmiştir. Ayette bahsi geçen müminler Mekke’de olmalarına rağmen bu gerçekleşmiştir. Bu da Hudeybiye Günü’yle ilgili özel bir durumun olduğunu gösterir.

2. Hudeybiye ile Demokratik Sistemler Arasındaki Fark

Günümüzde bazı kesimler, Hudeybiye’de verilen tavizleri örnek göstererek; laik-demokratik sistemlere katılımı, parlamento içinde yer almayı meşrulaştırmaktadır. Fakat bu kıyas hem mantıki hem de dinî açıdan batıldır.

Hudeybiye’de yapılan antlaşma Mekkelilerle imzalanan, savaşı önleme ve İslam’ın yayılmasını kolaylaştırma amacı taşıyan bir akitti. Taviz olarak adlandırılan maddelerin hiçbiri arka planına inildiğinde aslı itibarıyla taviz olarak adlandırılmaz.

Besmele farklı şekilde yazılmıştır, ama bu şekilde yazılması ne haram ne küfürdür. Bu, delil olacaksa iki meşru şey arasında tercihte bulunmaya delil olur.

Müminlerin iade edilmesiyle ilgili bir madde vardır evet, ama sırf bu maddeye dayanarak demokratik sistemlere dâhil olup helali haram, haramı helal kılacak hükümler tesis etmek nasıl meşru görülebilir?! Bir hüküm çıkacaksa, en fazla, “İslam devletinde bir idareci büyük bir maslahat var ise böyle bir maddeye imza atabilir.” şeklinde bir delillendirme yapılabilir.

Dolayısıyla kıyas yapılan iki şey arasında bir benzerlik olmaması nedeniyle demokratik sistemlerde görev almayı meşru görenlere bu yönüyle de bir delil yoktur.

En önemli nokta ise şudur: Hudeybiye örneğini savunarak demokratik sistemin içinde yer alan bazı muhafazakâr kesimler, bu tercihleriyle sözde maslahat hedeflemişlerdir. Ancak günümüzde bu süreçlerin sonuçları değerlendirildiğinde, ortada İslami anlamda bir maslahat değil, aksine büyük kayıplar olduğu görülmektedir. İddiaların aksine;

Gençlik kaybedilmiş, dindar nesil idealine ulaşılamamıştır.

Toplumda kutsal değerlere yönelik saygı azalırken, seküler yaşam biçimi güç kazanmıştır.

Tevhidî bilinç zayıflamış, toplumsal İslami duyarlılık gerilemiştir.

Tüm bu gerçeklere rağmen, bu süreçten makam, mevki, maddi kazanç ve statü elde eden bazı çevreler, kendi menfaatleri uğruna bu tavizlerin meşru olduğunu savunmaya devam etmektelerdir. Bu ise maslahatın değil, menfaatin peşinden gitmek anlamına gelir. Maslahat yalnızca cebe giren maaşlara, kazanılan koltuklara, aile bireylerine dağıtılan ihalelere indirgenemez. Aksine maslahat, ümmetin izzetini, İslam’ın hâkimiyetini ve nesillerin imanını korumakla ilgilidir.

Hudeybiye Antlaşması, İslam tarihi açısından son derece önemli, hikmetli ve sonuçları itibarıyla bir “Feth-i Mübîn” olarak tanımlanan olaydır. Bu olayda Peygamberimiz (sav), Allah’ın (cc) iradesine tam bir teslimiyetle hareket etmiş, Müslimler ise sabır ve itaatle bu zorlu süreci göğüslemişlerdir. Sonuçta ise, İslam’ın yayılması için muazzam bir fırsat doğmuş, müşriklerle yapılan antlaşma kısa sürede Müslimlerin lehine dönmüştür.

Fakat günümüzde bu örneği yanlış ve bağlamından kopuk şekilde referans almak hem tarihî hem de dinî bir çarpıtma anlamına gelir. Hudeybiye örneğini istidlal ederek demokrasiye entegre olmayı meşru göstermek; şer’i olmayan kararları, İlahi emir gibi sunmak; maslahat adı altında İslam’ın temellerinden taviz vermek hem dinî açıdan hem de tarihsel olarak kabul edilemez bir yaklaşımdır.

Duamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.


[1] 48/Fetih, 25

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver