Allah’ın (cc) adıyla,
Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.
Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu,
16 Haziran akşamında Köklü Değişim Medya’nın düzenlediği “İsrail’in Demir Kubbesi Kimler?”[1] başlıklı programa katıldım. Programda ilim adamı, yazar, gazeteci ve aktivist kimliğiyle birçok konuşmacı değerlendirmelerde bulundu. Söz uçar yazı kalır düsturuyla, programda aldığım notları kendi cümlelerim ve faydalı gördüğüm eklemelerle yazıya dökmek istedim. Çaba bizden, başarı Allah’tandır (cc).
Küresel Düzen ve Yerel Yönetimlerden Ümit Kesen Halklar Yahudi Saldırganlığına karşı İnisiyatif Almıştır!
Vicdan gemisi, Madleen gemisi, Sumud Konvoyu ve son olarak Refah Sınır Kapısına yapılan yürüyüş; ümmetin yöneticilerden ümit kestiğinin ve zulme karşı sivil inisiyatif aldığının göstergesidir. Zira halklar bir asırdır süregelen fiilî bir durumu, son yaşanan hadiselerle acı bir şekilde anladılar. O acı hakikat şudur: Mevcut yönetimler, ruhunu ve iradesini Batı medeniyetine satmış, küfrün ele başı ABD’nin onlara tevdi ettiği İsrail’i koruma ve ümmeti bir coğrafyaya hapsetme görevini deruhte etmektedir. Bu yönetimler âdeta Batı’nın elinde birer aparattır. Ümmetin uğradığı herhangi bir zulme sağır kesilen yönetimler, Batı’dan gelen her türlü çağrıyı emir addetmekte ve çağrının gereğini yerine getirmektedir.
Bölge yönetimlerinin durumu “Sen kabirde olanlara işittiremezsin.”[2] ayetinde olduğu gibidir. Ümmetin yardım çağrılarını duymuyor, âdeta birer ölüymüş gibi davranıyorlar. Buna mukabil İslam ümmeti de onlardan yüz çevirip yeni arayışlar içine girmiş durumdadır. Şayet onlar ruhlarını Batı’ya satmayıp bizim yanımızda olsalardı ümmet Selahaddin Eyyubî’yi, Fatih Sultan Mehmed’i, Abdulhamid Han’ı sahiplenip onların ardında durduğu gibi bu yöneticilerin de yanında ve ardında dururdu. Onlar, Batı’dan yana tavır alarak kendilerini şu hadiste ifade edilen duruma düşürdüler:
Avf ibni Mâlik’ten (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“Yöneticilerinizin en hayırlısı, sizi seven ve sizin tarafınızdan sevilen, size dua eden ve sizin duanızı alan kimselerdir. En kötüsü de size buğzeden ve sizin buğzunuza hedef olan, size lanet eden ve lanetlerinizi alan kimselerdir.”[3]
İktidarlarla Kurulan Hastalıklı İlişkiler, Zulme Karşı İkircikli Tavırlar
Tüm dünyada İsrail zulmüne karşı protestolara şahit olduk. Ancak bu protestolar Türkiye özelinde önemli bir zaafımızı yüzümüze vurdu. Şöyle ki; başka ülkelerde protestoculara yönelik engellemeleri en üst perdeden kınıyoruz. Örneğin, Amerika’da Tufts Üniversitesi doktora öğrencisi Rümeysa Öztürk, Filistin’i desteklediği için gözaltına alındı. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de İslami çevreler ve sivil toplum örgütleri bu zulmü şiddetle kınadı, Rümeysa Öztürk’e destek verdi. Ancak İsrail’e petrol tedarik eden SOCAR şirketini protesto eden gençler gözaltına alındığında veya İsrail’e silah sevkiyatı yapan ZIM şirketi protestocuları gözaltına alındığında benzer bir tepki ve dayanışma görmüyoruz. Tam aksine protestocuları suçlayan bir dille ve ölü taklidiyle karşılaşıyoruz. Oysa protestocular bir gerçeği dillendiriyorlar: “Madem ki İsrail bir terör devletidir, öyleyse terörü desteklemeyin. Terör örgütünün terör faaliyetine destek anlamı taşıyan yakıt ve silah ticaretine engel olun.” Bu apaçık hakikati dillendiren insanların tepkileri ve bunlara yönelik gözaltı zulmü, destek görmek şöyle dursun, haber değeri dahi görmüyor. İşte bu iki yüzlü tavrın sebebi iktidarlarla kurulan hastalıklı ilişkidir.
Bunu açacak olursak şöyle söyleyebiliriz: Müminin şahsiyetini ve kimliğini belirleyen ölçülerden biri otoriteyle ilişki biçimidir. İslam, iktidarları meşru ve gayr-ı meşru olmak üzere iki kısma ayırır. Allah’a (cc) ve Resûl’üne (sav) itaat eden iktidar meşru, itaat etmeyenler ise gayr-ı meşrudur. Yüce Allah ilk indirdiği ayetlerde gayr-ı meşru iktidarlara itaat etmemeyi, onlara karşı tavır almayı emreder:
“Asla! Ona itaat etme. Secde et ve yakınlaş.”[4]
“(Öyleyse) yalanlayanlara itaat etme. Onlar, senin kendileriyle uyum içinde olup (sapkınlıklarına karşı yumuşamanı) istediler. (Buna karşılık) onlar da uyum gösterip (sana karşı yumuşayacaklardı). Çokça yemin eden değersiz kimseye itaat etme.”[5]
Bu, İslam’ın apaçık emri olduğu hâlde birçok İslami yapının tağutlaşmış, gayr-ı meşru otoritelere angaje ve hatta entegre olduğunu görüyoruz. Oysa Türkiye’deki İslami yapılar iktidar üzerinde baskı kurmayı tercih etselerdi, birçok hayra vesile olabilirlerdi. Bakü Ceyhan Petrol Hattı’nı kapattırabilir, İsrail’le yapılan ticareti sonlandırabilir ve çifte vatandaşlık bahanesiyle İsrail’de askerlik yapan Yahudileri sınır dışı ettirebilirlerdi. Bu tutumlarıyla İslam dünyasına örnek olabilir, İsrail’e karşı adım atamayan bölge ülkelerini cesaretlendirebilirlerdi.
Son olarak şu söylenebilir: 28 Şubatçıların çizdiği dairede Müslüman olmak ile Ak Parti’nin çizdiği dairede Müslüman olmak arasında mahiyet açısından hiçbir fark yoktur. Müslimler, âlemlerin Rabbinin istediği kadar Müslim olmalıdır. Gayr-ı meşru iktidarların istediği kadar ve onların kırmızı çizgilerini gözeterek Müslim olamayız.
Zulme Karşı Çıkarken İslami Bir Dil Kullanma Sorumluluğu
Modern dünyanın en belirleyici şiarı özgürlük olsa da insanlık, tarihin hiçbir döneminde şahit olmadığı bir baskıyla karşı karşıyadır. Bu baskıların en yoğun yaşandığı alanlardan biri de dildir. Modern dünyaya rehberlik eden Batı medeniyeti kelimelere, kavramlara ve üsluba hükmetmek istiyor. Zira kelimeler ve kavramlar, düşünce dünyasını şekillendirir. Kullandığınız dil ve üslup kimliğiniz hâline gelir, aidiyetinizi belirler. Buna binaen dayatmacı ve despot modern dünya, her meselede hümanist yaklaşımı ve insan haklarını önceleyen bir dil kullanmamızı dayatıyor. Toplumsal veya siyasi meselelerde din dilini kullanmamızı yasaklıyor. Kendi dilimizle meselelere yaklaştığımızda bizleri gerici ilan ediyor.
Bize gelince biz, İslam ümmetine aitiz. Yüce Allah bu ümmeti seçmiş, tüm insanlık için hayırlı addetmiş ve insanlığa şahit kılmıştır. İslam ümmetinin ruhu özgür, dili özgündür. Onun duygu ve düşüncelerine vahiy rehberlik eder, bu düşünceleri ifade edecek kelime ve kavramları da vahiy belirler. Bugün gündemimizde olan Filistin ve Mescid-i Aksâ kutsalımızdır. İsrail’in zulmü ve Filistinlilerin mazlumiyetinden öte bu mesele bizim için imani/itikadi bir meseledir. Hâliyle inanç dünyamızın kelimeleriyle konuşmak durumundayız.
Kur’ân ve Sünnete baktığımızda İslam’ın, ümmeti eğitirken dil hassasiyeti geliştirdiğini görürüz. Ahzâb Suresi’nin sonunda Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkup sakının ve doğru/sağlam/adil söz söyleyin. (Allah da buna karşılık) amellerinizi ıslah etsin, günahlarınızı bağışlasın. Kim de Allah’a ve Resûl’üne itaat ederse, şüphesiz ki büyük bir kurtuluş ve kazanç elde etmiş olur.”[6]
İslam ümmetine, “sedid söz” söylemek emredilmiştir. Sedid söz söyleme çabası ümmetin sorumluluğu, bu çabayı amellerin ıslahı ve günahların bağışlanmasıyla ödüllendirmek ise Yüce Allah’ın vaadidir. Mealimize yansıttığımız gibi sedid söz; sağlam, doğru ve adil sözdür. Peki, bir söz ne zaman sedid olur? Bir söz; adalet ve doğruluk yönünden tamamlanmış olan Allah’ın kelimelerinden[7] alınır ve vahyin dünyasına ait olursa doğru ve adil olacaktır. Yalnızca bir şahitliği veya bakış açısını yansıtmayacak, aynı zamanda sözü söyleyenin amellerini de ıslah edecektir.
Burada bir noktaya dikkat etmeliyiz: Gazze konusunda insani bir duyarlılık göstererek yanımızda duran topluluklar var. Bu toplumlara teşekkür ve vefa borcumuz var. Zira Allah Resûlü’nün (sav) bu ümmete öğrettiği en önemli ahlaki değerlerden biri de iyilik kimden gelirse gelsin ona teşekkür etmek, onlara vefa göstermektir. Mekke tuğyanının başlattığı ekonomik boykota akrabalık bağlarını gözeterek karşı çıkan Mut’im ibni Adiyy ve arkadaşlarına Allah Resûlü (sav) bir ömür teşekkür etmiştir. Bedir esirleri hakkında müşriklerle yaptığı görüşmede onu şu sözlerle onore etmiştir:
Cubeyr ibni Mut’im’den (ra) şöyle rivayet edilmiştir:
“Eğer Mut’im ibni Adiyy sağ olsaydı ve Mekke müşrikleri hakkında konuşup onları bağışlamamı isteseydi hiç şüphesiz ben bunları Mut’im’in hatırı için serbest bırakırdım.”[8]
Onlara vefa gösterirken dilimizin İslami dilden insani bir dile evrilmesine müsaade etmemeliyiz. Son çeyrek asır şahittir ki İslami dilini kaybeden gruplar zamanla İslami düşüncelerini de terk etmiş, liberalleşen dilleri inançlarını da liberalleştirmiştir. Yüce Allah’ın “Dilleri benzeyenlerin kalpleri de benzer.” yasası[9] aleyhlerine işlemiş, dilini konuştukları dünyanın inancını da benimsemeye başlamışlardır. Yine unutmamak gerekir ki bugün insani taleplerle İsrail zulmüne karşı çıkanlar; İslam’ın şeriat, cihad ve fetih anlayışına da aynı gerekçelerle karşı çıkmaktalardır. Bir konuda kullandığımız dilin başka bir konuda karşımıza çıkma ihtimalini göz ardı etmemek ve vahiyle muhkemleşmiş kalplerimizi, kullandığımız yanlış dille çelişkiye düşürmemek gerekir.
İsrail’in Demir Kubbesi Kimlerdir ve İsrail’in Sınırları Nerede Başlar?
İsrail’in demir kubbesi, onu koruyan rejimlerdir ve İsrail’in sınırları İsrail’i koruyan kukla yönetimlerden başlamaktadır. Aslında bu hakikat bilinçli insanlar tarafından bilinmekteydi. Zira bölgemizde kurulmuş irili ufaklı kukla rejimlerin asli görevi, Batı’nın ve Batı’nın bölgedeki karakolu İsrail’in güvenliğini sağlamaktır. Ancak 7 Ekim’de başlayan Aksa Tufanı, tüm maskeleri düşürdü. Tüm dünyaya kimin dost kimin düşman, kimlerin hain ve işbirlikçi olduğunu gösterdi.

Tankla Tüfekle Yapılan Bir Zulmü Kınamayla Engelleyemezsiniz!
İsrail zulmünü tankla, topla, tüfekle icra ederken bizler sivil eylemlerle bu zulmü tel’in ediyoruz. İçinde bulunduğumuz gerçekliğin farkında olmalı, gerçekçi adımlar atmalıyız. Elbette insanlar güçlerinin yettiği eylemleri yapacak, bu zulme karşı ses çıkaracaklar. Ancak sivil eylemlerin silahla icra edilen bir zulmü durduramayacağını herkes anlamalı. Meydanlarda yakın geleceğe dair büyük zaferler vadedenler gerçeklikten kopuk şeyler söylüyorlar. Biz daha önce Çeçenistan, Irak, Bosna gibi örnekleri yaşadık; bugün de bir benzeri olarak Gazze’yi yaşıyoruz. Neyle mücadele ettiğimizin farkında olmadan, gerçeklikten kopuk vaadler yalnızca İslam coğrafyasındaki yıkımı arttırır.
Gazze Dışında Tüm İslam Coğrafyası İşgal Altındadır!
Bugün İslam dünyası bir bütün olarak işgal altındadır. Kimimiz askerî, kimimiz siyasi, kimimiz kültürel olarak… işgal altındayız. Asıl özgür olanlar bu işgale karşı direnenlerdir. Bu zaviyeden bakınca rahatlıkla diyebiliriz ki Gazze özgür, ümmetin kalanı ise çeşitli işgallerle esaret altındadır.
Gasıp Yahudi Varlığına Can Suyu Olan, Bölgedeki Rejimlerdir
Her şeyden önce şu gerçekliği kabul etmeliyiz: Bugün bunca eylem yapılıyor olmasına rağmen bir çuval unu Gazze’ye sokmaktan aciziz. Sınırlara kadar yürüyor, ancak bir bardak suyu sınırın öte tarafına ulaştıramıyoruz. Peki, bunca insan yollara düşmesine rağmen Gazze’ye ulaşamıyor oluşumuzun nedeni nedir? Bölgemizdeki işbirlikçi rejimlerdir. Asıl demir kubbe, İsrail’le savaşmayacağını garanti eden ve sınırlarını İsrail’e birer kalkan yapan bölge ülkeleridir.
Adil Şahitliğimizin Gereğini Yerine Getirmeliyiz
Üzülerek belirtmeliyiz ki Allah’ın rahmet ettikleri müstesna, adil şahitlik vazifemizi hakkıyla yerine getirmiyor, inancımızın bize yüklediği emr-i bi’l ma’rûf vazifesini ikame edemiyoruz. Şöyle ki; herkes uzağındaki işbirlikçi ve hain rejimleri eleştiriyor, ancak yanı başındaki hainleri eleştirmekten imtina ediyor. Gazze yürüyüşünü engelleyen Sisi veya İsrail’e destek veren Muhammed ibni Selman işbirlikçidir de bizim limanlarımızdan bölgeye lojistik destek veren iktidar nedir? Şayet İsrail’e destek veren hükûmetleri eleştireceksek benimki öteki ayrımı yapmadan işgale destek veren tüm rejimleri eleştirmeli, her birine emr-i bi’l ma’rûf yapmalıyız.
Burada dikkat çekmemiz gereken bir konu daha var: Ne yazık ki içerisinde bulunduğumuz sorunu ele alanlar, faturayı mustazaf halklara kesiyor. Hiç şüphesiz, mustazaf halkların önemli zaafları ve yaşadığımız bu sıkıntıda payları var. Ancak yaşanan hadiseler gösterdi ki aslında mustazaf halklar ellerinden geleni yapmaya çalışıyor, İsrail’e zarar vermek için en azından boykot hassasiyeti gösteriyorlar. Ancak onların Gazze’ye desteklerinin önündeki en büyük engel, İsrail için demir kubbe görevi gören rejimlerdir. Hâliyle bir fatura çıkarılacaksa asıl suçlular ıskalanmamalı; söz, muhatabına söylenmelidir. Kolaycılığa kaçar ve tüm faturayı mustazaf halklara kesersek kendimizi kandırmış olur ve adil şahitlik görevine ihanet etmiş oluruz.
İsrail’in Dokunulmaz Olduğu Fikri Allah Resûlü Dönemi’nde de Vardı!
Allah Resûlü Dönemi’nde Yahudilerin elindeki maddi ve askerî güce bakan sahabiler, Hayber Yahudilerinin yenilmez olduğuna inanıyordu. Allah (cc) indirdiği ayetlerle bu yanlış anlayışı ıslah etti ve sahabeyi Allah yolunda cihada ve O’nun yardımını ummaya teşvik ederek harekete geçirdi.
“Ehl-i Kitap’tan kâfir olanları ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur. Siz, onların çıkacağını düşünmemiştiniz. Onlar da kalelerinin kendilerini Allah’a karşı koruyacağını sanmıştı. Allah onlara, hiç beklemedikleri yerden geldi ve kalplerine şiddetli bir korku saldı. Evlerini kendi elleriyle ve müminlerin eliyle harap ediyorlardı. İbret alın, ey basiret sahipleri!”[10]
İsrail, dokunulmaz veya yenilmez değildir. Yeryüzünün en korkak ve güçsüz halkıdır. Ancak onu güçlü kılan, bizim zaaflarımızdır. Dünyaya, kadına, konfora olan zaafımız, onların yenilmez ve dokunulmaz olduğu algısını oluşturuyor. Biz devamlı silah ve güç muvazenesi yapıp onların daha güçlü olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Benzer bir muvazeneyi sahabe de yapmıştı. Ama Allah (cc), Haşr Suresi ayetleriyle onlara bir mesaj verdi: Hayber/İsrail Yahudilerine dokunmak ve onları yıkmak isteyenler, denkleme Allah’ın yardımını almalı ve O’na (cc) güvenerek O’nun yolunda cihad etmelidir.
“De ki: ‘Şayet babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elinize geçen mallar, zarara uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler; size Allah’tan, Resûl’ünden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevimli olursa Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah, fasıklar topluluğunu hidayet etmez.’ ”[11]
Bu ayet, hâlimizi resmediyor. Bizler dünyayı, aileyi, konforu, İsrail’e giden petrolü, İsrail ile ticaretimizi Allah yolunda cihada tercih ettik. Ayette belirtildiği gibi Allah’ın emri geldi ve zillete mahkûm olduk. Oysa Afganistan, Allah yolunda cihadı bu sayılanlara tercih etti ve kazandı; Filistinliler, Allah yolunda cihadı tercih etti ve kazandı. İçinde bulunduğumuz hâli anlatan bir diğer şey, Allah Resûlü’nün (sav) şu hadisidir:
İbni Ömer’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur:
“I’yne yoluyla alışveriş yaptığınız, öküzlerin kuyruğuna yapıştığınız, tarımı seçtiğiniz ve cihadı terk ettiğiniz zaman Allah size öyle bir zillet musallat eder ki dininize dönünceye kadar onu üzerinizden atamazsınız.”[12]
Bizler alışverişi, ticareti, tarımı ve hayvancılığı Allah yolunda cihada tercih ettiğimiz için şu ân bu hâldeyiz ve cihada dönmedikçe bu zilletten kurtulamayacağız.
Yahudiler Yok Olacaktır
“Kitap’ta İsrailoğullarına şu hükmü de verdik: Hiç şüphesiz, yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacak ve büyük bir kibirle azgınlaşacaksınız.”[13]
İsrailoğulları yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacaklardır. Her bozgunda Allah (cc) onları dizginleyecek kullarını memur kılacaktır.
“İki vaadden biri olan (ilk bozgunculuk zamanı) geldiğinde üzerinize çok güçlü kullarımızı yollarız. İnlerinize kadar girip sizi yoklarlar. Bu, mutlaka olacak bir şeydi. Sonra (bu kullarımıza) karşı tekrardan size üstünlük verdik/veririz. Sizi mallar ve evlatlarla destekledik ve sayı bakımından sizi fazlalaştırdık. Şayet (bu güç ve imkânı hayra kullanarak) iyilik yaparsanız, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük yaparsanız da kendinize zarar vermiş olursunuz. Diğer (ikinci) vaad geldiğinde, yüzlerinizi kötü hâle getirsinler, ilkinde olduğu gibi mescide girsinler ve ele geçirdikleri alanları yerle bir etsinler (diye üzerinize güçlü kullarımızı yollarız).”[14]
Bugün her birimiz İsrail’in ikinci bozgun dönemini yaşadığını biliyoruz. Bu ikinci bozgun ve ona mukabil ikinci vaadle ilgili şu ayet dikkat çekicidir.
“Sonra onun ardından İsrailoğullarına buyurduk ki: Oraya siz yerleşin. Ahiret vaadi geldiğinde/ikinci vaad geldiğinde hepinizi bir araya getiririz.”[15]
Yahudi bozgununu engelleyecek ve onların yükselttiği medeniyeti yerle bir edecek kullar harekete geçtiğinde tüm Yahudiler bir araya gelmiş olacaktır. Bildiğimiz gibi yaklaşık seksen yıl önce Yahudiler dünyanın farklı coğrafyalarında dağınık hâldeydiler. Allah (cc) onları bir araya topladı. Tâ ki Müslimler onların bozgunculuğunu engellesin. İkinci vaadi gerçekleştirecek olanlar, Allah yolunda cihad edecek olanlardır.
Bu Savaş İslam Dünyası ile Küfür Dünyası Arasındaki Savaştır!
İsrail’le aramızdaki hesaplaşmayı kamuoyu önünde tartışanlar bilinçli olarak bu savaşın iman ile küfür arasında bir hesaplaşma olduğunu itiraftan kaçınıyorlar. Zira bunu itiraf ettiklerinde iki milyar insanın coşkulu tepkisi ve yönetimleri zorlayan baskılarıyla karşılaşacaklar. Oysa küfür dünyası bu savaşın din savaşı olduğunu her fırsatta dile getiriyor. Örneğin; ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, alnında haç çizili olarak ekranlara çıkmış, Trump’ın “Esirleri şimdi serbest bırakın. Yoksa kıyamet kopacak.” açıklamalarına ilişkin yaptığı yorumda, “Eğer bir şey yapacağını söylüyorsa yapacaktır. Bu yüzden bunu ciddiye alsalar iyi olur.” demişti.
Yine İsrail’i ziyaret eden dönemin ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, “Bugün sadece ABD Dışişleri Bakanı olarak değil, bir Yahudi olarak da buradayım. İsrail’e net bir mesaj getirdim. Kendinizi savunabilecek kadar güçlü olabilirsiniz. Ancak ABD var oldukça hiçbir zaman bunu yapmak zorunda kalmayacaksınız, çünkü biz her zaman yanınızda olacağız.” demişti.
Yine İsrail rejiminin Cumhurbaşkanı Isaac Herzog, MSNBC’ye verdiği röportajda, “Bu savaş sadece Hamas ve İsrail arasında olan bir savaş değildir. Bu, tam olarak Batı medeniyetini ve değerlerini korumayı amaçlayan bir savaştır.” ifadelerini kullanmıştı.
İsrail Askeri Hazırlık Akademisi Başkanı Haham Eliezer Kashtiel, İsrail’in neden savaştığına dair şöyle demişti: “Bizim görevimiz fethetmek. Üzerimize tek bir kurşun bile atılmasa, Gazze halkı bize sürekli çiçekler ve aşk mektupları gönderse bile onların topraklarını fethetmek zorundayız. Bu toprağa savunma ya da korunma için ihtiyacımız yok; biz buradayız, çünkü fethetmek için geldik.” demişti.
İşte biz de bu gerçeği anlamalı ve bu anlayışa uygun bir dil kullanmalıyız. Netanyahu’nun söylediği şu sözü unutmamalıyız: “Akdeniz kıyılarında hilafet kurulmasına izin vermeyeceğiz.” Onların tüm çabası İslam’ın yeryüzüne hâkim olmasının önüne geçmek, Allah Resûlü’nün ümmetinin İslam nizamını yeniden kurmasını engellemektir. Tüm bu savaşın asli gayesi budur.
Yüce Allah’tan bu notları her birimiz için faydalı kılmasını diliyorum…
[1] https://x.com/i/spaces/1lDGLzrXbXmxm
[2] bk. 35/Fâtır, 22
[3] Müslim, 1855
[4] 96/Alak, 19
[5] 68/Kalem, 8-10
[6] 33/Ahzâb, 70-71
[7] “Rabbinin kelimesi (Kur’ân), doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O, (işiten ve dualara icabet eden) Es-Semi’ ve (her şeyi bilen) El-Alîm’dir.” (6/En’âm, 115)
[8] Buhari, 3139
[9] “Onlardan öncekiler de benzer sözler söylediler. Kalpleri birbirine benzedi.” (bk. 2/Bakara, 118)
[10] 59/Haşr, 2
[11] 9/Tevbe, 24
[12] Ebu Davud, 3462; Ahmed, 5007
[13] 17/İsrâ, 4
[14] 17/İsrâ, 5-7
[15] 17/İsrâ, 104
Bu ayet, selef tarafından iki şekilde tefsirle tefsir edilmiştir. İlk tefsir, İsrailoğullarının Ahiret Günü’nde bir araya toplanacağıdır. İkinci tefsir ise İsrâ Suresi’nin 5 ila 7. ayetlerinde ifade edilen ikinci vaaddir.
İlk Yorumu Sen Yap