İnsanın en derin arayışı, varoluşunun anlamını çözmektir. Neden buradayız? Yaşamın gayesi ne? Sabahın ilk ışıklarıyla yankılanan kuş sesleri ne anlatır, mevsimlerin döngüsü hangi sırrı fısıldar? İşte bunlar, insanoğlunun aklına gelebilecek en kıymetli sorulardır. Çünkü bu soruların cevapları, bizi hakikatin ta kendisine götürür. Bu arayış sancılı olsa da, nihayetinde elde edilecek huzur, yalnızca bu dünyayı değil, ebedî saadeti de kapsar.
Aslında bu soruların cevabı, insanın “fabrika ayarlarında”, yani doğuştan getirdiği fıtratında gizlidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de bu hakikat şöyle ifade edilir:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ
“Ben cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.”[1]
Bu İlahi kelam, yaratılışımızın yegâne amacını açıkça ortaya koymaktadır. Ayette geçen “mâ” ve “illâ” edatları, cümleye bir “hasr” anlamı katarak, bu dünyaya gelişimizin başka hiçbir gayesi olmadığını, yalnızca ve yalnızca kulluk için yaratıldığımızı vurgular.
Bu hakikati bize ilk fısıldayan, iç dünyamızdaki o saf ve bozulmamış fıtrattır. Allahu Teâlâ, bu gerçeği şu ayet-i kerimeyle de beyan buyurur:
فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفًاۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۗ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۗ
“Yüzünü (hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmayan muvahhid) bir hanif olarak dine çevir. Allah’ın insanları yarattığı fıtrata (uy). Allah’ın yaratmasında değişiklik yoktur. (Herkesi tevhid fıtratı üzere yaratmıştır.) İşte dosdoğru din budur. Ancak insanların çoğu bilmezler.”[2]
Bu ayetler ışığında anlıyoruz ki, yaratılış gayemiz fıtratımıza nakşedilmiştir. Tıpkı fiziksel özelliklerimizin ve yaşamımıza dair pek çok bilginin DNA’mıza şifrelenmesi gibi, hayatımızın anlamı da fıtratımıza derinden işlenmiştir.
Ancak dünyaya geldiğimiz ândan itibaren maruz kaldığımız eğitim ve çevresel etkiler, bu fıtri şifrelerimizle âdeta oynanmasına, genetiği değiştirilmiş bir meyveye dönüşmemize neden olabilir. Nasıl ki raf ömrü uzatılsın diye genetiğiyle oynanan bir meyve, ne tadı ne kokusu ne de içeriğiyle bize fayda sağlamaz, hatta zarar bile verebilir; aynı şekilde anlamını yitirmiş bir insan da suni anlamların peşinde bocalar durur, ne kendisine ne de topluma faydası dokunur, aksine zarar verir hâle gelebilir.
Tıpkı labirente konulmuş bir fare gibi, suni anlamların peşinde koştururken gerçek çıkışı bir türlü bulamayız. Çevremizde kulluk bilincinden uzak, hayatı anlamsız bulan, bunalıma giren ve ilaç kullanan insanların sayısındaki artış, bu durumu açıkça gözler önüne seriyor. Anlam, insanın ayaklarının altındaki sağlam zemindir. Anlamsız bir hayat, baş döndürücü bir boşluk hissi yaratır, insanı huzursuz eder ve korkutur. Yüzler asık ve mutsuzdur. Yaşamın zorlukları da eklendiğinde, bu korkuları bastırmak için antidepresanlara başvurulur. Zamanla zihinler, fabrika ayarlarına dönemeyecek kadar uyuşmuş hâle gelir.
Peki, mümin için durum böyle midir?
Mümin için durum bambaşkadır. O, yaratılış gayesini idrak etmiş, fıtratındaki anlam şifresini çözmüş kişidir. Onun için hayat, başıboş bir tesadüfler silsilesi değil, Yüce Yaratıcının kendisine bahşettiği değerli emanettir. Her nefes, her ân, O’nun rızasını kazanma yolunda atılan bir adımdır.
Mümin, kuşların sabahki telaşını, alelade bir koşturmaca olarak görmez. O, her bir canlının kendi lisanıyla Rabbini zikretmesini, O’nun (cc) kudretini ve rahmetini tefekkür eder. Mevsimlerin döngüsü, ona Allah’ın sonsuz ilmini, hikmetini ve yaratıcılığını hatırlatır. Her bir değişim, yeni bir ayet, yeni bir tecellidir.
Hayatın zorlukları da mümini yıldırmaz. O bilir ki bu dünya bir imtihan yeridir ve karşılaştığı her güçlük, sabrını, tevekkülünü ve imanını pekiştirmek için bir fırsattır. Sıkıntılar karşısında feryat etmek yerine, “La havle velâ kuvvete illâ billah” diyerek Allah’a (cc) sığınır, O’ndan yardım diler.
Müminin kalbi, anlam arayışının verdiği huzurla mutmaindir. O, nereye geldiğini, niçin yaşadığını ve nereye gideceğini bilir. Bu bilgi, ona hayata karşı sağlam bir duruş, sarsılmaz bir güven ve sonsuz bir umut verir. Onun yüzü aydınlık, kalbi ferahtır. Çevresine de bu huzur ve güveni yansıtır.
Dolayısıyla, insanlığın en büyük arayışı olan anlam, mümin için bulunmuş bir hazinedir. Bu hazine, onu dünya hayatının geçici sıkıntılarından korur, ahiret yurdunun ebedî saadeti için motive eder. Mümin, fıtratının sesine kulak vererek, yaratılış gayesine uygun bir hayat sürerek hem bu dünyada huzur bulur hem de ebedî kurtuluşa erer. Onun için hayat, anlamlı bir yolculuktur ve bu yolculuğun her adımı, Yüce Yaratıcının (cc) rızasına ulaşma gayretiyle değerlenir.
Mümin için hayat sadece bireysel bir anlam arayışı olmaktan çıkar, aynı zamanda Yaratıcının diğer kullarıyla da anlamlı bir bağ kurma ve onlara faydalı olma çabasına dönüşür. O bilir ki kulluk sadece ibadetlerle sınırlı değildir; aynı zamanda iyi bir insan olmak, adaletli davranmak, merhametli olmak, ilim öğrenmek ve öğretmek, kısacası Allah’ın (cc) razı olacağı her türlü güzel işi yapmaktır. Bu bilinç, müminin hayatına derin bir amaç ve motivasyon katar.
Mümin, çevresindeki anlamsızlık girdabına kapılan insanlara karşı da bir sorumluluk hisseder. Onlara fıtratlarındaki hakikati hatırlatmak, yaratılış gayelerini anlatmak ve onlara yol göstermek için çaba sarf eder. Kendi huzurunu başkalarının huzurunda, kendi kurtuluşunu başkalarının kurtuluşunda görür. Bu nedenle, tebliğ ve davet onun için sadece bir görev değil, aynı zamanda insanlığa karşı duyduğu derin sevginin ve şefkatin bir ifadesidir.
Modern dünyanın dayattığı tüketim kültürü, bireysellik ve sürekli haz arayışı gibi yanıltıcı anlamlar, müminin nazarında geçici ve değersizdir. O, gerçek anlamın ancak Yaratıcı ile kurulan samimi bağda ve O’nun rızasını kazanma yolunda yapılan salih amellerde olduğunu bilir. Bu nedenle, dünya malına ve makamına aşırı değer vermez, kalbini bunlara bağlamaz. Onun asıl gayesi, ebedî olan ahiret yurdunu kazanmaktır.
Mümin için her olayda bir hikmet, her zorlukta bir kolaylık ve her inişte bir yükseliş vardır. O, hayatın sadece düz bir çizgiden ibaret olmadığını, iniş ve çıkışlarla dolu bir imtihan olduğunu idrak eder. Bu nedenle, musibetler karşısında sabreder, nimetler karşısında şükreder ve her durumda Allah’a (cc) hamdeder. Onun bu teslimiyeti ve tevekkülü, iç huzurunu daha da derinleştirir.
Sonuç olarak, mümin için anlam arayışı, fıtratının sesine kulak vermekle başlar, Yaratıcısını tanımak ve O’na kulluk etmekle derinleşir, diğer insanlara faydalı olmakla genişler ve ebedî saadeti hedeflemekle nihai amacına ulaşır. Onun hayatı, anlamlı bir yolculuktur ve bu yolculuğun her ânı, Yüce Allah’ın rızasını kazanma çabasıyla değerlenir. Bu sayede mümin hem kendi içinde huzuru bulur hem de yaşadığı dünyaya anlam katar.
[1] 51/Zâriyât, 56
[2] 30/Rûm, 30