HALASKÂR MASKELİ MARABALAR

Yirminci yüzyılın başından itibaren İslam coğrafyasında yaşanan siyasal dönüşümler, sadece yönetim biçimlerinde değil, aynı zamanda toplumların inanç, kimlik ve tarihsel aidiyet anlayışlarında da köklü kırılmalara yol açtı. Osmanlıdan sonra ortaya çıkan yeni ulus devlet yapıları Batı merkezli modernleşme projeleri doğrultusunda şekillenmiş; bu projeler büyük ölçüde sekülerleşmeyi, merkezî otoritenin yeniden inşasını ve toplumların tarihsel belleğinin dönüştürülmesini hedeflemiştir.

Bir asrı aşkın süredir Batı dünyasının yapmış olduğu ve netice aldığı en başarılı emperyalist faaliyet, göz kamaştırıcı sahte bir özgürlük vaadi karşılığında İslam coğrafyasındaki halkları tevhid inancından, tarihsel köklerinden ve ruhunun derinliklerinden uzak tutmak olmuştur.

Bölünmüş coğrafyalarda seküler siyasal önderliğin nasıl bir “Halaskâr/Kurtarıcı” efsanesine dönüştürüldüğü malumdur. Özellikle Türkiye, Mısır, İran ve Suudi Arabistan gibi örnekler üzerinden hareketle, Batı menşeli modernleşme paradigması yerli seküler elitler aracılığıyla büyük ölçüde toplumsal bir meşruiyet kazanabilmiştir. Bu bağlamda, seküler liderlerin meşruiyetini sağlamlaştırmak için üretilen mitolojik söylemler gerçeklikten uzak, hayal ürünü söylenceler üzerinden değerlendirilmektedir. Bu tür kurguların siyasal meşruiyet üretiminde nasıl kullanıldığına ülkemizde de halen yoğun biçimde tanıklık ediyoruz. Batılı güçlerin doğrudan işgal politikalarının yerini yirminci yüzyılın ortalarından itibaren dolaylı egemenlik biçimleri aldı. Bu dönemde Batı’nın müdahalesi artık yalnızca askerî değil; kültürel, ideolojik ve siyasal düzeyde gerçekleşmiş; sömürge sonrası coğrafyalarda yeni siyasal figürler ortaya çıkarılmıştır. Bu figürlerin ortak özelliği, “kurtarıcı lider” olarak tanımlanmaları ve meşruiyetlerini yalnızca bağımsızlık mücadelesinden değil, toplumsal hafızada üretilmiş masal ve menkıbelerden almalarıdır.

İslam dünyasında son 150 yıldır yaşanan dönüşümler, Batı’nın askerî ve teknolojik üstünlüğü kadar, onun bilgi nazariyesi ve siyasal modellemelerinin de etkisi ve “halaskâr” olarak empoze edilen içerideki Batıcılar vasıtasıyla şekillenmiştir. Batılılar ve onların yereldeki marabaları olan Batıcı yönetici elitler bunu hangi ülkede uyguladılarsa büyük ölçüde başarılı oldular. Kurnazca hazırladıkları bu projelerini tatbik edebilmeleri için onlara bağlılık ve itaatten geri durmayacak tıynette devşirilmiş “eleman”lar lazımdı. Bu tipler, güncel gelişmeleri takip edenlerin de iyi bildiği üzere her dönemde mebzul miktarda bulunabilecek türdendir. Bilhassa mesele yönetim, genel veya yerel iktidar olunca bunu elde edebilmek veya elde tutabilmek için cibilliyeti pek müsait zayıf karakterlilerin sayısını saymak isteyen sayamaz.

“Halaskâr” maskeli marabalar, İslam coğrafyasındaki ülkelerin çoğunda Batı ürünü laiklik, demokrasi ve kapitalizm gibi ümmetin tevhid inancıyla bağını tümüyle ortadan kaldırma maksatlı siyasal ve ekonomik sistemlerin dayatılması ve bu ülkelerde yasaların Batılı standartlara uyumluluğu hedefine de ulaşmış oldular.

Halaskâr/Kurtarıcı Figürün İnşası

İslam coğrafyasında Türkiye, İran, Mısır, Pakistan ve Suudi Arabistan gibi örneklerde görüldüğü üzere, seküler ya da hanedanlıkla yönetilen lider figürleri sıklıkla “devletin kurucusu”, “ulusu yoktan var eden kişi” ya da “düşmanlara karşı tek engel” olarak temsil edilmiştir. Bu temsiller, halkın zihninde neredeyse dinî bir bağlılık oluşturacak kadar güçlü bir kolektif duygu üretmektedir.

Bu tür anlatılarla halk, ölmüş yahut hayattaki bir tağuta bağlılığı “Eğer kurtarıcımız/koruyucumuz olmasaydı, biz de olmazdık.” mottosuyla belirginleştirir. Bu türden halaskâr/kurtarıcı figürler bir yandan yeni devletin akıl, bilim ve ilerleme temelli ilkelerini simgelerken, diğer yandan onun hakkında anlatılan “olmasaydı ülke yok olurdu”, “yedi düvelin kahramanı” ve “çağdaşlaşmanın mimarı” gibi söylemler, toplumsal düzeyde Firavun misali “yarı tanrısal” bir efsane üretmiştir. Bu mitoloji, resmî ideolojinin de desteğiyle eğitim, medya ve her ülkenin “O”sunu koruma kanunları çıkarmak suretiyle yasama ve yargı yoluyla kuşaklar boyu aktarılmaktadır.

“Eğer o olmasaydı…” diye başlayan cümleleri ve peşinden sıralanan sayıklama ve sabuklanmaları Mısır’da, İran’da, Suudi Hanedanlığı yönetimindeki Arabistan’da, Pakistan’da ve daha nice İslam beldesinde duymanız mümkündür. İlginçtir, bu türden abuk sabuk teraneler saydığımız ve sayamadığımız ülkelerin hemen hemen hepsinde birbirine benzemektedir. Aralarındaki fark, o ülkenin resmî dilinde yazılıp konuşuluyor olmasıdır. Birinde Arapça, diğerinde Farsça, ötekinde Urduca ve berikinde Türkçe, hatta Kürtçe.

Bu fiilî durum sonraki nesiller tarafından da sahiplenilsin, mutlak itaat ve bağlılıkları sağlansın diye aslı astarı olmayan birçok hikâye ve efsane üretilerek dolaşıma sokuldu. Öyle ki tuğyan rejimlerinin hüküm sürdüğü kimi ülkelerde herkes varlığını da dâhil her şeyini ölmüş veya hayattaki bir tağuta borçludur. Bu ülkelerde her yeni doğan bebek iki tür borç yükü altında doğar. Birincisi, “O olmasaydı biz olmazdık” hezeyanıdır. Bununla söz konusu ülkelerdeki kurucu lider veya işbaşındaki başkan yüceltilerek tazim ve takdis edilmek suretiyle halkın esasında hakir ve âciz varlıklar olarak ölü yahut diri tağutlara ne kadar da derin ve büyük minnet borcu olduğu mütemadiyen hatırlatılır. İkinci borç ise ülkenin dış borcunun kişi başına düşen miktarıdır ki bu diğer borcun(!) yanında toz zerreciği misali kayda değer bile değildir.

“Eğer Sen Olmasaydın”dan “Eğer O Olmasaydı”ya…

“(Habibim) eğer sen olmasaydın, eğer sen olmasaydın bu varlıkları (eflak) yaratmazdım.”[1] şeklinde naklolunan uydurma/mevzu “hadis”teki ibarenin olduğu gibi küfür önderleri ve tuğyan liderleri için kullanılmakta olduğunu görüyoruz. Bu ve buna benzer birçok meselede şirk ehlinin taklit ve hakkı hevalarına ve bâtıl ideolojilerine uyarlama konularında oldukça mahir olduklarına da tanıklık etmekteyiz.

Aralarında iman ettiğini iddia edenler bazı kesimlerin de dâhil olduğu bu kitle mutlak itaat ve bağlılıkla tabi olmak suretiyle ilahlaştırdıkları tağutların meşruiyetine ve hatta “yüce”liğine dair menkıbe ve masallar anlatmaya başlarlar. Böylelerinin hâli şuna benzer ki onlar başkalarının dünyalığı için kendi ahiretlerini harap etmişlerdir.

Muhtemelen birçoğumuz hiçbir tarihsel gerçekliği olmayan efsane ve söylencelere beş altı yaşlarından itibaren maruz kalmışızdır. Allah’ın (cc) merhamet ettikleri müstesna tuğyan sarhoşluğu içerisinde debelenen milyonlarca insanın varlığı, bizlere akıl ve iman arasındaki güçlü bağın ne denli önemli ve değerli olduğunu göstermektedir. Bu türden absürtlüklerin ne denli yaygın ve tanıdık olduğuna dair aşağıda bazı örneklere yer vereceğiz.

Hakikat şudur ki; İslam coğrafyasındaki her bir halaskâr etiketli “Batıcı O”nun yaptığı geniş kapsamlı yıkım ve tahribatı bilinen tarihe göre Ebû Cehil ve avanelerinin dahi yapmadığıdır. Bu örneklerden çıkarabildiğimiz sonuçlardan bir tanesi de şudur: “Akıl, Bilim!” falan diye naralananların birçoğunun hakikatlerden uzak ve kopuk olduğu ülkemiz de dâhil İslam coğrafyasının büyük bölümünde akıl devletinin geniş toplumsal bir zemininin olmadığı apaçık ortaya çıkmaktadır.

“O” Olmasaymış…

“O” olmasaydı eğer, memleketimizi işgal edecek bilumum Haçlı-siyonist ittifak, din ve devlet işlerini birbirinden ayırarak devleti dinsiz/merhametsiz/adaletsiz; dini de devletsiz/güçsüz ve etkisiz kılarlardı. Bu ağır cürme itiraz eden yüzlerce âlim halka açık meydanlarda darağaçlarında sallandırılırdı!

Eğer “O” olmasaydı, hafazanallah, Adolf Hitler kendi devrinde koca ülkeyi işgal eder, Almanya’da Alman ırkını üstün ilan ettiği gibi Türkiye’de de “Laik Türk” sınıfını faik, seçkin ve üstün ırk olarak ilan eder ve bu kadim coğrafyada İslam tarihi boyunca hiç rastlanmamış derin ve yaygın bir bölücülüğün zehirli tohumlarını ekerdi!

“O” olmasaydı eğer, kripto Yahudiler memleketimizin idaresini gasp eder ve çok zor şartlarda seçilerek teşekkül etmiş olan ilk meclisi cebren dağıtırdı. Diktatörlük rejimi diye, “foto”su kalmış hilafeti lağvederek ülkeyi on yıllarca “Rakı Republikası” modunda yönetirlerdi. Hatta kendileri dışında bu memleketin has evlatlarına yönetimde en küçük bir pay dahi vermezlerdi!

“O” olmasaydı eğer, Churchill’in emriyle birçoğu Londra ve diğer İngiliz şehirlerinin çöplerinden toplanıp gemilerle getirtilen konteynırlar dolusu şapka, İngilizler tarafından Kastamonu’ya çıkarma yapılarak gariban halk şapka giymeye zorlanırdı! Churchill ceberutu, şer’i gerekçelerle şapka giymeyi reddeden Müslüman halk için olağanüstü yetkiler verilmiş mahkemeler (Independence Courts) kurarak peş peşe idamlar yaptırırdı. Öyle ki şer-i şerife aykırı diye yağlı, yırtık, kirli ve pasaklı “İngiliz şapkasını” takmaya direniyorlar gerekçesiyle Rize vilayetimizi İngiliz Donanması’na denizden bombalatır, Erzurum’da da şapka giymiyor diye Şallı Bacı namlı bir hanımefendiyi darağacında sallandırırdı![2]

“O” olmasaydı eğer, Suriye-Filistin cephesinde 65 bin Osmanlı askeri esir alınır, 3 bin 886 kayıp verilir, 361 top elden çıkar, mütareke tarihinden bir ay önce eylül ortalarında, başında Selanikli bir komutanın bulunduğu 7. Ordu ani surette geri çekilir ve İngilizler onun açtığı gedikten girerek Osmanlının 4. ve 8. Ordularını imha ederek Filistin’i tümüyle işgal ederlerdi!

Eğer “O” olmasaydı, Fransızlar ülkemizin tamamını işgal ederdi, Antep’i işgal ettikleri gibi. Hatta kadınların çarşafına el uzatan işgalcilerin fiilî ve kanuni baskısı altında kalırdı koca millet. Genç kızlar, üniversitelerin kapısına dahi yaklaşamazdı. Eşi, annesi, ninesi ve kız kardeşi tesettürlü diye nice insanlar çalıştıkları kurumlardan atılır, kazanımlarını savunma hakları dahi ellerinden alınıverirdi!

Eğer “O” olmasaydı, son birkaç on yıldır Suriye ve Irak’taki Kürt bölgelerinde olduğu gibi geçmişimizle ve köklerimizle bağımızı koparmak isteyen düzenbaz İngilizler memleketimizde kendilerine yakışır hainane bir şekilde “Harf Devrimi” adında bir yıkım projesini uygulayarak yurdumuzun uleması ile cühelasını bir gecede eşitleyiverirdi! İngiliz kaltabanı bununla yetinmez, sureten var olup sireten yok hükmündeki “Halife”yi “Zinhar buralara gelme!” deyip aşağılayarak kendi öz yurdundan kovardı!

“O” olmasaydı eğer, Rus Çarı, ordusunu Anadolu üzerine gönderir, işgal ettiği şehirlerdeki camileri depo, ahır yahut lokal yapardı. Rus Çarı bununla da yetinmez ilim irfan yuvası medreseleri kapattırır ve ezanı sustururdu!

“O” olmasaydı eğer, dünyanın en önemli merkezlerinden biri olan İstanbul gibi bir şehir Yunanlıların elinde kalırdı. Onlar da İslam’a ve Müslümanlara olan kinlerini azıcık olsun dindirmek için Ayasofya’yı tekrar kiliseye çevirirler yahut en iyi ihtimalle müzeye dönüştürürlerdi.

“O” olmasaydı eğer, senaryoya uygun bir şekilde Almanya’dan kaçarak canlarını zar zor kurtarabilen bilim, sanat, ekonomi ve askerî alanda yetişmiş yüzlerce “mağdur” Yahudi memleketimize kabul edilecek, başta İstanbul olmak üzere ülkemizin büyük şehirlerinin en mutena yerleri kendilerine bedelsiz olarak tahsis edilip tapulandırılacak, toplum içerisinde rahat olmaları için Türkçe öğretilip Türk isimleriyle isimlenecek ve nihai olarak İsrail adında bir devlet kurup ayakta tutmak amacıyla bunların bir kısmı işgal edilmiş Filistin topraklarına yerleştirilecek idi.

Bunları okuduktan sonra yapay sınırlarla bölünmüş İslam coğrafyasındaki her bir müminin dudaklarından şu sözcüklerin dökülüvereceği kuşkusuzdur:

“Ah, ‘O’ gerçekten de olmasaymış!”


[1] Mevzu hadis için bk. Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, 2/2123 No.lu hadis; Sâğânî, Mevdûatu’s Sâğânî, 78; Şevkânî, El-Fevâid, s. 246; İbnu’l Cevzî, Mevdûat, 1/288-289; et-Tenzîh, 1/324; Alî El-Kârî, Mevzûâtu’l Kubrâ, 385 No.lu Hadis, s. 288; Elbânî, Silsiletu’l Ehâdîsi’d Daîfe, s. 282

[2] Cumhuriyet gazetesi, 30 Aralık 1925 tarihli nüsha.

Önerilen makaleler