Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla,
Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.
Sünnetin korunduğuna dair delillerle devam ediyoruz:
Sünnet, Kur’ân’ın Beyanıdır; Korunmuştur.[1]
Allah Resûlü (sav), Kur’ân ayetlerini eksiksiz bir şekilde ümmetine okumuş, ulaştırmıştır. Ümmetin en hayırlı nesli sahabe, Nebi’nin bu vazifesini en güzel bir şekilde yaptığına şahitlik etmiş,[2] aksini iddia edenlerin de yalancı olduklarını belirtmiştir.[3]
Allah (cc), Resûl’ünü (sav) sadece Kur’ân’ı ulaştırsın/tebliğ etsin, sonra da sussun diye göndermemiştir. Allah Resûlü’ne (sav) bu Kitab’ı beyan etme/açıklama görevini de vermiştir:
“(Peygamberleri) apaçık deliller ve Kitaplarla (yolladık). Sana da bu zikri/Kur’ân’ı indirdik ki, insanlara indirileni onlara açıklayasın. Umulur ki düşünürler.”[4]
O da (sav) bu görevini yerine getirmiş, vefat ettiğinde “gecesi de gündüzü gibi aydınlık olan bir din” üzere ümmetini bırakmıştır.[5]
Câbir’den (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Kur’ân, Allah Resûlü’ne (sav) nazil olurdu ve o da bize, Allah’ın emrettiği şekilde açıklar, beyan ederdi: ‘Onu okuduğumuzda sen okunmasını takip et. Sonra kuşkusuz, onu açıklamak da bizim işimizdir.’[6], ‘Sana da bu zikri/Kur’ân’ı indirdik ki, insanlara indirileni onlara açıklayasın.’[7] ”[8]
Peki, neden Allah Resûlü’nün (sav) beyanına ihtiyacımız var? Ya da Allah’ın (cc) Resûl’e beyan görevi vermesinin hikmeti nedir?
İnsan cehalet,[9] cedel/tartışma[10] ve acelecilik[11] gibi bazı zaaflara sahiptir. Kur’ân’ı anlarken bu zaaflar, kişinin anlayışını etkileyip yanlış çıkarımlar yapmasına sebep olabilir. Böylece hak ve hakkın kaynağı bir Kitab’ı okumuş ama haktan sapmış olur. Hâliyle anlayışında hakka isabet edip etmediğini tespit etmek için bir kaynağa ihtiyacı vardır. Bu kaynak da Allah Resûlü’nün (sav) Sünnetidir. Kur’ân’dan anladığının “Kur’ân’ın anlattığı” olup olmadığını öğrenmek isteyen her kul, ulaştığı neticeyi “Peygamber’in anladığına” arz etmek zorundadır. Çünkü hem Allah’ı ve O’nun (cc) muradını en iyi bilen hem de Kur’ân’ı çok iyi anlayan kişi Allah Resûlü’dür (sav).
Ayrıca insanoğlunun karanlık bir tarafı vardır, heva taşır ve Allah’ın Kitabı’nı da hevasına göre anlamaya meyyaldir.[12] Peygamber’in (sav) beyanı, Kitap ile bu karanlık taraf/heva arasına girsin diyedir.
“Elif, Lâm, Râ. (Bu,) insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, El-Azîz ve El-Hamîd (olan Allah’ın) yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz Kitap’tır.”[13]
Böylece insan aklına esene veya hevasına uyana göre değil, Peygamber’in (sav) beyanı ve uygulamalarıyla Kur’ân’ı anlar. İçimizdeki karanlığın/hevanın, nasları anlarken bizi etkisi altına almaması için Peygamber’e, beyanına ve Kur’ân ayetlerini nasıl yaşadığı bilgisine ihtiyacımız vardır. Çünkü Allah Resûlü (sav) beşerin karanlık tarafının vahyi etkilemesinden korunmuştur. Hem onun Sünneti de tıpkı Kur’ân-ı Kerim gibi vahiy kaynaklıdır, vahyin aydınlığındandır. Bunu bildiğimizde hem hevamızın karanlığına tabi olup nasları yanlış anlamayız hem hevamızın karanlığına şer’i kılıf geçirmeyiz hem de bir başkasının içinde taşıdığı karanlığı “din” diye dayatmasının farkına varırız.
“Ona uyun ki, hidayet bulasınız.”[14]
“Şüphesiz sözlerin en güzeli Allah’ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed’in yoludur.”[15]
Peki, Nebi’nin (sav) Kitab’ı beyan eden Sünneti korunmuş mudur?
Kur’ân’ın sadece lafzının korunup beyanının korunmaması mümkün değildir. Çünkü Yüce Allah bu kitabı indirip lafzını korumayı üstlendiği gibi, beyanını (açıklamasını) da üstlenmiştir.
“Onu (anlama ve ezberlemeyi) çabuklaştırmak için, dilini onunla hareket ettirme. Şüphesiz ki onu (kalbinde) toplamak ve okutmak bizim işimizdir. Onu okuduğumuzda sen okunmasını takip et. Sonra kuşkusuz, onu açıklamak da bizim işimizdir.”[16]
Allah’ın Kur’ân’ın beyanını üstlenmesi, beyanın korunmasını da gerektirir. Kur’ân’ın beyanı hem Kur’ân’ın birbirini beyan eden ayetleri hem de Allah Resûlü’nün Sünneti/beyan yetkisi[17] ile gerçekleşmiştir, hâliyle Sünnet korunmuştur…
Şayet Kur’ân’ın beyanı olan Sünnet korunmamış olsaydı;
Peygamber’e (sav) verilen beyan yetkisinin bir anlamı kalır mıydı? Hem beyan yetkisi verilmesi hem de Kitab’a dair beyanın/Sünnetin korunmaması tutarlı olur muydu? Korunmamışsa Allah Resûlü’nün (sav) yirmi üç senelik, Kitab’ı beyan mücadelesi sonraki nesillerin ihtiyaç duymadığı bir şey midir?
Diyelim ki Allah Resûlü (sav) ilk nesille birlikteyken bu görevini yerine getirdi. İlk nesil Peygamber’den bu açıklamaları öğrendiler. Peki, ya sonraki nesiller? Onlar ellerine Kitab’ı alacaklar ama ilk neslin ulaştığı Resûl beyanına ulaşamayacaklar mı? O hâlde Nebi’nin (sav) Kur’ân’ı beyan etme yetkisinden bahseden ayetler sonraki nesillere ne anlatır? Sadece okunup geçilen, hükümsüz ayetler midir o ayetler?
Açıklamaya/Beyana en çok ihtiyaç duyacak olanlar Peygamber’le (sav) aynı asırda yaşayanlar mıdır, yoksa sonradan gelip onu (sav) ve sahabesini hiç görmemiş olanlar mıdır? Elbette, sonradan yaşayanların beyana ihtiyacı daha fazla olacaktır. Çünkü sonraki nesiller, sahabe gibi yirmi üç seneye yayılan bir nüzul süreci görmemiş, yaşamamışlardır. Bu sebeple ayetlerin ne üzere indiğini, Allah Resûlü’nün o ayetle nasıl amel ettiğini, nasıl açıklayıp izah ettiğini bizzat bilemezler. Nüzul sürecinde yaşayanlar için kendiliğinden cevaplanan birçok konu onlara kapalı kalacaktır. Hâliyle ayetlerin açıklamasına, nasıl anlaşılması gerektiğine ve anladıklarının doğru olup olmadığına dair soruları sahabeden daha fazla olacaktır. Peki, bu sorular nasıl cevap bulacak? Birden fazla netice üzerinde kimin açıklaması hakem olup doğruyu belirleyecek? Elbette hem Kur’ân’ın beyanı hem de yirmi üç senelik uygulaması olan Sünnetin sonraki nesillere korunarak ulaşmasıyla… Aksi durum, Kur’ân’ın tüm insanlığı kuşatan evrensel bir hüccet olmasına terstir. Yine dinin kemale ermiş ve tamamlanmış olmasıyla da bağdaşmaz…
Sahabe Kur’ân’dan anladıklarının doğru olup olmadığını Peygamber’in (sav) beyanıyla karşılaştırıyordu. En hayırlı ve hevadan uzak nesil olmalarına rağmen… Peki, sonraki nesiller bunu nasıl yapacak? Beşerî zaafların saptırmasından ve heva içirilmiş kalplerin çarpıtmalarından nasıl korunacaklar? Onların buna ihtiyacı yok mu? Sahabeden daha mı üstünler?
Biraz daha somutlaştıralım:
Sonraki nesiller Kitab’ı açıp okuduklarında açıklanmasına ihtiyaç duyacakları ayetlerle karşılaşacaklar. Resûl’ün (sav), Kitab’ı beyan ettiğine dair ayetler onları Resûl’ün açıklamalarına yönlendirecek. Üstüne Nebi’ye tabi olmanın gerekliliğine ve ondan yüz çevirenlerin vahim durumuna dair ayetleri de okuyacaklar… Sonra “Yolların en güzeli Muhammed’in (sav) yoludur. Acaba peygamberliğine şehadet ettiğim Allah Resûlü (sav) bu ayeti nasıl beyan etti?” diye araştıracaklar. Bir bakacaklar ki korunan sadece Kur’ân’ın lafzıymış, Resûl’ün Kitab’a dair beyanları/açıklamaları Allah (cc) tarafından korunma altına alınmamış… Bir ihtimal, çaresizce başka kimselerin yazdığı onlarca ciltten oluşan tefsirlere başvuracak, öğrenmeye çalışacaklar…
Bu durumu yüce Allah’ın el-Hakîm ismi bağlamında açıklamak mümkün mü?
Beyanın korunmaması, kemale erdirilmiş dine eksiklik nispeti ve tüm eksikliklerden münezzeh olan Allah’a noksanlık izafesi olmaz mı?
Yüce Allah doğruluk ve adalet bakımından tastamam kelimelerin sahibiyken o kelimelerin beyanını korumaması gibi bir şey düşünülebilir mi?
Bir Rasul gönderip ona beyan yetkisi verip, o dönemdeki insanları Kitap’la baş başa bırakmayan Yüce Allah, sonraki nesilleri Kitap’la baş başa mı bıraktı? Artık “kim ne anlarsa” mı olacak?
Kim olursa olsun her müfessir bir beşerdir. Hata edebilir, heva da taşıyabilir. Tefsir kitabı okuyan kişi kendisini bundan nasıl koruyacak?
Günümüze kadar ulaşan bildiğimiz en eski tefsir kitabı Mukâtil ibni Süleymân’a aittir. Mukâtil ibni Süleymân H 150’de vefat etmiştir. Bu kitap ümmetin bireyleri eliyle günümüze kadar ulaşacak, korunacak ama Allah’ın Elçisi’nin Kitab’a dair tefsiri/beyanı zayi olacak? Bu asla mümkün değildir. Böyle bir şeyi iddia etmek Kitab’a ve Resûl’e iman eden bir ümmete hakarettir.
Şu kıymetli sözlerle makalemizi sonlandıralım:
“İmrân b. el-Husayn’ın yanında ilim müzakere ederken bir adam, ‘Kur’ân’da olandan başka şey konuşmayın.’ dedi. Bunun üzerine İmrân b. el-Husayn şöyle dedi: ‘Sen ahmaksın. Sen öğle namazının Kur’ân’da dört rekât, ikindi namazının dört rekât olduğunu ve bunlarda sesli okumayacağını, akşam namazının üç rekât olduğunu bunun iki rekâtında açıktan okuyacağını, üçüncü rekâtta sesli olarak okumayacağını, yatsı namazının dört rekât olduğunu, bunun iki rekâtında sesli olarak okuyacağını, diğer iki rekâtında sessiz olarak okuyacağını, sabah namazının iki rekât olduğunu ve bu rekâtlarda sesli olarak okuyacağını gördün mü?’ ”[18]
Başka bir lafızda şöyle geçer: “Allah’ın Kitabı’nda (Kur’ân’da) namazı tafsilatlı (ayrıntılı) bir şekilde buluyor musun? Allah’ın Kitabı’nda orucu açıklanmış bir hâlde buluyor musun? Şüphesiz bu Kur’ân, hükmü koymuştur; Sünnet ise onu açıklar.”[19]
Abdullah ibni Mes’ûd şöyle der:
“Ey insanlar! Şüphesiz Allah, Muhammed’i (sav) hak ile gönderdi, O’na Furkân’ı (hakkı bâtıldan ayıran Kur’ân’ı) indirdi, ona farzları emretti ve ümmetine öğretmesini emretti. O da Allah’ın mesajını tebliğ etti, ümmetine nasihatte bulundu, onların bilmediklerini öğretti ve cahil oldukları şeyleri onlara açıkladı. Öyleyse ona tâbi olun, bidat çıkarmayın. Zira size yeterince açıklama yapılmıştır. Her sonradan çıkarılan şey bidattir, her bidat ise sapıklıktır.”[20]
H 23 yılında dünyaya gelen Urve ibni Zubeyr (ra) şöyle der:
“Bize gelip hadis aktaranlar, öğle namazını dört rekât, ikindi namazını dört rekât, akşam namazını üç rekât kılmamız gerektiğini söylediler. Biz de onları, namaz(ın farz olduğunu aktardıklarında) doğruladığımız gibi bu aktardıklarında doğruladık. Oysa biz, bu konuda Resûlullah’ı (sav) görmüş değiliz. Şimdi biz, bu (bilgileri) inkâr mı edelim?”[21]
✽ ✽ ✽
Bir sonraki yazımızda buluşmak duası ile…
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.
[1] bk.
– https://tevhiddergisi.org/sunnet-kur-n-i-aciklar/
– https://tevhiddergisi.org/sunnete-basvurmamak-kur-n-i-yanlis-anlamaya-sebep-olur/
– Peygamberin Gelme Amacı, Kalem Suresi Tefsiri 3, Halis Bayancuk Hoca
[2] bk. Müslim, 1218; Ebu Davud, 1905
[3] bk. Buhari, 7531
[4] 16/Nahl, 44
[5] bk. İbni Mace, 43; Ahmed, 17142
[6] 75/Kıyâmet, 18-19
[7] 16/Nahl, 44
[8] Zemmu’l Kelâm ve Ehlih, s. 245
[9] bk. 33/Ahzâb, 72
[10] bk. 18/Kehf, 54
[11] bk. 17/İsrâ, 11; 21/Enbiyâ, 37
[12] bk. 12/Yûsuf, 53; 91/Şems, 7-10
[13] 14/İbrâhîm, 1
[14] 7/A’râf, 158
[15] Müslim, 867; Nesai, 1578
[16] 75/Kıyâmet, 16-19
[17] bk. 16/Nahl, 44
[18] Musannef-i Abdurrezzak, 20474. Benzer rivayetler için bk. Ebu Davud, 1561; Mu’cemu’l Kebîr, 537; el-Fakih ve’l Mutefekkih, Hatîb el-Bağdâdî, 235
[19] Zemmu’l Kelâm ve Ehlih, 244
[20] Zemmu’l Kelâm ve Ehlih, 239
[21] Zemmu’l Kelâm ve Ehlih, 243