MEKKE VADİSİ’NDEN KULLUK YÖRÜNGESİNE

Birçoğumuz bazen geriye dönüp baktığımızda kimi hatıraları yerinde ve zamanında yaşandığı şekliyle hatırlamakta zorluk çekeriz. Zamanlar veya isimler yer değiştirebiliyor ya da bazen anımsanan hikâyede oynamalar olabiliyor. Nihayetinde zihin, anıları yoğura yoğura en hoş ve hatırlanmaya değer bir forma sokuyor. Aslında birçok şey, yerinde ve ânında yaşandığı gibi hatırlansa mazinin yükü altında inlerdi çoğumuz. Fakat kimi hatıralar vardır ki güvenli bir liman ve sığınılacak bir yuva gibidir insan için. Mümin olma iddiasında olanların hayatında birçok müsbet değişimlere vesile olduğundan yahut böyle varsayıldığından hem dünyevi hem de uhrevi açıdan en çarpıcı ve etkili örnek hac için veya yılın diğer aylarında umre niyetiyle Mekke’ye giderek Kâbe ile buluşanların büyük bir kısmı için de söz konusudur bu hakikat.

Kâbe-i Muazzama’yı karşısında görünce daha önce öğrenilmiş terimlerin ve tariflerin birçoğunu yeniden gözden geçirmesi gerektiğini fehmeder mümin. Kişi, o ândan itibaren Kâbe ve Kâbe’nin Rabbiyle (cc) olan münasebetinin samimiyetini, ciddiyetini ve düzeyini de daha net bir şekilde takdir edebilmektedir.

Umre ibadeti esasen müminlerin zihinsel berraklık, ruhsal doygunluk ve manevi birçok kazanımlar elde etmesine vesile olmakta, hayata bakışı, geçmişin muhasebesi ve geleceğe dair umut ve beklentilerini etkilemekte, inandığı değerler doğrultusunda samimi bir şekilde yaşamayı öğretmekte ve geri dönüşü olmayan ebedî hayat için daha yoğun bir hazırlık sürecinin gerekliliğini hatırlatmaktadır.

Hac ibadetinin zamana bağlı olması, umre ibadetinin ise maddi imkân olduğu takdirde her zaman mümkün olması son yıllarda umre seyahati programlarının özellikle de Ramazan ayında neredeyse hac dönemine benzer bir yoğunluk kazanmasına sebep olmuştur. Bu imkân, birçok kişi için sıklıkla umre ibadetini yapmayı ve yılın belirli zamanlarında bu yolculuğu tekrarlama alışkanlığı edinmelerini kolaylaştırmıştır.

Umre gibi bazı ibadetler, insanların zihninde Allah’a kulluk hususiyetini korumakla birlikte bazı nedenselliklerin birlikte yaşandığı bir özellik de gösterebilmektedir. Bu nedensellikler umre ibadetinin farklılaşmış bir dinî pratik özelliği göstermesiyle ilgili olarak tüketim kültürü bağlamında değerlendirilebilir. İslami ve insani değerleri çok da kâle almayan kapitalizmin giderek derinleşen izlerini Mekke’de görünce umre ibadetinin bazı kesimler açısından bir tür tüketim unsuru hâline gelmiş/getirilmiş olması ayrıca değerlendirilmesi gereken mühim bir konudur.

Bir Umre, Birkaç Ömür…

Umre yapan mümin bizzat dile getirmese de “uzun ömürlü” olmayı diliyordur. Uzun ömürlü olmaktan kasıt deriyle ambalajlanmış gibi bir kemik yığını kalasıya dek dünyaya kazık çakmak değil tabii… Ömrün tarifini ve tasnifini yapan ulema, mümin kimsenin iki ömrü olduğunu belirterek birinin bilinen kronolojik yaşı, diğerinin de manevi ömrü olduğunu söyler. Kronolojik ömür insanlar için takdir edilmiş olan yıl sayısıdır. Manevi ömür ise müminin yaşadığı ömre sığdırdığı emrolunmuş ibadet, teslimiyet ve içtinabın toplamıdır.

İşte bu manada hac ve umre, mümin kimsenin manevi ömrünü bereketlendiren ya da bereketlendirmesi umulan, onu türlü salih amellerle zenginleştirip ziynetlendiren ve kendisini zihnî berraklık ile ruhsal olgunluğa kavuşturan bir ameldir. Öyle ki mümin kimsenin hayatındaki en önemli milatlardan birisi olması hasebiyle hayatını da bu çerçevede sınıflandırması mümkündür.

Mutemir, artık hayatını HÖ (hac veya umreden önce) ve HS (hac veya umreden sonra) şeklinde farklı dönemlere ayırabilecektir. Aslolan böyle bir tarihlendirme ve kategoriye ayrılmamasıdır. Hac veya umreden sonra hedeflenen manevi, insani ve ahlaki seviye her ne ise bu maksada ulaşmak için öncesinde de istekli ve azimli olunması ve gayret gösterilmesi esastır. Aradaki fark meselenin ibadi boyutu ve manevi bereketidir.

Mümin bir kimsenin yüksek bir bilinçle yöneldiği Beytullah’a giderken mikatta kıyafet gibi dünyevi statü, ünvan, imtiyaz, makam göstergesi, rütbe ve simgelerden arınarak en başta kendisini resetlemekle başlar bu içsel yolculuğa.

Hiçbir şeye ve hiç kimseye karşı büyüklenme, ayrımcılık, kayırmacılık veya özel muamele fikri bile zihinde yer etmez. Bir “hiçliğin farkındalığı seyahati” de denilebilir buna. Yolculuğun ilk konağı aslında bir hiç olduğunu fehmetme konağıdır. Görülen manzara mahşerin küçük ve kişiye zayıflığını, âcizliğini ve küçüklüğünü kuvvetle hissettiren etkili bir izdüşümüdür. Fakat sahne kıyamet sahnesi olmadığı için beşer olmak hasebiyle Kur’ân’ın da değinmiş olduğu[1] insanî bazı hususiyetlerin izharına da şahit olunmaktadır.

Kâbe’nin avlusunda ve tavaf edilecek yerler olarak yapılmış bulunan büyük ve ihtişamlı tavaf balkonlarında gece gündüz kesintisiz bir şekilde kendiliğinden akıp giden yüz binlerce insanın hareket hâlinde olmasıyla oluşan görkemli manzara aynı zamanda görsel bir şölen sunmaktadır. Bu kareografinin zirvesi ve en muhteşem görüntüsü de gün içerisinde tavafın beş kez birkaç dakikalığına durduğu namaz vakitleridir. Yüz binlerce insanın günde en az beş kez[2] birkaç dakika içerisinde düzgün saflar hâlinde namaza durması enfes bir uyum ve yüksek bir şuurun göstergesidir.

Bu manzara; kâinattaki her bir şeyin başka bir şeyin çevresinde ahenk ve insicam içerisinde dönüp durduğu kozmik düzenin bir parçası olmayı kendi iradesiyle kabul ederek bu sınırsız kulluk hareketine katılımını göstermektedir. Hareket edilmesi gerektiğinde bu mükemmel devinimi bozacak şekilde nasıl rast geldiyse öyle gelişigüzel değil, emrolunduğu gibi ve dosdoğru bir şekilde hareket etmek… Elektronların hiç durmadan atom çekirdeğinin etrafında dönmesi gibi…

Hayatın yol gösterici mesajlarıyla dopdolu bir yolculuktur Kâbe-i Muazzama’yı tavaf etmek. Bu sebeple durulması gerektiğinde de canı sıkıldığında değil, kulluğun esaslarına, estetiğine ve edebine uygun bir şekilde durmak gerekiyor. Kozmik düzenin sağlıklı ve sorunsuz bir şekilde devamının sırrı aslında böylesi bir kulluktadır. Sonra yeniden başlamak… bir daha… bir daha… Aynı şevk ve heyecan. Aynı anlam ve maksat. “Sana yakin gelene kadar…”[3] devam etmesi gereken kutsal bir devinim.

Duygular, bakışlar, fikirler ve düşünüşler nötr pozisyondayken dilekler, korkular ve umutlar zirvededir. Eğer hayatın devamlılığının zorunluluklarından olmazsa yeme içme ihtiyacının dahi hatırlanmadığı zamanlar oluyor. Kalbin itminanı, ruhun doygunluğu ve zihnin berraklığı arttıkça yemek içmek dâhil dünyevi olana gösterilen meftuniyet ve hatta alaka pörsümeye başlıyor.

Umre yapan mümin; kırık, dökük, kırgın, küskün, zayıflamış ve yorgun kalbini yeniden onarmaya ve imar etmeye çalışır. Ömür boyunca durmayan, teklemeyen, yolda bırakmayan kalbin de bakım ve onarıma ihtiyacı olduğunu Nebevi haberle öğrenmiştir.[4] Umre, bir manada kalbi restore etmektir. Fıtrat ayarlarının “civata”larını sıkıp yeniden orijinal değerlere döndürmeye çalışmaktır.

Beytullah ve Ubeydullah…

Evet, zahiren Beytullah’a doğru gibi görünüyor bu yolculuk, fakat aslında müminin kendi iç âleminde henüz keşfedilmemiş ve kâşifini bekleyen “belde”lere doğru yaptığı önemli bir seyahattir. İç âleminde gizli kalmış birtakım özellikleri tanımasına ve mülk ve melekût âleminin bazı sırlarına vukufiyetini kolaylaştırır mutemirin. Hac ve umre yolculuğunun şu dünya hayatında mümin açısından ruhi riyazetin başlangıcı ve belki de bazıları için bunun ileri aşamalarına vasıl olmak için büyük bir fırsat olduğu kuşkusuzdur.

Modern hayatın insanı yüz yüze bırakmış olduğu en temel problemlerden biri de anlam kaybıdır. Ulaşım ve iletişim alanındaki gelişmeler insana olabildiğince konforlu bir hayat sunarken bir yandan da hayatın anlamından ve amacından kopararak onu sık sık gereksiz hüzün, yersiz sevinç, endişe ve umutsuzluğa sevk etmektedir.

Modern çağda toplumsal hayattaki birliği parçalayan sayısız statüler, sınırlar, ayrışmalar ve kamplaşmaları dağıtma ve safını net bir şekilde seçme yolculuğudur bu seyahat. İnsanlık âlemi uluslara, uluslar; ideolojik, oligarşik ve ırkçılık temelli sınıflara bölünmüş ve bu bölünmüşlük aidiyet ve statü göstergesi olarak pejmürde yahut ultra lüks kıyafetlere yansımaktadır.

Mikat’a vardığında mutemir, ihram giyerek zahiren renk, sınıf ve statü gibi dünyevi ayrımcı sıfatlardan sıyrılıp arınır. Olması gereken budur. Hayatı kişiye hatırlatan ve bağlı kılan her şey artık ihramın dışında olmalıdır. Herkes yurtlarındakinden çok farklı olarak ciddi bir transformasyon geçirmiş gibi yapay ve sahte ünvanlardan insan olmanın gerçek hâline dönüşüyor, dönüşmeye çalışıyor yahut dönüşme iddiasıyla buraya akın ediyor. Kimileri için muvakkat bir hâl belki ama bundan istifade edenler de az değil, elhamdulillah.

Yoğun manevi atmosferin insanı etkisi altına aldığı böyle bir durumda kişinin Kâbe’den uzaklaştıktan sonraki hâli oldukça önemli. Bazıları için otel odasına dönerken nükseden olumsuzluklar, kişi memleketine döndüğünde hac veya umre öncesi hayatına kaldığı yerden devam etmesiyle sürüp gider. Bu da aslında insanın tıynetinde pasif olarak var olan bazı hasletlerin farklı vesilelerle aktifleşmesinden başka bir şey değil. Bunu, İblis ile Âdem’in (as) imtihan olundukları hususlara karşı gösterdikleri ve biri diğeriyle zıt iki farklı tepkiden anlamak mümkündür.

Mikat’tan itibaren mutemir, neyi niçin yaptığını ve arzulayıp başladığı şeyi tüm benliğiyle hissedebiliyor artık. Ömrü tağutlara kulluk ve hizmetle geçmiş nice insanlar da fiilî hâlleriyle artık ölmüş yahut yaşayan tağutlara itaatte bulunmayacağına ve Allah’tan başkasına kulluk yapmayacağına dair söz vermiş oluyor. Sadece dilde kalmasa verilen bu sözler, dünya çok daha güzel ve yaşanabilir bir yer olurdu.

Harem bölgesine attığın her adım seni Kâbe’ye yaklaştırırken aynı zamanda sana medaric katetme fırsatı verdiğini de fark ediyorsun. El-Aliy ve El-Kebîr olan Rabbin ulûviyetinin künhüne varılmaz, lakin bunun daha ileri boyutlarda sa’y gerektirdiğini tarifsiz bir heyecanla keşfedersin. Son durağı ahiret olan hayat rotası burada düzeltilip doğru istikamet yeniden belirlenir.

Ruhun, o atmosferde sahibini bulmuş gaibin memnuniyeti ve mesruriyetiyle gark olmuşken bedenin olduğu yerde veya (binekli tavaf için kullanılan) golf arabasındaki koltuğunda bir uzay mekiğinin uzay istasyonuna kilitlenmesi misali tam yerleşip muhkem kalması için dönmesi gibi sen de mekânsal buluşmayı tamamlamakla meşgulsün. Aslında gereken şey tam bir sükût ve iştiyak hâlinde olmandır. Fakat görülen manzara bundan farklıdır.

“Ümmet” Burada…

Bir yönden de İslam ümmetinin ortalamasıdır Kâbe’ye akın eden insan seli. Resûlullah’ın (sav) Vehen Hadisi’ni çok daha iyi anlayabiliyor insan.[5] Bir dile gelse Beytullah… Sumo güreşçileri gibi, insanlara eziyet verecek şekilde sağı solu yara yara Kâbe örtüsüne abanıp feryat figan edenlere, Hicr-i İsmâîl’in olduğu oval bölüme kutsamak amacıyla çeşitli kıyafetler atanlara, makyajsız tavaf yapmayan Güney Asyalı bazı hanımefendilere, Makâm-ı İbrâhîm’e el yüz sürerek zılgıt atan kadınlara, sünnete aykırı davranarak mescid âdabını ihlal edenlere, Kâbe’yi eline aldığı Said Nursi’nin Risalelerinden birini okuyarak tavaf edenlere, Allah’ın misafirlerine karşı kemâl-i edep sınırlarını muhafaza eden kahir ekseriyete rağmen bunun tam tersi tutumu olan bazı üniformalı mihmandarlara neler derdi acaba?

Kâbe’nin sıfır kenarına yaklaşmak neredeyse bir eziyet hâlini almış durumda. Bunun sebebi sadece ziyaretçilerin çok kalabalık olması değil. Özellikle bazı gençlerde öne çıkan bir durum. Bu gençlerin normal yaşantılarında da muhtemelen haz ve hız odaklı bir yaşam sürüyor olmalarının bir yansıması olarak bir ân önce Kâbe örtüsüne ve Haceru’l Esved’e ulaşmakta ölçüsüz bir hırs gösteriyorlar. Bundan dolayı Kâbe’nin sıfır kenarına ve Haceru’l Esved’e yakın olan halkalarda genellikle tarif edilemez ölçüde rahatsız edici bir itişip kakışma olmakta.

Ramazan ayına mı özgü bir durum, yoksa genellikle öyle midir bilinmez ama Kâbe’nin örtüsüne ve Haceru’l Esved’e dokunmaya çalışmak ciddi manada kas ve kondisyon gerektirir hâle gelmiş. Bu manada kondisyonu iyi olanlar Haceru’l Esved’e dokunup öpebilir ve Kâbe’nin örtüsüne yapışıp dakikalarca çığlık çığlığa “tazarru”da bulunabilmekteler. Bununla beraber Kâbe merkezinin dış halkalarına açıldıkça tavaf da daha rahat hâlde yapılabiliyor.

Aslında bu da hayatın ta kendisidir. Bir makamdan veya mekândan garanti olarak görülen bir faydanın elde edilmesi yahut herhangi bir zararın def edilmesi umuluyorsa ona yaklaşmaya çalışmak oldukça yorucu olmakta ve ciddi bir gayret gerektirmektedir. Bunun bir tek istisnası El-Azîz, Et-Tevvâb ve El-Mucîb olan Allah’tır. Mümin O’na (cc) yaklaşmaya çalıştıkça kalbinde tarifsiz bir inşirah ve sair hâllerinde ummadığı kolaylıklarla karşılaşır.

Bu manzaraların yaşanması doğru olmamakla beraber güzel yanlarının da olduğu kuşkusuzdur. 2025 Ramazan ayında mutemirlerin hatırı sayılır kısmının gençlerden oluşması sevindiriciydi. Ümmet olmak şuurunun çok güçlü ve derin olmasa dahi hâlen diri olduğunu gözlemlemek güzel. Bu şuurun İslam coğrafyasındaki her ülkede yerleşik siyasal sistemin kendi halkına vermiş olduğu kontrollü İslami yaşam standartlarının bir yansıması olduğunu söylemek abartı olmaz. Her hâlükârda Kâbe’nin birleştiriciliği kalplerde ve ruhlarda müsbet etkiler bırakmakta ve bu şuurun diri kalmasına katkı sağlamaktadır.

Kâbe’nin Rengi, Ümmetin Resmi

Resûlullah (sav) Kâbe’yi ilk defa Mekke’nin fethinden sonra Yemen kumaşıyla örttürdü. Yeryüzünün geometrik olarak merkezi konumunda bulunan Kâbe, örtüsüyle de kalıcı ve güçlü bir mesaj veriyor. Yaklaşık 145 m² toplam ölçüye sahip olduğu ifade edilen Kâbe’nin siyah örtüsünün üzerinde hacla ilgili Kur’ân’dan ayetler yazılıdır.

Abbâsîler Dönemi’nde örtünün rengi siyah olarak sabitlendi ve o tarihten bu yana Kâbe siyah örtüyle özdeşleşti. Boyutuna göre tezyinat ve işlemelerin oldukça az oluşu ve göz alıcılığı zihinlerde dünyaya dair var olan her şeyin göz alıcı bir ziynet/süs olduğunu bildiren ayeti hatırlatır.[6] Bir sınır çizmek gibi… Göz kamaştırıcı bir asalet ve keramet sembolü olan örtünün siyahlığı günümüzde çok daha derin ve kapsamlı anlamlar ihtiva eder.

Doğal olarak bu her bir fert açısından belirli bir sürecin sonucu olmakla beraber gönül isterdi ki hac veya umre için türlü zahmet ve külfeti göze alarak yakın ve uzak diyarlardan gelen yüz binlerin içerisinde bulunan bir kısım insanın “bedevilikleri” yontulmuş olsun. İbadetin edebi, ahlakı ve estetiği sünnet-i seniyyeye uygun bir şekilde içselleştirilmiş olsa Kâbe ziyaretinden, hac veya umreden daha fazla istifade edilebilirdi. Bunu da bir dua ve temenni olarak not etmiş olalım.

“Yeni” Mekke ve Mahzun Kâbe

Kâbe’nin günümüzdeki (Nisan 2025) konumunu ilk kez gören mümin iki şok birden yaşar. Birincisi binlerce km öteden gelen Müslüman, ilim meclislerinde, Kur’ân tefsirlerinde ve siyer/megazi kitaplarında bazen hüzünle, bazen hasretle ve bazen de coşkuyla dinlediği veya okuduğu mahzun ve mağrur Mekke’nin yerinde bambaşka bir Mekke’nin olduğunu görmekle ilk şoku geçirir. Kâbe’nin neredeyse gözlerden uzaklaştırılmış, etrafı âdeta ümmet-i merhumenin mezar taşları misali (Mekke Saat Kulesi vd.) beton bloklarla kuşatılmış ve burada önü açılmış bulunan küresel firmaların yerli ortaklarıyla diktiği sayısız kibir kuleleri arasında neredeyse bir ayrıntıya indirgenmeye çalışılan mahzun hâlini görünce yaşanır ikinci şok.

İkinci şoku iki başlığa ayırmak mümkün.

Birincisi; Suud Hanedanlığı ve başta ABD olmak üzere Batılı iş birlikçilerinin yoğun biçimde etkin olduğu Arap Yarımadası’nda aslında Kâbe’nin de siyasal açıdan örtülü bir işgal altında olduğu hakikati daha yalın bir biçimde müşahade edilebilmektedir.

Bunun somut göstergelerinden biri de şudur: Kâbe ve yakın çevresinde birkaç kişilik bir halka kurup tevhid daveti yapmak her ân tetikte bulunan güvenlik unsurlarınca âni müdahâle gerektirir. Binlerce âlim ve ilim talebesinin Suud zindanlarında bulunuyor olmasının sebebi de budur aslında. Tevhidin merkezinde tevhid daveti halkaları kuramamak veya kurulmasına izin verilmemesi, güzel sesli kârîlerin insanı mest eden Kur’ân tilavetiyle üzeri örtülebilecek bir mesele değildir. Fakat şu ânda hemen hemen herkesi susturup tavakkuf ettiren en yüksek bariyerlerden biridir bu!

İkinci başlık olarak da şunu söylemek mümkün: Kâbe, bidatçi kavimler tarafından da bir tür taciz ve tazyik altında. İkincisi düzelmeden birincisi hakkında sağlıklı bir adım atmak pek de mümkün görünmemektedir. Mahzun Kâbe yalnızlığını gurabadan hac ve umre ziyaretçileriyle giderir.

Kâbe ile münasebette uzaklık mefhumunun olmadığını fark eder mümin. Cakarta’da, Kahire’de, İstanbul’da veya kutuplardayken hissedilen yakınlığa fiziksel yakınlık da eşlik ediyor artık. Bütün kâinatın temel ortak özelliklerinden biri kesintisiz hareket hâlinde olunmasıdır. Durmak, beklemek ve durağanlık yok burada. Zira tavakkuf ve sistem dışı doğal olmayan duraklamalar olursa ahenk ve armoni bozulur.

Her firak aynı zamanda yeni bir başlangıçtır. Mümin, hac veya umre için evini ve ehlini terk ederken daha iyiye, daha güzele ve daha nitelikli olana vasıl olmak maksadıyla ayrılır. İşte burada Kâbe’den ayrılırken bu hedefini en yüksek düzeye çıkarmış olur. Kâbe’ye gelirken hangi ahval üzere idiyse Kâbe’den giderken çok daha arınmış, aydınlanmış ve güçlenmiş olmak hâli veya iddiasıyla ayrılır.

Sa’y ve Gayret

Tavaf sonrası yapılan sa’y, manevi bakım ve onarım sonrası bedenî ve dünyevi yaşamın zorunluluğu olan hayata dair helal ve güzel olanın aranması, elde edilmesi ve muvahhidce bir yaşam sürdürebilmenin kesintisiz çabasıdır.

Kalp yakine yakın itminana ulaştığında, ruh tüm sarp yokuşları ve tanımlanmamış kıvrımları aştığında, zihin bir daha bulanmamak üzere berraklaştığında ve “Lebbeyk!” nidalarıyla verilen ahitler dile pelesenk olduğunda…

Yani insan, yaratılışının anlamına ve amacına uygun bir doğrultuda kararlılıkla yöneldiğinde artık dünyadan nasibini unutmaması gerektiği de hatırlatılır. Öğrenmek, kabiliyetlerini geliştirmek, nefsinin ve ehlinin rızkını elde etmeye çalışmak, iyi ve onurlu bir yaşam sürdürebilmek için tam donanımlı bir şekilde çabalamanın ve koşturmacanın yolu açılıyor. Çölde serap görerek gezer bir hâldeyken zemzem pınarıyla ödüllendirilmek, işte bu sağlam inanç ve donanımın güzel akıbetidir.

Bugünkü hâliyle Kâbe ile sa’yın başlangıç noktası olan Safa Tepesi arasında takriben yüz metreye yakın bir uzaklık var. Tavaftan sa’ye geçerken hayatın bir boyutundan bir başka boyutuna geçiyormuş gibi oluyor insan. Tavaf, seni senden aşırırken sa’y seni sende toplar. İşte bu kombinasyondur dirilerle “ölüler”i birbirinden ayıran…

Mekke’den ayrılırken yakın dostlara hediye etmek üzere valize zemzem yüklerken kalbine Kâbe-i Muazzama’nın hüznünden de yüklenmiş olduğunu fark ediyor insan. Siyasi ve bid’î açıdan örtülü ve düşük yoğunluklu bir “işgal” altında bulunduğu şuurunun daima diri tutulmasının ve Kâbe’nin en kısa sürede bu hâlden kurtulması/kurtarılması ve ümmet için yeniden iman, şuur, kıyam, ihya ve inşa merkezi olmasını Beyt’in Rabbinden niyaz ediyoruz.

Allahumme âmin…


[1] “Hac, bilinen aylardadır. (Bilin ki) kim bu aylarda hac yaparsa cinsel münasebet, fısk ve tartışmak hacda yoktur/olmamalıdır. Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. Azık edinin! Şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır. Benden korkup sakının ey akıl sahipleri!” (2/Bakara, 197)

[2] “En az beş kez” ifadesindeki kasıt her farz namazı sonrası cenaze namazlarında da aynı uyum ve düzenin tekrar ediyor olmasıdır.

[3] “Yakin (ölüm) sana gelinceye dek Rabbine ibadet/kulluk et!” (15/Hicr, 99)

[4] Ebû Hureyre’den (ra) şöyle rivayet etmiştir:

               “Resûlullah (sav) ‘İmanınızı sık sık yenileyin!’ dedi.

               ‘İmanlarımızı nasıl yenileyelim, ey Allah’ın Resûlü?’ diye soruldu.

               Resûlullah (sav), ‘(Hakkıyla) Lailaheillallah sözünü çokça söyleyerek.’ buyurdu.” (Ahmed, 8709)

[5] Sevbân’dan (ra) rivayet edilen hadiste Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

               “ ‘Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi, size karşı (savaşmak için) biribirlerini davet edecekler.’

               Birisi, ‘Bu o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?’ dedi.

               Resûlullah (sav), ‘Hayır, aksine siz o gün kalabalık, fakat selin önündeki çerçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak.’ buyurdu.

               Yine bir adam, ‘Vehn nedir ya Resûlallah?’ diye sorunca,

               ‘Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir.’ buyurdu.” (Ebu Davud, 4297)

[6] “Mal ve evlatlar dünya hayatının süsüdür. Kalıcı salih ameller ise Rabbinin yanında sevap ve umut bakımından daha hayırlıdır.” (18/Kehf, 46)

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver