Arap Lugatında Semâ’ ile Kıyasın Tearuzu

(İbni Cinnî’nin El-Hesâis’i Özelinde)

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla,

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun…

Kur’ân, semâ’dır. Kıyas ise Arap dil kuralıdır. Kur’ân’da bir kullanım veya kıraat kıyasa, yani sonradan belirlenmiş Arap dili kurallarına uyumlu olmazsa nasıl hareket edilmesi gerektiği önemlidir. Bu durumda izlenmesi gereken metodu İbni Cinnî’nin[1] El-Hesâis eserinde söylediklerini esas alarak anlatacağız, inşallah.

Semâ’ Ne Demektir?[2]

Lugatta:

Semâ’ s-m-a kökünden türemiştir. Kulakla bir şeyi duymak demektir. Bu kelime hem insanın duyması hem de kulak uzvuna sahip diğer canlıların duyması için kullanılabilir.[3]

Lugat İlmindeki Istılahta:

Lugat ilminde “semâ’” denildiğinde, “sahih bir nakille gelen fasih Arap kelamı”[4] kastedilir.

Bu tanıma göre semâ’ın iki şartı vardır:

Arap kelamının fasih olması veya fesahat açısından güvenilir birinden olması gerekir. Aslen Arap olmayan ve fasih Arap lugatı üzere yetişmeyenlerin sözleri semâ’ olmaz.

Sahih bir nakille gelmesi gerekir.

Arap kelamının gelişi nesilden nesile duyarak olduğu için buna semâ’ denilmiştir. Semâ’ yerine nakil diyenler de olmuştur. Bunun nedeni de Arap kelamının sonrakilere ulaşması öncekilerden nakletmeye dayandığı içindir.

Semâ’ın altına üç şey dâhil olur:[5]

a. Kur’ân-ı Kerim

Sahih bir nakille geldikten sonra tüm kıraat çeşitleri (mütevâtir, ahad ve şaz) semâ’ kapsamındadır. Lugatta ihticac edilebilir.

b. Allah Resûlü’nün (sav) Hadisleri

Lafzı Allah Resûlü’ne (sav) ait olanların semâ’ ve hüccet oluşunda ittifak vardır ve bu lafızlar azdır. Allah Resûlü’nden (sav) mana yoluyla rivayet edilenlerin semâ’ kapsamında olup olmayışında ihtilaf vardır.[6]

c. Nesir veya Nazım Şeklindeki Fasih Arap Kelamı

Bu hem bi’setten önce hem de bi’setten sonra lugatın bozulmaya başlamasına kadarki mühleti kendi içine alır. İster bir Müslim’den ister de kâfirden olsun fark etmez.

Semâ’ın lugat manasıyla ıstılah manası arasındaki bağ:

Lugatta semâ’ çok geniştir. Istılahta ise daralmıştır. Zira Arap dili ilminde her işitilene semâ’ denmez, sahih bir nakille gelen fasih Arap kelamına semâ’ denir. Bu da yukarıda sıraladığımız üç şeydir.

Semâ’, Arap diliyle ilgili sarf, nahiv, belagat gibi ilimlerin kaynağıdır/dayanağıdır. Fıkıh usulünde Kur’ân, Sünnet, icma ve kıyas şer’i delil sayıldığı gibi, Arap dil ilimlerinde de semâ’ (Kur’ân, hadis ve fasih Arap kelamı) lugavi delildir ve en kuvvetli olanıdır.

Kıyas Ne Demektir?[7]

Lugatta:

Bir şeyi benzeriyle ele alıp hükmünü takdir etmektir.

Lugat İlmindeki Istılahta:

Aralarını toplayan bir illetle fer’i, asla ilhak etmek ve asla itibar ederek fer’i hükümlendirmektir. Başka bir deyişle menkul olmayanı (gayr-i mesmu’u), -benzer olmaları kaydıyla- Arap lugatında menkul olana (semâ’a) hamletmektir.

Kıyas, semâ’ üzerinde araştırmaya dayalıdır. Sarf ve nahiv kaidelerinin ortaya çıkmasında da kıyasın yeri büyüktür. Kıyasla sabit olan kaideler ışığında Arap lugatı canlılığını korur. İçtihat imkânı kolaylaşır. Zamanın ilerlemesi ve toplumların gelişmesiyle dilde yenilik ihtiyacı kıyas yardımıyla karşılanmış olur.

Örneğin, (طِبَاعَةٌ) “matbaacılık, basım” ve (صِحَافَةٌ) “gazetecilik, basın” kelimeleri eski Araplardan duyulmuş semâ’î kelimeler değildir. Bu iki kelime semâ’ ile sabit olan (تِجَارةٌ) “ticaret” veya (زِرَاعَةٌ) “ziraat” gibi kelimelere kıyas edilerek tespit edilmiştir. Teknolojik ilerlemeler, bu kelimelerin türetilmesini zorunlu kılmıştır.

Semâ’ ile Kıyasın Tearuzu/Çakışması Ne Demekir?

Semâ’ ve kıyas Arap lugatının temel delillerindendir. Bu ikisinin çakışması Fıkıh Usulünde işlenen “Delillerin çakışması/Teârudu’l edille” gibidir. Lugat ilimlerinde semâ’ ile kıyasın çakışması, ikisinin birbirinden farklı bir hükmü gerekli kılması ve birbirine ihtilaf etmeleridir.

Kur’ân ilimlerinde semâ’ ve kıyasın çakışması ise, sahih olan herhangi bir kıraat veya kullanım ile Arap dil kurallarının uyumlu olmamasıdır.

Semâ’ ile Kıyasın Tearuzunun Çeşitleri ve Bu Durumda Takip Edilecek Yol:

İbnu’l Cinnî, semâ’ ile kıyasın tearuzunu dört kısma ayırarak inceler. Şimdi başlıklar hâlinde işleyelim:

1. Çeşit: Semâ’ ile kıyasın çakışması

İbnu’l Cinnî şöyle der:

(إذا تعارضا نطقت بالمسموع على ما جاء عليه ولم تقسه في غيره) “O ikisi (semâ’ ve kıyas) tearuz ederse mesmu’ olanı geldiği gibi nutkedersin ve başkasını ona kıyasta kullanmazsın.”[8]

İbni Cinnî burada iki hüküm zikrediyor:

a. Mesmu’/Semâ’ ile sabit olan, kıyasla sabit olana tercih edilir.

b. Semâ’ yoluyla gelen, ama kıyasa aykırı olan kıyasa kaynak olamaz. Yani başka kelimeler kıyasa aykırı olan bu kelimelere kıyas edilemezler.

Örnek:[9]

(اسْتَحْوَذَ عَلَيْهِمُ الشَّيْطَانُ) “Şeytan, onları hâkimiyeti altına almıştır…”[10]

Ayetteki (اسْتَحْوَذَ) kelimesi kıyasa/Arap dil kaidelerine uygun değildir. Kıyas, bu kelimenin (اسْتَحَاذَ) şeklinde okunmasını gerektirir. Çünkü illet harfi müteharrik, mâ kabli sahih ve sakin bir harftir. Bu durumda harekeler birbiriyle yer değişir, (اسْتَحَوْذَ) olur. Vâv sakin, mâ kabli fetha olduğu için vâv elife kalb edilir, (اسْتَحَاذَ) olur. Ancak (اسْتَحْوَذَ) kıyasa aykırı olsa da kabul edilir, böyle okunur. Çünkü semâ’ ile sabit olan, kıyasla sabit olana tercih edilir. Semâ’, kıyastan daha güçlü bir delildir.

İbn Cinnî’nin dediği gibi, başka kelimeler, (اسْتَحْوَذَ) kelimesine kıyas edilip dil kurallarına aykırı okunmazlar. Örneğin, (استقَام) ve (اسْتبَاع) kelimelerini (اسْتَحْوَذَ) kelimesine kıyas edip (استقْوَم) ve (استبْيَع) şeklinde okumak doğru değildir. Çünkü kıyasa aykırı olan mesmu’ başka kelimeler için kıyasta kaynak olmaz.

Örnek:[11]

(يَأْبَى) muzâri fiildir ve aynu’l fiili fethalıdır. Bu semâ’ yoluyla sabittir:

(وَيَأْبَى اللّٰهُ اِلَّٓا اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ) “Allah ise nurunu tamamlamak dışında bir şey istemez.”[12]

(يَأْبَى اللَّهُ وَيَدْفَعُ المُؤْمِنُونَ) “Allah da başkasını kabul etmez, müminler de başkasına engel olurlar.”[13]

Ancak (يَأْبَى) kelimesinin aynu’l fiilinin fethalı oluşu kıyasa aykırıdır. Çünkü lâmu’l fiili aslen ‘yâ’ olan mü’tel fiiller, muzâri olduğunda aynu’l fiil kesralı olmalıdır. (أوَى يَأْوِي) ve (جَرى يجرِي) fiilleri gibi. Hâliyle (يَأْبَى) kelimesinde semâ’ ile kıyasın çakışması vardır. Ama semâ’ kıyasa tercih edilir.[14]

Örnek:[15]

Semâ’da (يَدَعُ) ve (يَذرُ) fiillerinin sadece muzâri ve emri vardır. Mazisi yoktur. Ancak bu iki fiilin mazisi kıyasen (ودع) ،(وذر) şeklinde olabilir. Ancak semâ’da bunun bir karşılığı olmadığı için böyle kullanılmaz.

2. Çeşit: İsti’mali çok-yaygın olanla kıyasen kuvvetli olanın çakışması

İbni Cinnî şöyle der:

(إن شذ الشيء في الاستعمال وقوي في القياس كان استعمال ما كثر استعماله أولى وإن لم ينته قياسه إلى ما انتهى إليه استعماله.) “Bir şey isti’malde/kullanımda şaz olur, ama kıyasta kuvvetli olursa isti’mali çok olanı kullanmak en evla olandır.”[16]

Örnek:[17]

(ما) nefilik için kullanılan bir harftir. (ما)’nın iki kullanımı vardır:[18]

a. İsti’mali en fazla olan kullanım: Bu Hicazlılara ait kullanımdır. Hicazlılar (ما)’yı (لَيْسَ) gibi kabul eder ve (لَيْسَ)’nin ameliyle amel ettirirler. (لَيْسَ) ise, (كان)’nin kardeşlerindendir, isim cümlesinin başına gelir ve mübtedayı kendi ismi olarak merfu’, haberi kendi haberi olarak mansub yapar. Bu lugat, kullanımı yaygın ve Kur’ân’da da örnekleri bulunan bir lugattır.

Tabii, (ما)’nın bu ameli yapabilmesi için belli başlı şartların gerçeklemiş olması gerekir. Şartlar, isminin haberine takaddüm etmesi, isminin (إنْ) ez-Zaide ile bitişmemesi, haberinin (إلا) ile bitişmemesi… şeklinde sıralanır.

Örneğin, (مَا هٰذَا بَشَرًا) “Bu, bir insan değildir.”[19] kıraati Hicazlıların lugatına göredir. (هٰذَا) raf’ mahallinde (مَا)’nın ismidir. (بَشَرًا) mansubtur, (مَا)’nın haberidir.

b. Kıyasen daha kuvvetli kullanım: Bu, Ben-i Temîm’e ait kullanımdır. Onlar ise yukarıda zikredilen şartlar gerçekleşmiş olsa da (ما)’yı amel ettirmezler. Yani onlara göre isim cümlesinin üzerinde bir etkisi yoktur. (هل) harfi gibidir. Mübteda, mübteda olarak kalır, haber de haber olarak kalır, ikisi de merfu olur.

Örneğin, Ben-i Temîm’in görüşüne göre (مَا هٰذَا بَشَرًا) ayeti, (مَا هٰذَا بَشَرٌ) şeklinde okunur. (هٰذَا) raf’ mahallinde mübteda, (بَشَرٌ) haberdir, merfudur.

Bu lugatın kıyasa en uygun olmasının veçhi şudur: (ما) sadece ismin başına gelen bir harf değildir. Hem ismin hem de fiilin başına gelir. (ما زيد قائم) denilebildiği gibi, (ما يقوم زيد) diye de kullanılır. Hem isme hem de fiile gelen bir harf aslen amel etmemelidir.[20]

İbni Cinnî, isti’mali daha yaygın/kuvvetli olduğu için şartları gerçekleşen (ما)’nın amel ederek kullanılması daha evladır, demektedir.

3. Çeşit: İsti’malde yaygın ve kıyasta güçlü olan (Burada bir tearuz yoktur.)

İbni Cinnî şöyler der:

(وإذا فشا الشيء في الاستعمال وقوي في القياس فذلك ما لا غاية وراءه) “Bir şey isti’malde yaygın olduğu, kıyasen de güçlü olduğu zaman bu arkası araştırılmak üzere hedefe alınacak bir şey değildir.”[21]

Örnek:[22]

Harfi cerlerin cer etmesi

Nasb harflerinin nasb etmesi

Cezm harflerinin cezm etmesi

4. Çeşit: Kıyasen zayıf, isti’malde az olan lugatlar

(وأما ضعف الشيء في القياس, وقلته في الاستعمال فمرذول مطرح؛ غير أنه قد يجيء منه الشيء إلا أنه قليل) “Bir şey kıyasta zayıflığı ve isti’malde azlığı nedeniyle değersiz ve atılmış olur. Ama buna dair nakledilen çok az şeyler bulunabilir.”[23]

Örnek:

Şair şöyle der:

اِضْرِبَ عنك الهموم طارقَها … ضربَك بالسيف قَوْنَس الفرس

Şair burada (اضربَنْ عنك) demek istemiştir. Tevkid nûnunu hazf etmiştir. Bu hem kullanımda şazdır hem de kıyasen zayıftır.

Kıyasen zayıflığın nedeni şudur: tevkid nûnuyla amaçlanan, tahkik ve teşdittir. Hâliyle buraya itnab/sözü uzun kullanma daha yakışıktır. İcaz ve ihtisar tevkid nûnunun getirilmesiyle amaçlanana uyumsuz olur. Tıpkı (جلبب) “cilbâb giydirdi”, (قردد) “katmanlı ve yüksek yer”, (شملل) “hızlandı” kelimelerinde idgam yapılmaması gibi. Bu kelimelerde idğamın terk edilme nedeni, kelimelerin ifade ettikleri anlamda saklıdır. Çünkü bu kalıpta gelen kelimeler, hareketliliği, tekrarı, tane tane ilerlemeyi ifade eder. İdğamla iki harf teke düştüğünde kelimedeki fonetik yön ortadan kalkar.

Not:

İbni Cinnî şöyle der:

واعلم أنك إذا أداك القياس إلى شيء ما ثم سمعت العرب قد نطقت فيه بشيء آخر على قياس غيره فدع ما كنت عليه إلى ما هم عليه.Êفإن سمعت من آخر مثل ما أجزته فأنت فيه مخير:Êتستعمل أيهما شئت. فإن صح عندك أن العرب لم تنطق بقياسك أنت كنت على ما أجمعوا عليه البتة وأعددت ما كان قياسك أداك إليه لشاعر مولد, أو لساجع, أو لضرورة؛ لأنه على قياس كلامهم.

“Bil ki kıyas seni herhangi bir şeye ulaştırırsa sonra Arapların o şey için başka bir kıyasa göre farklı bir şekilde nutkettiklerini işitirsen, kendine ait olan kıyası bırak, Arapların kıyasını al. Ancak başka Araplardan senin tasvip ettiğin/onay verdiğin kıyası duyarsan bunda muhayyersin; hangisini istersen onu kullanabilirsin. Şayet Arapların sadece sana ait olan kıyası kullanmadıkları net olursa sen de tabii ki onların icmâ ettiklerine göre yaparsın. Önceki kıyasını ise üretken bir şairin ya da sâci’in yaptığından veya zaruretten sayarsın. Çünkü bu onların kelamındaki kıyas üzerinedir.”[24]

İbn Cinnî burada “kıyasla bir şeye ulaşanın sonrasında karşılaşabileceği durumları” incelemekte ve üç ayrı hüküm zikretmektedir:

a. Kişi bir kıyas yapar ve bir sonuca ulaşırsa, ama hem kıyası hem de ulaştığı netice Araplarınkinden farklı olursa kendi kıyasını ve ulaştığı neticeyi bırakır. Arapların yaptığı kıyası ve ulaştıkları neticeyi alır.

b. Kişi bir kıyas yapar ve bir sonuca ulaşırsa, Araplardan hem onun kıyasını ve ulaştığı sonucu nutkeden hem de başka bir kıyasla başka bir sonuca ulaşanlar varsa kişi muhayyerdir. İster kendi kıyası ve sonucu seçer, ister diğer kıyası ve sonucu seçer, fark etmez.

c. Kişinin kullandığı kıyas Arapların kullanageldikleri türden bir kıyas olmazsa kişinin Arapların üzerinde icma ettiği hususa tabi olması gerekir. Önceki kıyas ise şairin veya seci’li metin oluşturmaya gayret edenlerin yaptıkları gibidir. Zira onlar daha çok vezni tutturmaya gayret ederler. Onların bu durumu şiir zaruretinden ileri gelir. Çünkü önceki kıyası ancak bu kimselerin sözlerine kıyas edilebilir.

Bir Örnek

Yukarıda aktardığımız bilginin tefsirde nasıl bir karşılığının olduğunu görmek için bir örnek verelim:

(اِنْ كُنْتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُ) “Şayet söylemiş olsam elbette sen bunu bilirdin.”[25]

Bu söz, Îsâ’ya (as) aittir ve bunu kıyamet koptuktan sonra söylemektedir. Söylediği söz ise dünya hayatına/geçmişe yöneliktir. Fiiller hem lafzen hem de manen mazidir. Başlarına da şart edatı olan (اِنْ) gelmiştir.

Bazı nahivciler kıyasi kurallar ışığında şöyle derler:

“Şart edatı lafzen ve manen mazi olan bir şeye dâhil olmaz. Çünkü bir şeyde şart koşulabilmesi ve ondan sonra cevabının/karşılığının verilebilmesi için henüz gerçekleşmiş olması gerekir. Bu ayette ise lafzen mazi olan (كُنْتُ) (fi’lu’ş şart) ve (عَلِمْتَ) (cevabu’ş şart) kelimelerinin başına şart edatı gelmiştir. Ancak mana olarak bu fiillerin geçmiş zaman için olduğu kabul edilemez. Bu söz Îsâ’nın (as) kıyamet koptuktan sonra geçmişe dönük olarak söylediği bir söz değil, henüz semaya kaldırılmamışken dünyada söylediği bir sözdür. Hâliyle mana ‘Ben onu söylersem sen onu bilirsin’ demektir. Ayet, (إن أكنْ أقولُ هذا تعلمْهُ) şeklinde takdir edilir.”

Peki, böyle bir şey söylemeye gerek var mıdır? Elbette gerek yoktur. Eğer Kur’ân’da şart edatı mazi fiilin başına gelmişse bu kullanım caizdir demektir. Bu ayeti bir nahiv kuralı için böyle zorlama yorumlarla boğmak, kıyası semâ’ın önüne almak doğru değildir.

İbn Kayyim şöyle der:

“Bu, ayeti tahrif etmektir. Çünkü bu cevap Yüce Allah’ın bu hususta ona soru sormasının akabinde olmuştur. Allah (cc) ise bunu Îsâ (as) kavminin arasındayken sormamıştır. Onlar ise Îsâ’yı ve annesini, Îsâ (as) göğe yükseldikten iki yüz sene kadar sonra ilah edinmişlerdir. Sırf nahvî bir kaideye destek çıkmak için Allah’ın (cc) kelamını tahrif etmek caiz olmaz. Nahiv kurallarından bunun gibi yüz tanesini imha etmek bir ayetin tahrifinden çok daha basittir.”[26]

✽ ✽ ✽

Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun…

Kaynakça:

El-Hesâis, Ebu’l Feth Osmân ibni Cinnî, Dâru’l Kutubi’l Mısriyye, Thk. Muhammed Alî En-Neccâr, 3 Cilt, Baskı Tarihi Yok

El-İktirâh fî Usûli’n Nahv, Es-Suyûtî, thk. Dr. Mahmûd Fellâc, Dâru’l Kalem, M 1989

Şerhu Katri’n Nedâ, İbn Hişâm El-Ensârî, Muessesetu’r Risâle Nâşirûn, Thk. Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd, Nesîm Bel’îd, M 2016

Şerhu İbn Akîl alâ Elfiyyeti İbni Mâlik, İbni Akîl el-Mısri, thk. Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd, Dâru’t Turâs, 4 Cilt, M 1980

Et-Teârud beyne’s Semâ’ ve’l Kıyâs ve Mevkifu’n Nahviyyîne minhu, Ebu Acîle Ramazan Uveyli, Beşîr Sâdık es-Sâdık, Ahme Abdulcelîl İbrâhîm, Mecelletu’l Ulûmi’l İnsâniyye ve’t Tatbikiyye S 14, s. 177

Teârudu’s Semâ’ ve’l Kıyâs fi’l Kıraât, Dirâsetun beyne’l Kurrâi ve’n Nahviyyîn, Âdil Sâlih Alâvi, Ya’kûb Ahmed Muhammed, Mecelletu Câmiati Tikrît li’l Ulûm, S 3

Tâcu’l Arûs, Murtedâ ez-Zebîdî, Dâru’l Hidâye

Takrîbu Usûli’n Nahv, İdrîs Abdurrahmân

Bedâiu’l Fevaid, İbn Kayyim el-Cevziyye, Daru Âlemi’l Fevâid


[1]. İbn Cinnî, Yunan asıllıdır ve H 4. asrın başlarında Musul’da dünyaya gelmiştir. Yaşadığı asrın önemli dil âlimlerindendir. Hem o devrin meşhur dil âlimlerine öğrencilik etmiş hem de birçok öğrenci yetiştirmiştir. Arapça grameri ve edebiyatı hakkında birçok eser de kaleme almıştır. Bu eserlerden El-Hesâis, nahiv usulü ve felsefesine dairdir. İbn Cinnî, H 392’de Bağdat’ta vefat etmiştir. Geniş bilgi için bk. TDV İslam Ansiklopedisi, 19/397

[2]. bk. Teârudu’s Semâ’ ve’l Kıyâs fi’l Kıraât, Dirâsetun beyne’l Kurrâi ve’n Nahviyyîn, Âdil Sâlih Alâvi, Ya’kûb Ahmed Muhammed, s. 2-3

[3]. bk. Mekâyîsu’l Luğa, 3/102, s-m-a maddesi

[4]. Usûlu’n Nahv-1 Câmiatu’l Medîne, s. 63

[5]. bk. El-İktirâh fî Usûli’n Nahv, s. 67

[6]. Bu konuya özel eserler de kaleme alınmıştır. Örneğin bk. El-Hadîsu’n Nebevî fi’n Nahvi’l Arabî, Dr. Mahmûd el-Feccâl; Târîhu’l İhticâci’n Nahviyyi bi’l Hadîsi’ş Şerîf ve Kadiyyetu’l İstişhâd bi’l Lafzi ve’l Ma’nâ, Fahruddîn Kabâve

[7]. bk. Teârudu’s Sema’ ve’l Kıyâs fi’l Kıraât, Dirâsetun beyne’l Kurrâi ve’n Nahviyyiîn, s. 3; Usulu’n Nahv-1 Câmiatu’l Medîne, s. 183

[8]. El-Hesâis, 1/117 (Bsk. Dâru’l Kutubi’l Mısriyye, Thk. Muhammed Alî En-Neccâr)

[9]. El-Hesâis, 1/117

[10]. 58/Mücadele, 19

[11]. bk. Takrîbu Usûli’n Nahv, s. 19

[12]. 9/Tevbe, 32

[13]. Buhari, 5666

[14]. bk. Tâcu’l Arûs, 37/10

[15]. bk. Takrîbu Usûli’n Nahv, s. 17

[16]. El-Hesâis, 1/124

[17]. El-Hesâis, 1/125

[18]. bk. Şerhu Katri’n Nedâ, İbn Hişâm el-Ensârî, s. 267 (Bsk. Muessetu’r Risâle Nâşirûn)

[19]. 12/Yûsuf, 31

[20]. bk. Şerhu İbn Akîl alâ Elfiyyeti İbni Mâlik, 1/302 (Thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Bsk. Dâru’t Turâs)

[21]. El-Hesâis, 1/126

[22]. El-Hesâis, 1/126

[23]. El-Hesâis, 1/126

[24]. El-Hesâis, 1/125

[25]. 5/Mâide, 116

[26]. Bedâiu’l Fevâid, 1/78-79 (Daru Âlemi’l Fevâid Baskısı)

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver