Üç kafadar tüm gün Zeyd’i aramıştı. Ama nafile. Bulamadılar onu bir türlü. Sonunda çareyi evinin önünde oturup beklemekte buldular. Hava çok sıcak ve bunaltıcıydı. Beklemek de çok sıkıcıydı. Pes edip evlerine dağılma kararı aldılar. Rafi bu konuda pek istekli değildi. Bekleme taraftarıydı. Ancak arkadaşlarıyla beraber hareket etmek için istemeyerek de olsa evine doğru yol aldı.
Medine sokakları ıssızdı. Öğle sıcağı bastırınca hep böyle olurdu. El ayak çekilir sokaklar boşalırdı. Herkes ya evine ya mescide ya da gölgeliklere sığınırdı. Güneşin etkisini yitirmesiyle de tekrar canlanırdı her yer.
Peygamber şehriydi Medine. Onun varlığıyla daha da güzelleşmişti. Eski adı Yesrip idi. Rasûl gelince Medine olarak değiştirildi. Medine’nin yerlileri çok yardım sever insanlardı. Onların bu ahlakı sanki toprağa sirayet etmişti. Toprak cömertçe bağrını açmış leziz hurmalarını Medinelilere ikram etmekten kaçınmamıştı. Rafi eve çabuk varmak için kestirme yola girmiş, hurmalıklardan geçmişti. Ohh… Hurmalar… Ne de lezzetlidirler şimdi, diye düşündü. Keşke yere düşen bir hurmacık olsa da yese idi… Ah işte orada. Hızla eğildi Rafi. O da ne? Karıncalar ondan önce davranmış, her tarafını sarmıştı bal hurmanın.
— Afiyet olsun size ufaklıklar, deyip elindeki hurmayı attı ve yoluna devam etti.
Eve vardığında çok susamış ve acıkmıştı. Mutfağa girerek yol boyu iştah kabarttığı hurmalara saldırdı. O kadar çok yedi ki yediği hurmaların çekirdeklerinden doksan dokuzluk bir tespih çıkardı.
Kapının önündeki sedire uzandı.
Taifliler Rasûl’ü nasıl karşılamıştı acaba? Koskoca bir Peygamber sonuçta. Allah’ın elçisi. Şehrin girişinde tören düzenlemiş olmalıydılar. Ya da Taif’te söz sahibi olanlar onu ayakta karşılayıp evlerine davet etmek için yarış yapmıştırlar. Hatta belki kavga dahi etmiş olabilirler bunun için… Onun gibi özel bir insanı evinde misafir etmek ne büyük bir şereftir. Bu şerefe ulaşmak için kavga dahi edilir…
Rafi’nin karmakarışık düşünceleriydi bunlar. Ah Zeyd bin Harise neredesin? Taif’in hakikati sende saklı, anlat da şu merakım gitsin…
Bunlar da Rafi’nin iç sesleriydi. Kendi kendine konuşuyor, hayıflanıyordu. Taif… Sen neler yaşattın sevgili Nebi’ye? Bilal neden ısrar etti bu olayı Zeyd’ten dinlemelisiniz diye? Nihayet göz kapakları onu bu sıkıntıdan kurtardı, dalıp gitti tatlı bir uykuya.
— Rafi, Rafi uyan. Zeyd b. Harise bizi bekliyor. Acele et!
Rafi neye uğradığını şaşırmıştı. Bu Hubeyb idi. Yattığı yerden doğruldu. Elleriyle yüzünü ovuşturdu. Onun bu hareketsizliği Hubeyb’i rahatsız etmişti.
— Heey ne oluyor sana? Zeyd bin Harise ‘den bahsediyorum. Şu an Ebu Talha’nın Beyruha’daki bahçesinde ve bizi bekliyor. Sen ise hâlâ sedirde oturuyorsun.
Rafi daha yeni anlıyordu arkadaşının söylediklerini. Yerinden öyle bir fırlayışı vardı ki görülmeye değerdi. İki arkadaş koşmaya başladılar. Rafi bir an durdu.
— Neler oluyor Rafi?
— Bari bir abdest alıp yüzümü yıkasaydım. Peygamber’in azatlı kölesinin yanına gidiyoruz. Şu hâlime bak.
— Evet uyurken salyaların akmış, ağzının kenarında kurumuş. Ha ha haa…
— Sağ ol. Bunu şimdi mi söylüyorsun? Ben hemen abdest alıp geliyorum.
—Tamam acele et bekliyorum.
Rafi abdestini güzelce alıp arkadaşının yanına vardı. Koşarak Beyruha bahçesine gidiyorlardı. Burası cıvıl cıvıl kuş sesleri, güzel bir nağmeyi çağrıştıran akarsuyun sesi, yüksek hurma ağaçlarının gölgesiyle tarif edilemez güzellikteydi. Peygamber’imiz de burayı çok sever, sık sık Ebu Talha’nın misafiri olurdu.
Beyruha’ya girince yavaşladılar. Derenin kenarında Zeyd’i gördüler. Entarisini dizlerine kadar çekmiş, ayaklarını suyun içine sarkıtmış Salim ile konuşuyordu. İnşallah Salim eski günleri anlattırmamıştır biz gelmeden diye düşündü Rafi. Yaklaşıp selam verdiler. Zeyd onlara yer gösterdi. Salim, Taif seferini dinlemek istediklerini söylemişti daha önce.
Zeyd:
— Evet, kadro tamamlandıysa artık size zorlu yolculuktan bahsedebilirim, diyerek söze başladı.
Mekke’de işler yolunda gitmiyordu. Rasûl-ullah’ın ashabına türlü eziyetler yapılıyor, eskisi gibi Lat ve Menat’a tapmaları için baskı yapıyorlardı. İşkencenin dozu çok fazlaydı. Dayanamayanlar oluyordu. Bir grup Habeşistan’a hicret etmişti. Ama Mekke’de işkence, acı hiç bitmedi. Üç yıl açlığa mahkum ettiler bizi. Boykot kalkınca Peygamber’imiz bu durumun daha kötü bir hâl almaması için çareler aramaya başladı. Daveti yeni bir merkeze taşımak yerinde olacaktı ve Taif’e gitmeye karar verdi.
Taif, Mekkelilerin yazlık olarak kullandıkları bir beldeydi. Oldukça güzeldi. Mekke’ye 96 km uzaklıktaydı. Yorucu bir yolculuk olacaktı. Yaya gidecektik. Yol boyunca birçok kabile vardı. Onlara da uğrayacaktık. Hazırlıklarımızı yaptık. Ve düştük yollara. Başımıza neler geleceğini bilmiyorduk. Umutla yolları aşıyorduk. Nebi’yle yürümenin, yolculuk etmenin, arkadaşlık yapmanın keyfini anlatamam. Ara ara duraklıyor bir şeyler atıştırıyorduk. Yerleşim yerleri görünmeye başlamıştı. Artık davet vaktiydi. Rasûl her kabilenin reisi ile görüşüyor onlara İslam’ı anlatıyordu. Ancak tek bir kişi bile kabul etmiyordu İslam’ı. Her yerden buruk ayrılıyorduk. Nihayet Taif’e gelmiştik. Sakif Kabilesi Taif’te söz sahibi idi. Rasûl önce onlarla görüşmek istedi. Sakif’in üç lideri de sedirde saygısızca oturmuşlardı. Alaycı bir yüz ifadeleri vardı. Rasûl etkileyici üslubu ile onlara İslam’ı anlattı. Kur’an’dan ayetler okudu. Bu üç adamın tepkisi ise: ‘Allah senden başka gönderecek peygamber bulamadı mı? Defol git buradan.’ demekten başka bir şey değildi. Rasûl onların bu tepkisine hiçbir karşılık vermedi. Kalktı ve geldiğimiz istikamete doğru yol aldı. Canım Peygamber’imin yüzündeki hüznü hâlâ unutamıyorum. Ben de peşinden ilerledim. Yolumuzun üstünde kalabalık bir grup vardı. Ne olduğunu anlamadan onlara doğru ilerliyorduk. Yaklaşınca taş yağmuruna tuttular bizi. Bir yandan taşlıyorlar, bir yandan hakaretler ediyorlardı. Taif’in tüm çocukları, ayak takımı ve delileriydi bizi taşlayanlar. Ben Rasûl’e taş değmemesi için önüne, arkasına, sağına, soluna geçiyor; taşlara siper olmaya çalışıyordum ama nafile. Atılan taşlar beni yaraladığı gibi onu da yaralamıştı. Ayaklarımız kan içindeydi. O kötü ve kaba topluluğun içinden koşar adımlarla ilerlemeye çalışıyorduk. Sonunda bizi takip etmekten vazgeçtiler. Rasûl bir bahçenin duvarına dayandı. Kalbi sükûnete ulaşınca şu duayı yaptı:
‘Allah’ım kuvvetimin zayıflığını, çaresizliğimi ve halk üzerindeki güçsüzlüğümü sana şikayet ederim. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Güçsüzlerin Rabbi sensin. Sensin benim Rabbim. Beni kime bırakıyorsun. Beni asık suratlarıyla karşılayan yabancılara mı? Yoksa işimi eline teslim ettiğin bir düşmana mı? Eğer bana karşı gazap etmediysen ben hiçbir şeye aldırış etmem. Fakat afiyetin benim için daha hoştur. Gazabına uğramaktan, karanlıkları yırtıp aydınlatan, dünya ve ahireti selamete ulaştıran zatının nuruna sığınıyorum. Sadece sana yönelir ve senin rızanı dilerim. Senden başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur.’
O sırada sığındığımız bahçenin kölesi yanımıza geldi, elinde bir salkım üzüm vardı. Bahçe sahipleri Utbe ve Şeybe hâlimizi görmüş, bize acımış ve kölelerine üzümü getirmesi için emir vermişlerdi.
Köle üzümü uzatınca Nebi tebessüm ederek ‘Bismillah’ dedi. Ve köle ile canım Peygamber’im arasında şöyle bir konuşma geçti. Köle:
— Bu da ne? Buralarda kimse bu sözü bilmez.
— Sen nerelisin, dinin ne ?
— Adım Addas. Ninovalı’yım. Hristiyan’ım.
— Yunus Peygamber’in memleketinden öyle mi?
— Sen Yunus bin Metta’yı nereden biliyorsun?
— O benim kardeşimdir. O bir peygamberdi. Ben de onun gibi Allah’ın peygamberiyim.
Köle hemen diz çöktü ve canım Peygamber’imin elini, ayağını, başını öpmeye başladı. Ve efendilerinin yanına gitti. Onlar: ‘Senin dinin daha hayırlı.’ deyince köle:
‘Efendilerim vallahi yeryüzünde bu adamın getirdiğinden daha hayırlı hiçbir şey yok. Çünkü o bana ancak bir peygamberin bilebileceği şeyi haber verdi.’ dedi.
Rasûl kederli bir şekilde Mekke’nin yolunu tuttu. Bir mıntıkaya gelince durakladı, aşırı terlemeye başladı. Ben hemen anlamıştım. Rasûl’e vahiy geldiğinde böyle oluyordu. Bir süre sonra o hâl gitti. Cebrail, Meleku’l Cibal (Dağ meleği) ile gelmiş ve ‘İste iki dağı başlarına geçirelim’ demişti. Kendine bu kadar eziyet eden kavmin, içlerinden belki bir mümin çıkar düşüncesiyle helakına gönlü razı olmamıştı Rasûl’ün.
— Canım Peygamber’im. Sen ne kadar merhametlisin!
— Evet çocuklar, o, o kadar merhametliydi ki, kendine yapılan bir saldırının, hakaretin asla karşılığını vermezdi. Ama söz konusu saldırı İslam’a olunca sert ve acımasız olurdu.
Rasûl dağ meleğinin teklifini reddetti. Ancak Rabbinin yedi kat semadan kendine böyle bir yardım göndermesinden son derece mutlu olmuştu. Mekke’ye doğru yol almaya devam etti. Kırık gönlü teselli bulmuş, umut kestiği kavmine yeniden, sil baştan tebliğ yapmak için harekete geçmişti sanki. Ben Rasûl’e:
— Seni memleketinde istememelerine rağmen Mekke’ye yeniden mi döneceksin dedim.
Rasûl:
— Ya zeyd! Şüphesiz Allah bu sıkıntıları bize rahatlık vesilesi ve çıkış yolu kılacaktır. Allah dinine yardımcı olacak ve peygamberini muzaffer kılacaktır, dedi.
Mekke’ye epey yaklaştık. Üç gün Nahle vadisinde kaldık. Sonra Mekke sınırına gelince birkaç müşrikten himaye talep ettik. Şehre giremiyorduk çünkü. Talebimizi Mutim bin Adiy kabul etti. Oğulları ile silahlanarak bizi Kabe’ye kadar götürdü. Ve orada:
‘Muhammed benim himayemdedir. Kim ona zarar verirse bana vermiştir.’ diye bağırdı. Kabe’de oturan azılı müşrikler bundan pek hoşlanmasalar da Mutim bin Adiy’in himayesini kabul ettiklerini söylediler. Biz de evimize rahatça gidebildik. Bir müşrik de olsa, Rasûl, Mutim’i bu davranışından dolayı hep hayırla anmıştır. Çünkü canım Peygamber’im çok vefalıydı. Kendine yapılan iyilikleri asla unutmazdı.
İşte böyle çocuklar. Acı bir yolculuktu Taif.
— Zeyd Amca, peygamberine bu kadar eziyet eden bir topluluk iflah olur mu?
— Elbette olmaz. Uhud’da ölenlerin hemen hemen hepsi Rasûl’e eziyet eden elebaşları değil miydi? Bak sonlarına… Bedir kuyularına atıldılar. Bir de müminlere bak… Allah, o korku hâllerinden bizi çıkarıp emniyete ulaştırdı. İslam devletini nasip etti.
Daha çok soru soracaklardı ama önce Rasûl’e yapılanları hazmetmeliydiler. Bu pek kolay olmayacaktı sanırım.
Üç kafadar, yeni bir anı ve bir çok dersle birlikte Zeyd bin Harise’ye teşekkür ederek oradan ayrıldılar. Hiçbiri konuşmuyordu. Ne söylenebilirdi ki? Allah’ın elçisi, Allah’tan vahiy alan bir peygambere reva görülenler insana küçük dilini yutturacak cinstendi. Her biri hayal dünyasında ayakkabıları kan ile dolan Nebi’yi hayal ederek evlerine gitti.
İlk Yorumu Sen Yap