Çok eğlenceli bir kitapla geldim satır aralarına. Çizimi çok güzel, konusu bir o kadar eğlenceli, verdiği ders tam da ihitiyacımız…
Ketebe Yayınlarından çıkan kitabımızın adı, “Ayı Geldi”. İçinden nehir geçen bir ormanda sessiz sakin akan hayatın, ormanın yeni üyesi ayıyla nasıl renklendiğinden bahsediyor.
“Ormanda her şey o kadar sıradan ki nehir gece gündüz akıp duruyor, ama nehir olduğunun farkında bile değil.” diyor yazar. Tâ ki ayı bir gün çıkıp gelene kadar… Ayıcığımız meraklı biraz. Gürül gürül akan nehri görünce dayanamıyor. Yaklaşırken dayandığı ağacın dalı kırılıyor ve nehre düşüyor. Aslında bir nehre değil, maceranın içine düşmüş oluyor. Yalnızlıktan bunalmış bir kurbağa zıplıyor üzerine. Tam da arkadaş ararken buluyor ayıyı. Seviniyor, yüzü gülüyor. Bir arkadaşı oldu sanıyor, birçok arkadaşın olduğu ormanda. Tâ ki kaplumbağaları görene kadar. Kırılan ağacın üzerinde nehirde ilerleyen ayımızı ve kurbağayı uyarmak istiyorlar ilerideki tehlikeye karşı. Tam bir kaptan olarak doğan kunduz süzülerek geliyor. Kütüğe atlıyor, kaplumbağalar da ardından. Hızla ilerliyorlar, rotadan saptıklarının farkına varmadan. Tâ ki rakunlar gelene kadar; dönemeçlere ve dalgalara bayılan rakunlar. Kütük üstündeki hayvanlar gerçekten çok eğleniyor. Bir ördeğe çarpıp onu da kütüğe alıyor, son sürat ilerliyorlar. Tâ ki şelaleden düşene kadar… Can havliyle hepsi birbirine tutunuyor. Ah, diyor yazar, “Ne yolculuktu ama!” Ve kitabın ana fikrini son cümleyle deşifre ediyor: “Hepsi ayrı ayrı hayatlar yaşıyorlardı ama bir arada olduklarından haberleri bile yoktu. Tâ ki nehirde buluşana kadar.”
Çocuklarımızın her biri bir mizaç üzere doğar. İslam bunu şâkile olarak da isimlendiriyor. Bazı mizaçlar çekingen olur. Kalabalıklar içinde kendilerini yalnız hissederler. (Yalnızlıktan şikâyet etmeyenler de var. Onları rahat bırakalım.) Bu kısacık öykü onları yüreklendiriyor. Sen de katıl, diyor, maceraya ortak ol, güvenin birbirinize. Burada zorlama yok, “Gidip arkadaşlarınla oynasana!” diye kızma yok, “Herkes oynuyor, sen eteğimin dibinden ayrılmıyorsun.” diye eziyet etme de yok. Neşeli bir öyküyle rehber olma var.
Her zamanki gibi, öykünün biz yetişkinlere bakan yönü de var. Bazı kişiler ortamların katalizörü gibidir. Katalizör, bir madde. Kimyasal bir tepkimeyi oluşturup hızlandırıyor. Mecaz olarak ise başka faktörleri etkileyip bir oluşuma vesile olan, onu hızlandıran etmenler için kullanılıyor. İşte bu sıfata sahip kişiler hikâyedeki kahramanımız gibi, gelişiyle ortamı renklendirmekle kalmıyor, birleştirerek en büyük iyiliği de yapmış oluyorlar. Kendimize soralım, ortamları güzelleştiren, insanlar arası bağı kuvvetlendirip aralarındaki anlaşmazlıkları çözen, kuşatan ve kucaklayan mıyız? Yoksa, “Ben gelmem, ben yokum, beni yazmayın, benim işim var, onlar varsa ben yokum.” deyip uyumu bozanlardan mı? Nehre düşüp suratını asan ve bir köşede oturup herkesin moralini bozanlardan hiç bahsetmiyorum bile.
Bir başka çıkarımda daha bulunmadan edemeyeceğim. Aynı mescid içinde birbirimizden habersiz yaşayabiliyoruz maalesef. Seminere gidiyoruz. Bir iki tanıdıkla selamlaşıp çıkıyoruz. Birbirimize selam vermeden geçtiğimiz de oluyor, göz göze gelmediğimiz de… (Göz göze gelmemeye çalışanlarımız da yok değil hani.) Birbirimizden bu kadar kopukken kardeş olamıyoruz. Kardeş olamayan nasıl ümmet olacak, bilmiyoruz… Aynı havayı soluyup, aynı itikadı benimseyip, benzer hayatları ve kaderi paylaştığımız insanlarla bir arada olmanın bir nimet olduğunu fark etmiyoruz. Elimizden alınmadan o nimet, atlayın nehre…
İlk Yorumu Sen Yap