İster itikad, ister menhec noktasında olsun kişiyi yapması gereken vaciplerlerden alıkoyan bir takım hastalıklar vardır. Bu hastalıklardan bir kısmı fıtrî ve terbiye edilmemiş olan bir takım duyguların meydana getirdiği hastalıklardır. Bir kısmı da ortam, eğitim gibi etkenler sebebiyle bulaşan hastalıklardır.
Fıtrî olup terbiye edilmediğinden dolayı insanın başına binbir türlü bela getiren hastalıklar, bu ayki yazımızın temelini oluşturmaktadır.
Bu hastalıklara örnek vermemiz, konunun anlaşılması yönünde faydalı olacaktır inşallah.
Merak, fıtrî olan bir duygudur. Merak olmadığı takdirde kişi dünyadaki yaşantısında kendisine faydası olacak bir takım bilgileri öğrenemezdi. Çünkü öğrenmenin temelini merak oluşturmaktadır.
Merağın dini anlamdaki önemi de yadsınamaz. Eğer merak sahibi olmasaydık kulluk görevimiz için gerekli olan bilgiden de mahrum kalabilirdik.
Ancak merak duygusunun her duygu gibi iki yönlü olduğunu unutmamak gerekir. Terbiye edilmeyen bir merak, kişiye felaketten başka birşey getirmez. Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeylerle meşgul olması, meraktan kaynaklanan bir iştir. Kişi başkalarını ilgilendiren meseleleri merak edip peşine düştüğü zaman, kendisini ilgilendiren şeyleri ihmal eder. Bu da bir başka felakettir. Devamında ise kişi başkasını ilgilendiren meselelerin peşine düşerek insanların hallerini ifşa etmek suretiyle onlara zarar vermeye başlayabilir.
Demek fıtrî olan bir takım duyguları iki yönlü olup, bu duyguların terbiye edilmediği takdirde kişinin başına bir takım dertler açabilir.
Terbiye Edilmeyen Korkunun Getirdiği Zararlar
Korkuları olmayan insan yoktur. Allah’ın subhanehu ve teâlâ yaratmış olduğu her insanın mutlaka korktuğu bir takım şeyler mevcuttur. Bu kabul edilmesi gereken bir hakikattir.
Rabblerini en güzel şekilde razı eden Peygamberlerin dahi bir takım şeylerden korktukları unutulmamalıdır. Bu onların insanî yönlerinden kaynaklanmaktadır. Allah subhanehu ve teâlâ kendi kitabında Peygamberlerin kimisinin öldürülmekten korktuğunu, kimisinin yılan gibi yaratılmış olan bir şeyden korktuğunu bize haber vermektedir. Onlar da diğer insanlar gibi yaşayan, onların yediklerinden yiyen, giydiklerinden giyen, sevdikleri şeyler olduğu gibi korktukları şeyler de olan birer insandı. Bu bazı cahillerin zannettiği gibi, onların kadrinden kıymetinden bir şey düşürmez. Aksine bunları bilmek onları örnek edinebilmek açısından bize yardımcı olur.
Yalnız korku meselesinde konunun girişinde belirttiğimiz tafsilatı göz ardı etmememiz gerekir. Korku, fıtrî bir duygudur. Her fıtrî duygu gibi iki yönlüdür. Fıtrî diye tabir ettiğimiz yaratılıştan beri var olan duygular, ıslah edildiği oranda kişiye ve çevresine fayda getirir. Fakat ıslah edilmez ve olduğu hal üzerine bırakılırsa asıl felaket o zaman söz konusudur.
Korkunun törpülenmediği veya ıslah edilmediği zaman kişinin başına ne gibi sorunlar açacağını bir tefekkür edin! Hatta ben sizin tefekkür etmenize bir takım nasları zikrederek yardımcı olayım;
Allah subhanehu ve teâlâ Uhud gününü anlatırken o vakıayı yaşayan insanları iki kısma ayırıyor:
“Sonra o kederin ardından (Allah) üzerinize bir emniyet, bir uyuklama indirdi ki o (uyuklama) içinizden bir kısmını örtüp bürüyordu. Bir kısmı da canları sevdasına düşmüşlerdi.” (3/Âli İmran, 154)
Allah’ın burada zikrettiği iki kısım insandır. Her biri fıtrî korku duygusuna sahiptir. Ancak aralarında fark vardır. O farkı da yine Rabbimiz ayetin devamında belirtiyor. Okuyalım:
“Allah’a karşı cahiliyet zannı gibi hakkın dışında bir zan besliyorlardı. ‘Bu işten (galibiyet ve zafer vaadinden) bize bir pay var mıdır?’ diyorlardı. De ki: ‘Herşey Allah’ın elindedir. Onlar sana açıklamadıkları şeyi içlerinde gizliyorlar. Bizim bu işten bir payımız olsaydı, burada öldürülmezdik’ diyorlar.” (3/Âli İmran, 154)
Bir grubun korkusu bütün benliğini ele geçirmiş vaziyettedir. O haldedir ki artık Rabbi hakkında su-i zanlar üretiyor ve kadere imanını ‘İşler böyle olsaydı öldürülmezdik’ gibi sözlerle sorgulamaya başlıyor. Rabbimizin bu insanlara hatırlatması ise şu şekilde oluyor:
“De ki: ‘Evlerinizde olsaydınız bile eğer üzerinize ölüm yazılmışsa yataklarınızda dahi olsanız ölecektiniz.’ ” (3/Âli İmran, 154)
İşte bu Allah’ın iman etmemizi istediği kaderin hakikatidir. İşler Allah’ın elinde olduktan sonra, eceli Allah takdir ettikten sonra korkmanın ne anlamı vardır ki?
Peki, Allah neden en sevdiği insanları korku konusunda böyle bir imtihana tabi tutuyor?
“Allah göğüslerinizdekini yoklamak, kalplerinizdekini temizlemek için (böyle yaptı) Allah kalplerin özünü en iyi bilendir.” (3/Âli İmran, 154)
İki grup insan var ve bu iki grup da kalplerinde Allah’ın subhanehu ve teâlâ yaratılıştan yerleştirmiş olduğu korku duygusu taşımaktadır. Bir grup fıtrî olan bu duyguyu çok güzel terbiye etmiş ve Rabblerinden gelen her türlü duruma rıza göstermişlerdir. Ancak diğer grubun korkusu, onları Rabblerinin vaadini sorgulamaya ve kader konusunda tereddüte düşmeye sevk etmiştir.
Bu insanların bu orduya bağlılıkları, pamuk ipliğiyle olan bir bağlılıktır. Ne zaman onları terk edeceği belli değildir. Sürekli korku konusunda propaganda yaparlar ve içine düştükleri bu korku çukuruna farkında olmadan başkalarını da çekmeye çalışırlar. İslamî hareketi ne zaman yarı yolda bırakacakları belli olmadığı için potansiyel tehlikedirler.
Bu anlatılanlardan ‘O zaman hiçbir şeyden korkmamalıyız’ gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Korkuları olmayan insan yoktur. Hepimizin karşılaşmaktan veya kaybetmekten korktuğumuz bir takım korkularımız mevcuttur. Mesele diğer fıtrî duygular gibi bu duyguyu da terbiye edebilmektir.
Terbiye edilmemiş korkunun bir diğer zararını da şu şekilde izah edebiliriz; Korkularını terbiye etmeyen topluluklar sayıları ne kadar fazla olursa olsun suyun üzerindeki çerçöp gibidirler. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:
“Yırtıcı hayvanların avına üşüştüğü gibi diğer ümmetlerin de sizin üzerinize üşüşeceği zaman yakındır. Sahabe soruyor,
– O gün biz az olduğumuzdan dolayı mı, ya Rasûlullah?
Rasûlullah diyor ki,
– Hayır. Bilakis siz o gün çoksunuz fakat suyun üzerindeki çerçöp gibisiniz.
Sahabe bunun nedenini sorduğunda Rasûlullah şöyle buyuruyor,
– Düşmanlarınızın kalplerinden size karşı olan korku çekilip alınacak, sizin kalbinize de ‘vehen’ yerleştirilecektir.
Sahabe soruyor,
– ‘Vehen’ nedir, ya Rasûlullah?
– Bunun üzerine Rasûlullah şöyle buyuruyor,
– ‘Vehen’, dünyayı sevmek ve ölümü sevmemektir.” (Ebu Davud, Sevban.)
‘Bu hadiste korku geçmiyor ki!’ denilebilir.
Doğru, bu hadiste korku kelimesi geçmiyor. Ancak korku ile doğrudan irtibatlı olan sevgi kelimesi geçmektedir.
Korku ile sevgi aslında birbirine bağlı iki kavramdır. Neyi seviyorsak onu kaybetmekten korkarız. Çocuğumuzu çok seviyorsak onun kaybı en çok korktuğumuz şeydir. Malımızı çok seviyorsak onun kesada uğraması bizim yaşayabileceğimiz en büyük korkudur. Canımızı çok seviyoruz. Onu kaybettiğimizi düşünmek bile tüylerimizi diken diken yapmaya yetecektir. Dünya en büyük sevgilimizse onu kaybetmek de en büyük korkumuzdur…
Bunu şu an bulunduğunuz ortamda test edebilirsiniz. Gözünüzü kapatın ve sevdiğiniz şeyleri gözünüzün önüne getirin. Can, para, eş, çocuk, araba, ev, aile, anne, baba, kardeşler, arkadaşlar… İnsan bunları gözünün önüne getirdiğinde bile mutlu oluyor değil mi? Şimdi hatırlamakla mutlu olduğunuz bu şeylerin elinizden bire birer kayıp gittiğini düşünün. Ölüm; fakirlik; eşten, çocuktan, anne-babadan ayrılmak; evsiz barksız kalmak; kardeşlerinizin ölümü; arkadaşlarınızın sizden uzaklaşması… Bunları düşünmek bile insanda bir korku oluşturuyor.
Bu, bütün insanların ortak özelliğidir. İnsanlar korku konusunda eşittirler. Farklılık, korkunun neye yönelik olduğunda baş gösterir.
Buna pratik bir örnek verelim. Tarih boyunca hak ehli sayıca az, batıl ehli ise taraftar yönünden daima çok olmuştur. Bu herkesin malumudur. Ancak şu da herkesin malumudur ki sayıca az olan hak ehli, daima çok olan batıl ehline karşı destansı zaferler kazanmış ve hâlâ da kazanmaya devam etmektedir. Neden? Batıl ehlinin sevdiği çok şey olduğu gibi, kaybetmekten korktuğu şeyler de o kadar fazladır. Can, mal, kariyer, şöhret, unvan bunların hepsi ve bir o kadar da fazlası batıl ehlinin tamah duyduğu şeylerdir.
Hak ehlinin sevgisi ise böyle şeylere yönelik değildir ki korkusu da bunlara yönelik olsun.
Onlar savaştıklarında ölmek için savaşıyorlar; batıl ehlinin çok sevdiği canlarından vazgeçiyorlar.
Onlar davet yaptıklarında zindanlara düşeceklerini biliyorlar; batıl ehlinin çığırtkanlığını yaptığı ‘özgürlüğü’ ellerinin tersiyle itiyorlar.
Onlar mallarını kaybedeceklerinin farkındalar; dünya malını çoktan gözden çıkarmışlar.
Kısacası korkularını terbiye etmiş bir azınlık, korkuları kendilerini ele geçirmiş bir yığından daima güçlüdür.
Bu anlatılanlardan sonra aklımıza şöyle bir sorunun gelmesi kaçınılmazdır;
‘Bizden olup da bize ve çevremize bu kadar sıkıntı verecek korkumuzu nasıl terbiye edebiliriz?’
Bu sorunun cevabını Allah subhanehu ve teâlâ izin verirse bir dahaki yazımızda verelim.
Dualarımızın sonu âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.
İlk Yorumu Sen Yap