Tasavvufta Rabıta

Kullarına, istediklerinde kendisine ulaşabilecekleri kadar yakın olan onlara karşı şefkat ve merhametli olan Celal ve İkram sahibi Allah’a hamd olsun.

Salât ve selam, kullarının arasından Rabbini en çok seven ve korkan, ümmetine Rabblerine kulluk edecekleri tüm yolları gösteren Muhammed Mustafa’ya olsun.

Genel anlamıyla tarikatlarda, özel olarak da Nakşibendiler’de ‘Rabıta’ önemli bir yere sahiptir. Müridin manevi gelişimi ve nihai hedef olarak belirledikleri ‘Fenafillah’ mertebesine ulaşabilmesi için günlük olarak aksatmadan yapması istenilen Rabıta, bu ayki yazımızın konusunu oluşturmaktadır.

Lugat ve Vahiy Istılahında Rabıta

‘Rabıta’ kelimesi arap lugatında ra-be-te kökünden türemiştir. Kök anlamı bir şeyi bir yere bağlamak olup, iki şey arasındaki bağ; bağı kuran alete verilen isim, bir şeye devam etmek; bir işi pekiştirmek ve sağlamlaştırmak anlamlarında da kullanılmaktadır. (Lisanu’l Arab 7/302)

Kur’an ve Sünnette lugat anlamına uygun ibadetler için kullanılmıştır;

Cihad için ayrılmış ve kullanılmaya hazır olsun diye bağlanmış atlara ‘ribatu’l hayl’ kelimesi kullanılmıştır. (“Onlara karşı, gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını ve sizin düşmanınızı korkutursunuz.” (8/Enfal, 60))

Düşman karşısında nöbet tutma ibadetine ‘ribat-murabata’ kelimesi kullanılmıştır. (“Allah yolunda bir gün ve bir gece ribatta bulunmak, gece namazı ile birlikte bir ay oruç tutmaktan daha hayırlıdır. Eğer ölürse, yapmakta olduğu iş, öldükten sonra da onun için geçerli olur, rızkı kendisine verilir, fitnelerden emin olur.” (Müslim, 3537))

Allah’ın subhanehu ve teâlâ kalplere kuvvet vermesi ve kişinin manevi yönden desteklenmesi anlamında ‘Rabtu’l Kalb’ ifadesi kullanılmıştır. (“Gerçekten onlar Rablerine iman etmiş gençlerdi ve biz de onların hidayetlerini arttırmıştık. Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik; (Krala karşı) Kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi’dir; ilah olarak biz O’ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız.’ ” (18/Kehf, 13-14))

Salih bir amel üzerinde sebat etmek ve zorluğuna dair onu devam ettirmek anlamında ‘ribat’ ifadesi kullanılmıştır. (“Size, Allah’ın kendisiyle günahları yok edip, dereceleri yükselteceği hayırları haber vereyim mi?” buyurdular, ashab:

– Evet, ya Rasûlallah! dediler. Rasûl-i Ekrem:

– “Güçlükler de olsa abdesti güzelce almak, mescidlere doğru çok adım atmak, bir namazı kıldıktan sonra öteki namazı beklemek. İşte ribatınız, işte bağlanmanız gereken budur.” (Müslim, 251))

Tasavvufta Rabıta

Genelde tasavvufta özelde Nakşibendi tarikatında Rabıta bir ıstılah/terim olarak kullanılır ve tasavvufi terbiyede özel bir ritüeli ifade eder. Tasavvufta bir nefis terbiyesi metodu olarak kullanılan rabıtanın ne anlama geldiğini mutasavvıfların kendisinden dinleyelim. Kendisi de mutasavvıf olan Dr. Dilaver Selvi’nin ‘Nefis Terbiyesinde Rabıta’ kitabından ilgili bölümü okuyalım:

‘Rabıta, tasavvuf terbiyesinde özel bir terim olmuştur. Rabıta deyince, tasavvuf ehlinin konu ettiği ve uyguladığı özel terbiye metodu akla gelir. Tasavvuf büyükleri rabıtayı değişik yönleri ile tarif ederek onun manevi terbiyedeki önemine dikkat çekmişlerdir. Rabıtayı tek bir tarifle ifade etmek zordur. Rabıtanın özü muhabbetten ibaret olduğu için, tek yönlü bir tarif yeterli olmamaktadır. Bunun için burada rabıtayı ana hatlarıyla veren kitapları zikredeceğiz…:

Mevlana Halid Bağdadi rabıtayı şöyle tarif eder:

‘Rabıta, Cenab-ı Hakk’ın özel tecellilerine ulaşmış, müşahade mertebesine ermiş kamil bir mürşide kalbi bağlayıp, huzur ve gıyabında o mürşidin sureti, sireti ve özellikle ruhaniyetini hayalen kendisi ile birlikte farz ederek, yanındayken takındığı tavrı, gıyaben de sürdürmeye çalışmaktır.’

‘Tarikatta rabıta müridin Allah’a vasıl olmuş, kamil, mükemmel şeyhin ruhaniyetinden medet (manevi yardım) istemesidir. Şeyhin suretini düşünmek müride edep ve terbiyeyi muhafaza ettirir…’

‘Bu arada unutulmamalıdır ki maksat yüce Mevla’ya ulaşmaktır; rabıta ise, bu yolda vesile olmaktan başka bir şey değildir.’

Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi rabıtayı şöyle tarif eder:

‘Rabıta, salikin (Hak yolcusunun), mürşidin suretini idrakinde, gönlünde canlandırması ve onun simasını hayalinde tutmasıdır. Rabıta ilerleyip salikin bedenini kuşatınca mürşidin suretini her şeyde görmeye başlar. İşte şeyhte fani olmak dedikleri hâl budur. Rabıta, suluku tamamlayıp kemale ermede en kısa yoldur.’ (Syf. 22-24 özetle. Kanaatimce bu kitap Ferit Aydın Hoca’nın ‘Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik’ kitabında Rabıta’ya ve Nakşibendilik’e yönelttiği eleştirilere cevap olarak kaleme alınmıştır. Müellifin akademik kimliğine bağlı olarak Nakşibendiler’in Rabıta’yla ilgili yazmış oldukları kitaplar arasında en düzenli olanıdır. Lakin Rabıta’yı delillendirme yönünden konuyla ilgili diğer kitaplarda olduğu gibi bu kitap da tam bir fiyaskodur. Rabıta delillerle sabit olan bir eylem olmadığından Kur’an ve Sünnetin nasları, zorlama yorumlara tabi tutulmuş, tahrife varacak zorlama genellemelerden Rabıta’ya dayanak oluşturulmaya çalışılmıştır.)

Dikkat edilirse bir terbiye metodu olarak rabıtanın özü; şeyhin suretini zihin ve kalpte canlı tutmak, şeyhi hayal etmektir. Cübbeli Ahmed olarak bilinen kişi rabıtanın kısımlarını anlattıktan sonra şöyle der:

‘Tasavvufi kaynaklar rabıta hakkında daha başka şekiller de tarif etmişlerse de, hepsinde müşterek olan nokta, şeyhin suretini hayal etmektir.’ (Tarıkat-i Aliyyede Rabıta-i Celile 45.)

Rabıtanın Değişik Şekilleri

• Şeyhi iki gözünün arasında hayal etmek

• Şeyhin suretinin, iki yanı arasında olduğunu hayal etmek

• Mürid şeyhinin suretini, alnında tasavvur eder ve onu alnının ortasına yerleştirir.

• Mürid şeyhinin suretini kalbinin ortasına getirir.

• Mürid, şeyhinin suretini, Mevla Teala’nın nurlarının, kendisinde toplandığı bir havuz mesabesinde kabul ederek önce alnının ortasında tasavvur eder. Daha sonra buradan kalbinin ortasına indirir…

• Mürid kendi cenazesini düşünür ve defnedilme işlemlerini bütün teferruatıyla hayal eder. Sonra kendisine sorar

‘Sen öldünse burada zikreden kimdir?’

Bu soruya

‘Şeyh efendidir.’

diye cevap verir. Buna ölüm rabıtası denir.

• Şeyhin ruhaniyetini nurdan bir daire olarak düşünüp kendini o dairenin ortasında hayal eder.

(A.g.e 41-45 sadece başlıklar özetlenerek alınmıştır.)

Mutasavvıfların ‘Rabıtanın kısımları vardır. Şeyhin suretini hatırlamak bunlardan sadece biridir’ şeklinde açıklamalarının hakikati yansıtmadığı ve aldatmacadan ibaret olduğunu anlıyoruz. Rabıtanın hemen her şekli, şeyhi hayal etmeye dayanmaktadır. Bu kısımlardan en masumu olarak görünen ‘ölümü hatırlama rabıtası’ dahi, sonunda zikri şeyhin yaptığına dair bir soru eklenerek kirletilmiştir. Rabıta ölümü hatırlamaktan çıkmış, şeyhin insanın zikri de dahil her hâline karışmış olduğu ve gayenin şeyhle bütünleşmek olduğu gibi İslam’la ilgisi bulunmayan ruhçu putperestlerden alınan bir ibadete dönüştürülmüştür.

Ölümü hatırlama ve şeyhi genel anlamda zihinde canlı tutma olarak bilinen rabıta, bir çok tarikatta mevcuttur. Ancak belli bir adap içerisinde ve günlük vird olarak rabıtayı bir disiplin içinde ele alma, Nakşibendilik’e has bir uygulamadır. Dünyanın farklı ülkelerinde tasavvufla ilgili binlerce araştırma yapılmasına rağmen rabıta konusuna neredeyse hiç değinilmemesi, dahası bir çok tasavvuf uzmanının rabıtadan haberdar dahi olmaması bunun kanıtıdır. Daha çok Nakşibendilik’in yaygın olduğu bölgelerde rabıta konusu araştırmacıların dikkatini çekmiş ve gündemlerine girmiştir.

Zikirle bütünleştirilen ve Nakşibendiler’in günlük görevleri arasında bulunan rabıta şu şekilde yapılır:

‘Muhammed Raşid Hazretleri’nin sağlığında kardeşi ve halifesi Abdülbaki Hazretlerine soruluyor:

— Seyidim, kitaplarda rabıtanın çeşit çeşit tarifleri yapılmış, siz nasıl yapıyorsunuz?

Abdülbaki Hz. şöyle buyuruyor:

— Rabıta akşam namazından sonra yapılır.

On beş dakikadan az olmaz, bir buçuk saate kadar uzayabilir.

Rabıta yapacak olan yüzünü kıbleye döner, otururken sağ ayağını sol ayağının altından çıkarır, gözlerini yumar, yirmi beş Estağfirullah çeker.

Estağfirullahlar ile günün ağırlıkları ve dünya didişmelerinden kirlenen kalbi temizlemeye başlar.

Daha sonra Sultan’ımızı azim, nurani ve latif makamda düşünür.

Mesela bir kürsüde durduğu yerin başından arş-ı alaya uzanan nurani bir sütun tasavvur eder.

Allah’ın rahmeti Sultan’ımızın başına nurani bir sütunla iner ve birleşir.

Mürid o nurani sütundan nurani bir ziyanın kılıç gibi kendi kalbine aktığını düşünür.

Kalpteki günahların mermere damlayan asit gibi kalpte yara açtığını düşünerek bu nurun o yaralara merhem olup kalbi cilaladığına inanır. Cilalaya cilalaya bir hafta rabıtanın içinde kaybolursa, rabıtası yoğunluk kazanır ve o insan istikamet sahibi olur. Tarikattan çıkmak istese de artık çıkamaz.’ (http://www.dervisler.net/diyari-menzilden/gavsimizdan-rabita-tarifi-t737.0.html – Adıyaman Menzil sofilerine yakın bir web sitesidir.)

Kendisi de bir tarikat şeyhi olan ve sonrasında tevbe ederek İslam’a yönelen Ferit Aydın Hoca Nakşibendilik ve Rabıta’yı farklı açılardan incelediği kitabında bu konuyu şöyle alır:

‘Rabıtanın Şartları ve Uygulanış Biçimi:

Bilindiği üzere her tarikatın kendine özgü birtakım kuralları vardır. Bunlar adeta birer kanun gibi, daha doğrusu ‘Allah’ın ya da Peygamber’in birer emri olarak’ tarikat bağlıları tarafından titiz bir şekilde uygulanırlar. İşte -konumuzun özünü oluşturan- ‘rabıta’ da bu kurallardan biridir.

Zikrin değişik bir biçimi olarak da tanımlanan rabıta, Nakşibendi Tarikatı’nda şeyh-mürid ilişkisinin çok önemli bir halkasını oluşturur. Müridin şeyhe mutlak, kesin ve sürekli bağlılığını sağlamak üzere konmuş olan bu kuralın belli zamanlarda, belli uygulanış şekilleri vardır. Aynı tarikatın bir cemaatinden diğerine küçük farklarla icra edildiği ise bir gerçektir. Genelde ‘Hatm-i Huvâcegân’ adı altında uygulanan zikir merasimi sırasında halka şeklinde oturan Müridler, şeyhin ya da onun adına ‘hatm’i yöneten vekilinin bir işareti üzerine rabıta yaparlar. Bu işaret, halkada bulunanların rahatça duyabileceği orta bir sesle ‘Rabıta-i Şerîfe!’, ‘mürşide rabıta’ ya da benzer bir komuttan ibarettir…

Gerek sistematik bir ayin biçimi olan ‘Hatm-i Huvâcegân’ merasimi ve tüm ayrıntıları (ki bunlardan biri de rabıtadır), gerek bu ayrıntılardan her biri, gerekse şeyhin rûhânî bir ödev olarak Müride verdiği herhangi bir ders, vird, telkin, emir ve tâlimat, tarikat protokolünde zikrin kapsamına girer. Yani bunların hepsi ya da herhangi biri, tarikatın avam dilinde genel bir tabirle, ‘zikir’ olarak adlandırılır. Dolayısıyla rabıta da Nakşibendi Tarikatı’nda bir zikir şeklidir.

Rabıtanın uygulanışı sırasında Müridin oturuş biçimi, fiziksel ve zihinsel durumu ile yer, zaman ve ortam çok önemlidir. Bu durumları şu şekilde özetlemek mümkündür:

a. Abdestli olmak:

b. İnâbeli olmak:

Yani Müridin, mürşid olarak kabul ettiği şeyhe ya da vekiline önceden bey’at etmiş olması gerekir. Buna, tarikat dilinde ‘El almak’ da denir. Zaten Nakşibendilere göre bir şeyhe bağlanmayan (yani daha açıkçası tarikata girmeyen) insanın öncüsü şeytanın ta kendisidir.

c. Kapıyı kilitlemek:

Aslında kapının içerden kilitlenmesi sırf rabıtaya bağlı bir kural değildir. Nakşibendilere göre bu, ‘Hatm-i Huvâcegân’ ayininin bir ayrıntısıdır. Bununla beraber rabıta yalnız başına bile yapılsa yine de sakin bir yer tercih edilir. Şu var ki -yukarıda da değinildiği üzere- rabıta, ‘Hatm-i Huvâcegân’ ayininin kurallarından biri olduğu için bu merasimin bir öğesi olarak icra edilirken zaten kapı kitli bulunmuş olur. Yakın tarihin Nakşibendi şeyhlerinden İsmet Garîbullah:

‘İnâbe böyle ta’lîm etti ol mâh,

Kapanmak kapı sünnettir ol âgâh’

mısralarıyla tarikatın bu kuralını anlatmaya çalışmaktadır.

d. Ortamı Karartmak:

Vakit gece ise ışıkları söndürmek, gündüz ise pencerelere perde germek suretiyle ortam karartılır ya da en azından loş hale getirilir. Ancak bunlar özellikle ‘Hatm-i Huvâcegân’ ayininin yapıldığı mekan için söz konusudur. Tek başına rabıta yapan kişi, oturduğu yerde başından aşağıya bir çarşaf ya da puşu gibi bir şey örtmek suretiyle de bu ortamı sağlayabilir.

e. ‘Ters Teverruk’ Oturuşu İle Oturmak:

Bunun şekli şöyledir: Şafiî Mezhebinde namazdaki son oturuşun tam tersi olarak sol ayak dik tutulur (yani topuk yukarıda, parmak uçları ise yerdedir). Sağ ayağın parmak uçları da -köprü gibi duran- sol bacağın altından biraz dışarı çıkarılır. Bu durumda sağ baldır tamamen yere yapışıktır, vücut zorunlu olarak sol tarafa doğru eğimlidir ve eller namazda olduğu gibi yine dizler üzerinde bulundurulur. Bu oturuş şeklinin, yakın tarihte yaşamış olan bazı Nakşibendi teorisyenleri tarafından öngörüldüğü anlaşılmaktadır.

f. Gözleri Yummak:

Gerek ‘Hatm-i Huvâcegân’ sırasında, gerekse Müridin tek başına yaptığı rabıtada gözler yumulur. Hem hatim ayinini yöneten şeyh veya temsilcisi, hem de Müridler aynı şeyleri yapmak durumundadırlar. Mürid, hatim dışında ve yalnız başına rabıta yaparken de yine gözlerini yumar.

g. Nefesi Kontrol Altına Almak:

Rabıta yaparken ağız kapalıdır, soluk burundan alınır. Nakşibendi Tarikatı’nda başlıca iki çeşit zikir vardır. Bunlardan biri sözlü zikir olan ‘vird’dir, diğeri ise zihinsel zikir olan ‘rabıta’dır ki her ikisinde de nefes kontrol altında bulundurulur.

h. Sabit ve Hareketsiz Durmak:

Yakın tarihte Nakşibendi Tarikatı’na yeniden şekil verenler, Hatm-i Huvâcegân, zikir, rabıta ve benzeri ayinlerin uygulanışı sırasında Müridin hareketsiz durmasını, ah, vah gibi ızdırap ve hüzün ifade eden sesler çıkarmamasını ve inlememesini şart koşmuşlardır. Onlara göre bu tür davranışlar şeytanın giriş kapısı ve nefsani duyguların doyuma ulaştırılması olarak nitelenmiştir.

ı. ‘Mürşid’in Suretini Zihinde Canlandırmak:

Bu kural rabıtanın özünü oluşturur. Diğerleri ise buna bağlı olarak ikinci derecede ayrıntı sayılırlar. Nakşibendilik’te ‘Tarikat Adabı’ diye sıralanan kurallar içinde en önemli unsur olarak rabıtadan söz edilirken bu nokta üzerinde daha ısrarlı bir şekilde durulmuştur.

Yapılan açıklamalara ve tarif şekillerine göre Mürid, bu ödevi yapmak için gerekli şartları yerine getirdikten ve gözlerini yumduktan sonra bütün dikkatini şeyhinin cismânî varlığı üzerinde toplamaya ve onun siluetini hayâlinde canlandırmaya çalışır. Nakşibendi Tarikatı’nın, özellikle yakın tarihte oluşmuş Süleymancılık ve Menzilcilik gibi bazı kollarında şeyhin fotoğrafına bakmak suretiyle de rabıta yapılmaktadır. Mürid bunu yaparken, şeyhinin nur deryası olduğuna inandığı kalbinden kendi kalbine bu nurların bir çağlayan gibi aktığını da aynı şekilde canlandırmaya gayret eder.

i. Mürşidin Ruhaniyetinden İstimdad Etmek:

Rabıtanın çok önemli kurallarından biri de budur. Nakşibendi ruhânîlerine ait mektup ve kitapçıklarda bunun önemi sıkça vurgulanmıştır.

‘Ruhaniyetten istimdad’ın ne demek olduğuna gelince bu, Müridin şeyhinden himmet, bereket ve yardım dilemesidir. Bunun için şeyhin genç, yaşlı, sağ ya da ölmüş olması arasında hiç bir fark yoktur. Hatta ölmüş olan şeyhin, kınından çekilmiş kılıç gibi olduğu, yani bütün maddesel kayıtlardan sıyrıldığı ve işlevini daha süratle yapabilecek durumda olduğu, yine bu tarikatın ruhanileri tarafından ifade edilmiştir. Dolayısıyla Müridin rabıta yaparken içinden, şeyhinin sûretini canlandırmasıyla birlikte ondan himmet ve medet dilemesi rabıtanın kaçınılmaz bir kuralıdır…’ (Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik 26-32 özetle.)

Ne Allah’ın kitabında ne de Rasûlü’nün sünnetinde böyle bir zikir ya da ibadet çeşidi olmadığını hepimiz biliyoruz. Gizlenmek, başı örtmek, belli bir şekli muhafaza ederek oturmak, nefesi kontrol altına almak, bir varlığı hayal etmek vb. maddeler daha ziyade Hind menşeli çilekeş abidlerin ve mağaralarda şeytanların fısıltılarıyla Allah’a kulluk yaptığını zanneden Hristiyan Ruhbanların usullerini hatırlatıyor.

Burada özellikle nefesi kontrol etmek kısmına dikkat edelim. Farklı tarikat kitaplarında bu konuya dair çok ince ayrıntılar verilmekte ve özellikle zikir ve rabıta esnasında buna dikkat edilmesi müridlerden istenmektedir. Nefesin kontrol edilmesi suretiyle bir noktaya konsantre olma İslam’ın hiçbir ibadetinde meşru olmayan, daha ziyade Budizm ibadeti olan yogada var olduğu bilinen bir gerçektir.

Muhammed Emin Erbili ‘Tenviru’l Kulub’ kitabında ‘Nakşibendi büyüklerinin yanında zikrin keyfiyyeti bölümü’ diye bir başlık açar. Yukarıda zikrettiğimiz adaplardan on bir tanesini zikreder. Sonra şöyle devam eder:

‘Bilki bu tarikatın çoğu; erbabı, insanda bulunan letaifi (Ruhun manevi organları) yolu yolcuya kolaylaştırıcı olarak kabul ederler. Belli bir cezbeye ulaşmak için bu manevi organlarla Allah lafzının zikrini çekerler. Bunların ilki kalptir. Sol memenin iki parmak altında sola meyillidir. Adem’in ayağı altındadır.(Onun gözetim ve kontrolü altında anlamında) Bu manevi organın nuru sarıdır. Bu nur çıkıp omuz hizasında yükselirse ve kişide bir hareketlenme/sarsıntı olursa Allah lafzını ruh latifesine telkin eder. Ruh latifesi sağ memenin iki parmak altında göğse meyillidir. Nuh ve İbrahim’in ayağı altındadır. Nuru kırmızıdır. Zikir ve vukuf kalp latifesindedir. Burada hareketlenme ve yanma olursa Sır latifesine zikir telkin etmeye başlar. O sol memenin iki parmak üstünde göğse meyillidir. Musa’nın ayağı altındadır. Nuru beyazdır. Zikir burada vukuf ise kalpte olur. Tutuşmaya başladığında zikri Hafiy latifesine telkin eder. Sağ memenin iki parmak üstünde göğse meyillidir. İsa’nın ayağı altındadır. Nuru siyahtır. Bu latife tutuşmaya başladığında Ahfa latifesine zikir telkin eder. Bu latife göğüs kafesinin ortasında Muhammed’in ayağı altındadır. Nuru yeşildir. Bu latifeyle de yukarda zikredildiği gibi iştiğal eder. ‘Ayağının altındadır’ ifadesinden kast edilen sünnet ve yoldur… Sonra Lailaheillallah zikrini telkin eder. Keyfiyyeti şöyledir: Önce dilini damağına yapıştırır. Nefes aldıktan sonra nefesini içinde tutar. Sonra ‘La’ kısmını göbeğin altından Ahfa latifesinin üstündeki latifelerinin ortasına uzattığını hayal eder. Nefs-i Natıka latifesine ulaşıncaya dek devam eder. Bu beynin birinci batnındadır ve ona Reis denir. Sonra ilah kelimesinin hemzesini uzattığını hayal eder. Beyinden sağ omuza doğru iner. Sonra Ruh latifesine çeker. Sonra İllallah kısmının hemzesinden tutup onu omuzdan göğsün ortasının köşe kısmına çektiğini hayal eder. Kalbe ulaşıncaya kadar böyle hayal eder. Sonra tuttuğu nefesiyle kalbin siyah noktalarının üzerine Allah lafzıyla vurduğunu hayal eder. Taki bu lafzın izi ve sıcaklığı bedenin diğer uzuvlarında açığa çıkana kadar böyle yapar. Böylece bedendeki tüm fasid noktalar yanar salih noktalar aydınlanmış olur…’ (Tenviru’l Kulub, syf; 564-566. Daru’l Kutubi’l İlmiyye.)

Şu paragrafı okuyan herhangi bir Müslüman bunun İslam’ın inanç ve ahlak öğretileriyle bir ilgisinin olduğunu söyleyebilir mi?

Bedende manevi olan bazı organların ve enerji merkezlerinin olduğuna inanılıyor. Ve bunların zikirle harekete geçirilmesi durumunda kişinin manevi haller yaşayacağı ve cezbe noktasına ulaşacağı düşünülüyor. Bu sapkınlık ile ‘İnsan bedeninde yedi adet çakra/enerji merkezi vardır. Bunlar belli bir fiziki oturuş, nefesi tutmak, sabit bir objeye odaklanmak, belli lafızların tekrar edilmesi suretiyle çakralar hissedilir ve harekete geçirilirse ruh arınır’ diyen Budist müşriklerin sapkınlıkları arasındaki fark nedir?

Meditasyon, Yoga ve Rabıta

Dikkatle okuyalım:

‘Önce muteber ve kapsamlı bir İngilizce-Arapça kâmûs olan Al-Mavrıd adlı lugatta, ‘yoga’ maddesine bir göz atalım. Bu lugat, yogayı aynen şöyle tanımlamaktadır: ‘Yoga: Ruhu, Zât-ı ilâhiye ile birleştirme amacına yönelik bir nefis terbiyesi ve tefekkürden ibaret bir dinsel Hind felsefesidir… Oryantalist J. Tandrio ve ruhbilimci B. Real, ortaklaşa kaleme aldıkları The Yoga adlı eserde bu meditasyon sistemini şu ifadelerle açıklamaktadırlar:

Yoga: İnsanın, doğal olarak iradeye dayalı ve sinirler üzerinde egemenlik kurmak suretiyle bilinçaltı şekilde vücuduna görevler yüklemek için yaptığı bedensel, ruhsal ve düşünsel alıştırmalardır ki bu sayede onun ruhu, kâinat olaylarını idare eden Yüce Rabb’in rûhu ile bütünleşmiş olur…Yukarıdaki her iki tanıma da iyice dikkat edilecek olursa yogadaki temel hedefin, (haşa!) Allah ile birleşme ideâli şeklinde ortaya çıktığı görülür. Burada yeri gelmişken hemen kaydedelim ki; rabıtanın da hedefi bundan başka bir şey değildir. Nitekim bakınız Ruh’ul-Furkan adlı kitabın yazarları da rabıta konusuna ayırdıkları bölümde İsmet Garibullah’tan naklettikleri bir beytin açıklamasını yaparlarken kullandıkları ilginç bir ifade ile yogadaki amaçların aynısını şu şekilde açıklamaktadırlar:

Aziz kardeşim, senin şeyhin Zat-ı Pâk-i Sübhâniye’de fânî olmuşsa sen de ona rabıta etmen sayesinde Zat-ı Pâk-i Sübhâniye’de fânî olursun… Yogayı, rabıta ile -sadece tanımlama açısından- karşılaştırdığımız zaman, şu ortak noktaları çok rahat bir şekilde tespit edebiliyoruz:

a. Rabıtada da, (vird çekme sırasında) yogada olduğu gibi, solunumun kontrol altına alınması vardır.

b. Rabıtada da, (yogadaki lotus oturuşundan alınan ilhamla) belli bir oturuş biçimi vardır. (Buna, ‘ters teverruk oturuşu’ denir.)

c. Rabıtada da, (yogada olduğu gibi) dikkatin belli bir nokta üzerinde yoğunlaştırılması vardır.

d. Sonuç olarak rabıta da aynen yoga gibi zihinsel, fiziksel ve mistik bir uygulama biçimidir.

Böylece rabıtanın, bir anlamda yogadan farklı bir şey olmadığını, kesin bir şekilde anlamış bulunuyoruz…’ (T.R ve Nakşibendilik 269-271 özetle.)

Şeyhi hatırlamak anlamındaki rabıtanın hemen bütün tarikatlarda olduğunu, özel bir disiplin içerisinde icra edilen ve yazımıza konu olan rabıtanın ise Nakşibendiler’e ait olduğunu belirtmiştik. İlginç olan rabıtaya son hâlini veren ve rabıtanın kendisiyle özdeşleştiği Mevlana Halid-i Bağdadi Hindistan’a gitmiş, (TDV İslam Ansiklopedisi 15/284 Halidi Bağdadi mad. Ayrıca Tasavvuf erbabının hazırladığı ‘İslam Alimleri Ansiklopedisi’ adlı eserde Mevlana Halid’in Hindistan’a gidiş ve dönüş süreci tafsilatlı olarak anlatılmıştır. Bknz: Hicri 13. Asır alimleri Mevlana Halid-i Bağdadi.) o bölgenin abid ve zahidleriyle zaman geçirmiş ve rabıtaya, yogaya daha çok meditasyona benzeyen son hâlini vermiştir.

Döndüğü zaman çevresinde toplananlara öğrettiği tarikat adabı nedeniyle yoga uzmanlığıyla (yogilik) suçlanmıştır. (A.g.e 15/284. ‘Süleymaniye’de Şeyh Ma’rûf Berzencî onu sahtekâr, sapık ve yogi olmakla suçladı; bu arada Tahrîrü’l-hitâb fi’r-red alâ Hâlidi’l-kezzâb adlı bir de risâle yazarak bunu Bağdat Valisi Said Paşa’ya gönderdi. Ancak Hâlid’in sâlih bir kişi olduğuna inanan Said Paşa, Hille müftüsü Muhammed Emin Topukçulu’ya, Hâlid aleyhindeki suçlamalara reddiye olarak el-Kavlü’s-savâb bi-reddi mâ sümmiye bi-Tahrîri’l-hitâb adıyla bir risâle yazdırdı.’ Osmanlı’nın Halidi Bağdadi’yi ve sonrasında Nakşi şeyhleri koruması siyasi sebeplere dayanmaktadır. Özellikle Nakşiler’in Şia düşmanlığı ve bu konudaki katı tavırları, tarih boyunca şiilik sorunuyla uğraşmış Osmanlı tarafından takdir edilmiş ve tarikatın yayılması için destek olmuşlardır. Günümüzde dahi tasavvufi çevreler arasından şiaya karşı en katı tutuma sahip olan Nakşibendiyye’nin Halidi kolundan gelen İsmailağa cemaatidir. Bir başka neden de Osmanlı’nın son dönemlerinde savaştığı Necd alimleridir. Osmanlı’nın Vahhabiler dediği bu kesime karşı en şiddetli düşmanlığı o gün de bugün de Nakşibendiler yapmaktadır. Nakşiler, devlet desteği ve göz yummasıyla yayıldıklarını unutup bunun İlahi bir lutuf olduğunu iddia etmekte ve bununla övünmektedirler!)

Rabıtada Bu Israr Niye?

Kitap ve Sünnette olmamasına rağmen Nakşiler’in rabıta hususundaki bu ısrarları ve müridlere günlük olarak rabıtayı şart koşmalarının altında bazı nedenler vardır. Bunları anlamak için rabıta edepleri başlığı altında zikrettikleri maddelere bakmak yeterlidir:

Rabıtanın Şart ve Edepleri (Tarıkat-i Aliyyede Rabıta-i Celile 46-55 özetle.)

1. Mürid, şeyhin ruhaniyetinin tasarruflarının, gerçekte Cenab-ı Hakkın tasarrufları olduğunu bilmelidir.

(Madem şeyhin tasarruflarının asıl sahibi Allah’tır, neden Allah’a değil de şeyhe teveccüh ediyoruz? Allah subhanehu ve teâlâ bize şeyh efendiden daha yakın değil midir?

“Andolsun ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.” (50/Kaf, 16)

Bize şah damarımızdan daha yakın olan ve bizimle kalbimiz arasına girecek kadar her an bizimle olan bir Rabbimiz varken bizim gibi aciz, Rabb’inin hidayet ve rahmetine muhtaç kullara niye teveccüh edelim?

“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Rasûlü’ne icabet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O’na götürülüp toplanacaksınız.”)

2. Mürid, şeyhin kemalatının, şeyhin ruhaniyetinden ayrı olmadığına inanmalıdır.

3. Mürid, şeyhinin ruhaniyetinin herhangi bir mekânla mukayyet (bir yere bağlı) olmadığına inanmalı ve nerede olursa olsun, şeyhin ruhaniyetini, tasavvur ettiği yerde hazır bulacağını bilmelidir.

(Her zaman ve mekanda kulla beraber olmak ve onda tasarruf etmek Allah’ın subhanehu ve teâlâ sıfatlarındandır. “Allah’ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? (Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O’dur; beşin altıncısı da mutlaka O’dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir.” (58/Mücadele, 7))

4. Şeyhine muhabbete berdevam olmalıdır. Zira sevgide bir inkıta (kopukluk) ve noksan (eksilme) olduğu takdirde rabıta bozulur.

5. Her halükarda şeyhine nisbete (bağlanmaya ve onunla irtibat kurmaya) riayet etmelidir.

6. Cezbe hâli kendisine hâsıl olana kadar rabıtaya devam etmelidir. Bu arada kendisine bazı ahval gelse bile rabıtayı terk etmemelidir. Çünkü rabıtayı terk edecek olursa o hal ondan gider.

7. Bütün vakitlerde rabıtaya devam etmeli ve rabıtayı asla terk etmemelidir.

8. Rabıtada rükn-i azam (en büyük temel) teveccüh kıblesi tevhiddir ki bu, tek bir zata rabıta yapmaktan ibarettir.

Bir müridin içinde şeyhinden başkasına karşı rabıta ve beklenti varsa onun batını (iç âlemi) Mevla’nın huzuruna açılmaz. Meşayıhın beyanına göre iki şeyhe nisbeti olan mürid asla felah bulmaz.

9. Rabıtanın edeplerinden biri de rabıta yapılan zatın diri olmasıdır.

10. Şeyhinin şeyhi hayatta olan kişinin rabıtası ona olmalıdır.

11. Mürid, silsiledeki bütün şeyhlere onları görmeden de rabıta yapabilir. Fakat dersi kimden aldıysa rabıtayı ona tahsis etmesi hususunda bütün evliyanın ittifakı vardır.

Bütün bu edep ve şartlar incelendiğinde rabıtanın müridi terbiye etmekten ziyade kalbini şeyhe iyice bağlamak, onun emirleri karşısında robot misali komutları yerine getiren bir aygıta dönüştürmek olduğu görülecektir. Günlük olarak şeyhin sureti zihinde canlı tutularak yapılacak rabıta işleminin müridde nasıl bir bağlılık oluşturacağını tahmin etmek zor değildir. Manevi ve mistik bir ortam olmaksızın sadece bir bayanın resmine belli aralıklarla bakan insanların zamanla müzmin aşıklara dönüştüğü ve canlarına kıyacak kadar bağlılıklarının akıllarını örttüğü bir hakikattir. Modern tağuti sistemlerin putperestlerden esinlenerek sevdirmek istedikleri tağutların resim ve heykellerini hayatın her alanına serpiştirerek insanlarda bir bağlılık ve kulluk oluşturmak istediklerini de biliyoruz.

Rabıta yoluyla şeyhlere kullaştırılan insanlar haktan o denli uzaklaşmışlardır ki akıllarına şu soruyu sormak dahi gelmemektedir:

‘Madem ki rabıta gibi bir rituel dahi şirk ve ortaklık kabul etmiyor, şeyhten başkası rabıtaya karıştırıldığında rabıta bozuluyor. Neden biz şeyhlerimizi Allah’la aramızda ortak yapıyoruz? Sonradan uydurulan bir şey dahi ortak kabul etmiyorsa; dua, yardım, yönelme ve umma gibi Rabbimize yapılması gereken ibadetler neden Allah’tan önce şeyhlere sunuluyor?

Madem şeyhin mertebesi çok yücedir ve ona ulaşmak mümkün değildir, neden şeyhe ulaşmak için önce vekillerle rabıta yapmıyoruz da direkt şeyhe rabıta yapıyoruz?

Rabıtayı şeyhe değil de kendine yaptıran vekiller tarikatta hain ilan edilip kovuluyorken, Allah’a yapılması gerekenler neden Allah’a değil de şeyhe yapıldığında şeyh Allah’ın dininden kovulmuyor?’

Rabıta yapan yüzbinlerce müridin Allah’ın subhanehu ve teâlâ dinine hakaret edildiğinde, Allah’ın yasaları yürürlükten kaldırıldığında, İslam’ın şiarlarına saldırıldığında ‘düzeni bozmamak’ adına sustuğunu, ancak şeyhlerine veya tarikatlarına dil uzatıldığında düşmanlığın ve husumetin en acımasız ve adaletsiz olanını sergilediğini görürüz. Tarikat münkirleri dedikleri muvahhidlere karşı verdikleri mücadeleyi İslam düşmanlarına karşı vermiş olsalar, ellerindeki imkan ve sayısal çoğunluk nedeniyle bugün dünya Müslümanlarının durumu çok daha farklı olabilirdi. Şimdi sormak istiyoruz rabıta müridi Allah’a mı ulaştırıyor yoksa şeyhe bağlılığını mı arttırıyor?

Rabıtanın Delili Nedir?

Üzerinde bu kadar ısrarla durulan rabıtanın mutlaka Kitap ve Sahih Sünnetten bir delilinin olması gerekmektedir. Nakşiler’in icra ettiği şekliyle rabıtayı ne Allah Rasûlü ne de selefi salihin uygulamamıştır. Dünyanın küçülmesi, bilgiye ulaşmanın kolaylaşması ve Modernizmin bunalttığı insanlığın huzur arayışı seyrinde rabıtanın, meditasyon ve yoga gibi Budist menşeli ibadetlere benzediği anlaşılmıştır. Kaldıki rabıtaya son hâlini veren Halid-i Bağdadi Hindistan yolculuğu sonrasında rabıtayı bu hâle sokmuştur.

Rabıtaya dair sofilerin yazdığı kitaplarda, rabıtanı Kur’an ve Sünnetten delili diye onlarca delil zikredilmiştir. Ancak zikredilen delillerin hiçbirinin rabıtayla ne lafız ne de anlam yönünden bir alakası bulunmaktadır. Ne ayetlerin mantuku ne de mefhumundan rabıtayı çıkarmak mümkündür. Zorlama ve batıni yorumlamalarla ayetler ve hadisler tefsir edilmiş ve rabıtanın meşruluğuna delil alınmıştır. (İsmailağa cemaatinin Muhmud Ustaosmanoğlu gözetiminde yayına hazırladığı Ruhu’l Furkan tefsiri Bakara 152. ayet tefsirinde 9 ayet, 14 hadisi rabıtanın delili olarak zikrederler.

Yine İsmailağa cemaatinden Cübbeli Ahmet olarak bilinen sufi ‘Tarikat-i Aliyye’de Rabıta-i Celile’ eserinde 7 temel ayet ve açıklama, Ruhların tasarruf etmesi, Rasûlullah’a salât ve selam getirmek ve onlarca hadis zikretmiştir.)

Tarikat-i Aliyye kitabında verilen sıralamaya göre rabıtaya işaret ettiği iddia edilen delillerden başlık olarak seçilenleri kitabın sıralamasına dikkat ederek veriyorum:

‘Rabıtanın Kur’an’dan delilleri:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (9/Tevbe, 119)

“…Bana yönelenin yoluna uy.” (31/Lokman, 15)

“Ey iman edenler sabredin, sabırda yarışın, ribat tutun (Allah yolunda nöbet tutun) ve Allah’tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (3/Âl-i İmran, 200)

“Ey iman edenler, Allah’tan korkup sakının ve (sizi) O’na (yaklaştıracak) vesile arayın; O’nun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (5/Maide, 35)

“Deki: eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin…” (3/Âl-i İmran, 31)

“Kuvvet ve basiret sahibi kullarımızdan İbrahim, İshak ve Yakub’u hatırla.” (38/Sad, 45)

“Onlar (O akıl sahipleri) öyle kimselerdir ki ayakta, otururken, ve yanları üzere oldukları halde Allah’ı zikrederler ve yerin göğün yaratılışı hakkında tefekkür ederler.” (3/Âl-i İmran, 191)

— Ruhların tasarruf etmesi.

— Ruhların değişik şekillere girmesi.

“Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler siz de Peygamber’e salât ve çokça selam ediniz.” (33/Ahzab, 56)

Rabıtanın Sünnet’ten delilleri:

“Allah’ın yarattıklarının şerrinden O’nun tam olan kelimelerine sığınırım.” (Müslim)

“İhsan, Allah’ı görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen O’nu göremiyorsan dahi muhakkak O seni görmektedir.” (Buhari, Müslim.)

“Allah’ın mahlukatı hakkında tefekkür edin. O’nun zatı hakkında tefekkür etmeyiniz. Siz Onu düşünmeye güç yetiremezsiniz.” (Ebu Nuaym)

“Allah’ın nimetleri hakkında düşününüz. Allah’ın zatı hakkında düşünmeyiniz.” (Beyhaki)

“Allah dostları o kimselerdir ki görüldüklerinde Allah’ı hatırlatırlar.” (Nesai)

“Nebileri anmak ibadet, salihleri anmak kefarettir.” (Deylemi)

“Ruhlar toplu hâlde ordulardır. Onlardan ezelde tanışanlar dünyada anlaşırlar. Tanışmayanlar ise zıtlaşırlar.” (Buhari, Müslim.)

“Beş şey ibadettendir: Az yemek, camilerde oturmak, Ka’beye bakmak, okumadan da olsa Mushaf’a bakmak, alimin yüzüne bakmak.” (Deylemi)

“Allah için seven kimse Muhakkak imanını kemale erdirmiştir.” (Ebu Davud)

“Bana itaat eden Muhakkak Allah’a itaat etmiştir. Beni seven de Allah’ı sevmiştir.” (Beğavi)

Sahabe-ı Kiram’ın Rabıtası:

‘…Ebu Bekr-i Siddik’da hasıl olan hâl buna şahit olarak yeter. Şöyle ki: O, ruhaniyet hasebiyle Rasûlullah’tan hiç ayrılmadığından, hatta kaza-ı hacet için bile efendimiz’den hali(boş) bir yer bulamadığından dolayı Rasûlullah’tan çok utanırdı. Bu durumu Allah Rasûlü’ne şikayet ettiğinde, Efendimiz ona ruhsat vermişti. Abdest bozarken dahi Rasûlullah’ı gayri ihtiyarı hatırlamasında bir sakınca olmadığını beyan etmişti. (Risale-i Halidiyye tercemesi) ‘ (‘Bozacının şahidi şıracı olur’ atasözünü doğrulayan bir istidlal. Allah Rasûlü’nün ashabına bir fiil nisbet ediliyor. Kaynak olarak da Hindistan yolculuğu dönüşünde rabıtayı bir şirk ayinine çeviren Halid-i Bağdadi’nin kitabı gösterilmiş.)

Bu delillerden herhangi birinin sabit bir oturuş, karanlık ve sessiz bir ortam oluşturma, nefesi kontrol altına alma ve şeyhin suretini hayal etmeyle uzaktan ya da yakından alakası var mıdır? Günlük vird hâline getirilmiş ve adapları arasında ‘Nerede olursa olsun rabıtayı kesmemelidir.’ maddesi var olan bir eylemin delil olarak gösterilen naslarla hiçbir ilgisinin bulunmaması dahi rabıtayla sufilerin nasıl şartlandırıldığına ve hiç sorgulamadan, sebep sonuç ilişkisine bakmaksızın söylenenlere teslim olduklarını göstermektedir.

Naslara yapılan zorlama yorumlar ve netice olarak ‘Rabıtaya işaret vardır.’ bölümleri ise Tefsir usulunde ‘Nassın ma’na yönünden tahrifi’ ya da ‘Rabıta bağlamında batıni tefsir’e örnek gösterilecek cinstendir. Örneğin; tüm sufilerin ortak delillerinden olan Tevbe suresi 119 ayet şu zorlama yorumlarla rabıtanın delili sayılmıştır:

‘…Bu ayeti kerimede mü’minlere hitap edildiği açıktır. Bu da göstermektedir ki ‘Sıdk’ sıfatı, imandan daha hususi (özel) bir manaya sahiptir. Çünkü iman edenlere ‘sadıklarla’ beraber olunması emredilmiştir. Yani sıdk mertebesinde bulunan herkes mü’mindir, ancak her mü’min sıdk mertebesinde değildir. Bu ayette emir buyrulan ‘beraberlik’ iki şekilde olur:

1. Cismani Beraberlik: Bu türlü beraberlik, sadıkların meclisine bizzat devam ederek, onlardan ilim, fazilet ve feyz almakla olur. Kişi sadıklarla beraber olmak için, onların meclislerine devam eder, söylediklerini dinler, hâl ve tavırlarını örnek alır. Bundan dolayıdır ki Ashab-ı kiram Rasûlullah’ın etrafında pervane olur, sürekli onunla beraber bulunmaya gayret ederlerdi. Uzak beldelerde bulunanlar da fırsat buldukça ve yol emniyetini temin ettikçe, her taraftan Alemlerin Efendisi’ni ziyarete gelirlerdi.

2. Ruhani Beraberlik: Eğer kişi, ayeti kerimede ‘Sadıklarla beraber olun’ emri olduğu hâlde sadıklardan cismani olarak ayrı bulunuyorsa ne yapacaktır? İşte bu durumda da onların gidişatlarına uyacak, yaptıklarını yapıp, yapmadıklarını terk edecek, onların hâl, tavır, davranış ve sözlerini onların gıyabında hayalinde canlandıracak ve onların hâli ile hâllenecektir. Ehlulallah’ın meclisinde bizzat bulunmak, kişiye fayda sağladığı gibi, gıyaben şahıslarını ve hâllerini düşünmek de fayda verir. Çünkü bir kişi hayalinde, dimağında (beyninde) ve kalbinde neyi tasavvur ederse, fiillerinde de o tezahür eder (açığa çıkar) rabıta da bundan ibarettir.’ (Tarikat-i Aliyye’de Rabıta-i Celiyye 95-96.)

Bu ilginç istidlal metoduna şu sorular yöneltilebilir:

1. Bu ayeti 1400 yıldır tefsir eden sahabe, tabiin, müfessirler ve sonradan gelen alimlerden ayeti böyle anlayan veya ruhani beraberlik adı altında böyle bir tapınma biçimi iddia eden kimse olmuş mudur?

Cevap kesinlikle hayırdır. Çünkü ayetten bunu anlamış ve Nakşilik’teki rabıtaya yormuş tek bir kişi dahi olsaydı Sufiler bu nakle dört elle yapışır ve altın harflerle baskıya sunarlardı. Örneğin; Tarikat-i Aliyye kitabının müellifi tamamı sufi meşreb kişilerin görüşlerini ayete açıklama olarak vermiştir. Onlar dahi Nakşi rabıtasına tek kelimeyle işaret etmemiş, salihlerle beraber olmanın faydalarından bahsetmişlerdir.

2. Bu ayetten anlaşılan böyle bir hayır olmuş olsa ve ümmetin salihlerden olmasına katkı sağlasa neden Allah Rasûlü

sallallahu aleyhi ve sellem

bunu ümmetine öğretmedi? Bir rabıtanın yüzlerce yıllık ibadetten daha faydalı olduğuna inanan Nakşiler’e bu konuda torpil mi yaptı?

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şu sözün sahibi değil midir:

“Sizi cennete yaklaştıracak tüm amelleri size gösterdim. Sizi ateşten uzaklaştıracak tüm amelleri size yasakladım.” (Musannef, İbni Ebi Şeybe, 7/97)

“Sizi, gecesi dahi gündüz gibi olan apaçık bir yol üzere bıraktım. Benden sonra ancak helak olacak olan o yoldan sapar.” (İbni Mace, 43)

İnsanı en kısa yoldan Allah’a ve cennete ulaştırdığı inanılan rabıtayı neden ümmetine öğretmedi? Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem rabıtayı bilmiyordu yada biliyordu da tüm ümmet arasından bu hayra Nakşileri mi layık gördü?

3. Bu ayetin bağlamı nedir? Bu bağlam içinde sadıklardan kast edilen nedir?

Tebuk gazvesinden geri kalanlara bir uyarı mahiyetinde inen ve ümmeti mücadele ve cihad insanlarıyla beraber olmaya teşvik eden bu ayetin Sufilerin insanları uyuşturma ve dünyadan el etek çekip nefsini ıslahla meşgul olma projesine hizmet etmesi dikkat çekmesi gereken bir husus değil midir?

Yine Allah’a aracılar atamaya ve rabıtaya delil olarak kullanılan Maide suresi 35. ayetin de cihad için indirilmiş olması ve Allah ve Rasûlü’ne savaş açanların cezalandırılmaları gerektiği bağlamında zikredilmesi rastlantı mıdır? ‘Allah’a vesile arayın ve onun yolunda cihad edin’ diyerek aslında vesilenin ne olduğuna dair açıkça vurgu yapılmasına rağmen, vesileyi batıni yorumlara tabi tutup rabıtaya delil yapmak ne kadar mantıklıdır?

İslam’ın mücadele ve cihad ruhunu pekiştirmeye dönük ayetlerini içe kapanmaya ve bireysel ıslaha delil almak, rabıta gibi Budist öğretilerden esinlenerek geliştirilmiş bir psikolojik şartlandırma ritüeline kullanmak insafla ne denli uyuşmaktadır?

4. Tevbe suresi 119. ve Maide suresi 35. ayetlerin ikisi de

‘Allah’tan korkun’

şeklinde başlamasına rağmen, bu kısmı atlayıp sadıklarla beraber olmayı ve vesile aramaya işaret eden yere yoğunlaşmak yanlış değil midir?

Allah’tan korkmak; din adına konuşurken dikkatli olmayı, dinden olmayan bir şeyi dine nispet etmekten şiddetle sakınmayı, insanları şeyhlere değil Allah’a davet etmeyi ve Allah’ın dünya ve ahiret saadeti olsun diye indirdiği nasları hiç alakası olmayan yerlere çekip Allah adına insanları aldatmaktan sakınmayı gerektirmez mi?

Rabıtaya delil olarak sunulan ve rabıtayla ne lafız ne de anlam yönünden hiçbir ilgisi olmayan tüm naslar için aynı şeyleri söylemek mümkündür. Rabıtacılar Kur’an ve Sünnet’in işaret etmesiyle rabıtaya yönelmemiş, şeyhlerinin icad ettiği bir ritüeli Kur’an ve Sünnet’e uyarlamaya çalışmışlardır. İmam Şatıbi bu tür insanlar için şunları söyler:

‘Bil ki: Hükümlere delalet etmesi için delillere yaklaşım şekli iki türlü olmaktadır:

a. (Tarafsız yaklaşım): Delile, duyulan ihtiyaçtan dolayı ve içermiş olduğu hükme ulaşmak için başvurulması. Bu durumda farazi olarak düşünülen olay o delile arz edilecek ve delilin gerektirdiği hükme uygun olarak varlık âlemine çıkması sağlanacaktır…

b. (Önyargılı, kasıtlı yaklaşım): Meydana gelen olayda gözettiği garazının/amacının sıhhatine destek aramak için delillerin kullanılması. Bu tavrı gösterenler, Şâri’in kastını dikkate almaksızın, delilin gözettikleri amaca uygunluğundan hareket ederler. Bunların delilleri sevk etmekten/öne sürmekten maksatları garazlarına mesnet aramaktır. Bu yaklaşım, kalplerinde eğrilik bulunan kimselerin, delillerden hüküm çıkarış biçimi olmaktadır.

Bu husus şu ayette gayet açık olarak ifadesini bulmaktadır: ‘Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların çeşitli anlamlı olanlarına (müteşâbihata) uyarlar’ Bu tür insanların maksatları delillerden hüküm çıkarmak değildir; aksine onların amaçları arzu ve heveslerinin peşine düşerek zırva tevillerle fitne ve fesat çıkarmaktır. Çünkü bunların yaklaşımında önce düşünce belirlenmekte; daha sonra ise bu sapık görüşü destekleyici deliller aranmaktadır. Böylece asıl olan deliller, tâbi durumuna düşmektedir. İlimde derinleşmiş kimselere (rusûh erbabı) gelince; bunların, hükümlerin delilleri üzerine takdim edecekleri arzu ve hevesleri yoktur. Bu yüzden de onlar ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır…’ derler ve: ‘Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra, kalplerimizi eğriltme’ şeklinde dua ederek bu tür sapıkların davranışından kendilerinin korunması için Allah’a sığınırlar. Birinci yaklaşım sahipleri, delilleri arzu ve heveslerine hâkim kılmaktadırlar; şeriatın esası da bu olmaktadır. Çünkü şeriatın geliş amacı sadece, kulları arzu ve heveslerine köle olmaktan kurtarmak ve böylece sırf Allah’a kul olmalarını temin etmektir. İkinci yaklaşım sahipleri ise, arzu ve heveslerini deliller üzerinde hâkim kılmakta ve bunun sonucunda deliller, garazlarına tâbi duruma düşmektedir. Bu mânâ Makâsıd bölümünde açıklanmıştı. Ayrıca Allah’ın izniyle tamamlayıcı mahiyette olmak üzere İctihâd bahsinde konuya tekrar temas edilecektir.’ (El-Muvafakat, 3/290, Mehmet Erdoğan tercümesiyle.)

Kalbinde eğrilik olanlar Kitabın muhkem/açık/anlaşılır naslarına bakmazlar. Konuyla alakası olmayan, anlamı kapalı, birden fazla anlama gelebilecek olan müteşabih nasların etrafında dönerler. Tarih boyunca insanların Allah’la subhanehu ve teâlâ aldatılması ve sırat-ı müstakimden sapması bu şekilde olmuştur.

“Sana Kitabı indiren O’dur. O’ndan, Kitabın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem’dir; diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: “Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır” derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşünmez.” (3/Âl-i İmran, 7)

Rabıta Bir İbadet Midir?

Kur’an’dan ve Sünnetten onlarca delili olduğuna inandıkları, icra ediliş adabını namazdan daha katı kural ve disiplinlere bağladıkları rabıtanın ne olduğu sorusuna şu cevapları vermişlerdir:

‘Rabıta; namaz, oruç, hac gibi dinimizin şeklini ve sınırlarını belirlediği bir ibadet değildir. Rabıta insan terbiyesinde kullanılan bir metoddur…’ (Nefis Terbiyesinde Rabıta, sfy; 191.)

‘Rabıta, feyizli bir ortamı ya da insanı hayalen canlı tutarak, hayalen hemhal olarak o hâl ve kişinin nurundan ya da o yerin feyzinden, nurundan istifade etmektir. Yoksa bir insana, mekana veya mabuda ibadet etmek değildir. Tekraren ve özellikle belirtiyorum: Rabıta, hayalen canlandırma ve hemhal olma neticesinde feyizlenme ve nurlanmadır….’ (Prof. Orhan Çeker, Rabıta Caiz Midir?, Burhan Dergisi, 127. Sayı.)

Bir ibadet olmadığını söyledikleri Rabıta’nın önemi hakkında öyle sözler sarf ederler ki iki yaklaşımın arasını bağdaştırmak mümkün değildir:

‘Elli dört farzdan biridir rabıta,

Ehl-i aşkın rehberidir rabıta;

Hubb-i fillâh’tır bu yolda rabıta,

Bir muhabbettir gönülde rabıta’ (Mustafa Fevzi, İsbâtu’l Mesâlik fi Râbitati’s Sâlik, syf. 19.Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik kitabından naklen.)

‘…Kainatı yaratan Rabbimizle iritibat kurmanın tek yolu Rabıta…’ (https://www.youtube.com/watch?v=rcjbVh7G2-k Cübbeli Ahmet Hoca – Rabıta ve Gerçek Zikir sohbeti.)

‘Ne diyor İsmet babamız: Bir insan Rabıta yapmadan da Allah’a kavuşabilir ama dört yüz sene ömrü olması lazım, sırf ibadet yapması lazım. Dört yüz sene ibadetle bir umut vermiş. İsmail Hakkı Bursevi ve bazı alimler. Hangimizin dört yüz yıl ömrü var ibadetle geçirecek?’ (Aynı sohbet içinde.)

‘Kavuşturucu yollar içinde rabıtadan daha çabuk kavuşturanı yoktur. Hangi talihli kimseye bu ni’meti ihsan ederler? Hâce-i Ahrâr ‘kaddesallahü teâlâ sirreh’ hazretleri (Fıkarât) risâlesinde buyuruyor ki: Fârisî mısra’ tercümesi:

Önderin görüntüsü, Hakkın zikrinden daha faidelidir!

Ya’nî rehberin hayâli, talebesine (kalbin tasfiyesinde) zikr etmesinden daha çok faide verir. Çünki başlangıçta, talibin Hak teâlâ ile tam yakınlığı yoktur. Bunun için zikretmekle, çok faidelenemez. Önceniz, sonranız selamette olsun!’ (Mektubat-ı Rabbani, 187. Mektup.)

‘Rabıta, nefse karşı en büyük ilaçtır. Rabıta kuvvetlendikçe insan, nefsin hile ve azgınlıklarından kurtulur. Rabıtaya devam ediniz’ (Muzaffer Taşyürek, Hatme-i Hacegan Sultanları, 242.)

Rabıta ibadet değildir ama;

■ Farzdır.

■ Zikirden daha faziletlidir.

■ Dört yüz yıllık ibadetten daha tesirlidir.

■ Allah’la irtibat kurmanın tek yoludur.

■ Nefse karşı en etkili ilaçtır.

Hakkı’ın ölçüsü, içinde çelişki olmaması ve tüm yönlerden uyum arz etmesidir. Batılın özelliğiyse öğretilerinin çelişik olması ve bütünleştirilmesinin mümkün olmamasıdır. Rabıta, hak olan vahye dayanmadığından içinde bunca çelişkiyi barındırması normaldir.

Tasavvuf erbabının yanıldığı konulardan biri nefis terbiyesinde kullanılan metotların birebir sünnete uygun olmasının zorunluluğudur. Çünkü Rasûllulah’ın vazifelerinden biri insanları arındırmak, onları manevi olarak yükseltmek, ihsan mertebesine ulaştırmaktır.

“Öyle ki size, kendinizden, size ayetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitap ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek bir elçi gönderdik.” (2/Bakara, 151.)

Acaba Allah Rasûlü’nün kullandığı metotlar yetmiyor mu ki manevi terakki ve arınma için başka dinlerden esinlenerek yeni metotlar geliştiriliyor? Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem gönderildiğinde insanları manevi yönden terbiye ettiğini iddia eden bir çok öğreti vardı. Bunların vahiy kaynaklı olmaması nedeniyle Allah Rasûlü bunlardan yüz çevirdi ve inen ayetler doğrultusunda ashabını terbiye etti. Ashabından farklı metotlara özenenleriyse sert bir dille uyardı. Getirdiği dinin tüm hayırları kapsadığını ve fıtrata uygun olduğunu onlara hatırlatarak bu tarz mistik eğilimlere müsade etmedi. (Peygamberimizin nâfile ibadetlerini öğrenmek üzere, sahabeden üç kişilik bir grup, Peygamber hanımlarının evlerine geldiler. Kendilerine Efendimiz’in ibadetleri bildirilince, onlar bunu azımsadılar ve:

— Allah’ın Rasûlü nerede biz neredeyiz? Onun geçmişteki ve gelecekteki günahları bağışlanmıştır, dediler. İçlerinden biri:

— Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım, dedi. Bir diğeri:

— Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım ve oruçsuz gün geçirmeyeceğim, dedi. Üçüncü sahâbî de:

— Ben de sağ olduğum sürece kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim, diye söz verdi. Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi:

— “Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum! Allah’a yemin ederim ki, ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum. Gece hem namaz kılıyor, hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir.”)

Mutasavvıfların bu Nebevi uyarıya kulak verip Allah’tan sakınmaları ve iyi niyetle uyguladıkları bu yöntemlerin kendilerine fayda sağlamayacağını bilmeleri gerekir.

“Onun emrine muhalefet edenler kendilerine bir fitne ve elim verici azabın isabet etmesinden sakınsınlar.”

Allah’ım bizlere hakkı hak olarak göster ve hakka ittibaya muvaffak kıl. Batılı batıl olarak göster ve ondan sakınmayı ihsan eyle.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver