Tasavvuf ve Ahlak Tasavvuru  

Allah’ın adıyla…

İnsanı yoktan var eden, doğru yolu gösteren, güzel ahlakı tamamlasın diye peygamber gönderen Allah’a subhanehu ve teâla hamd olsun.

Salât ve selam, Rabb’inin ‘şüphesiz sen güzel bir ahlak üzeresin’ diyerek övdüğü, dualarında ‘Allah’ım yaratılışımı güzel kıldın, ahlakımı da güzel kıl’ diyerek Rabb’ine teveccüh eden Nebi’ye olsun.

‘Tasavvuf nedir?’ sorusuna verilen en yaygın cevabın ahlaki değerlerle ilgili olduğunu biliyoruz. Özellikle ilimle iştigal etmeyen insanların çoğu tasavvufu ahlakı güzelleştiren, kötü ahlaklardan arındıran bir müessese olarak biliyor.

Teorik olarak ahlaki değerlere sıkça vurgu yapan tasavvuf erbabının hakikati de böyle midir? Menkıbelerde insanüstü özelliklerde sabır, güler yüz, merhamet, insanlara iyilik yapma ahlakıyla donanmış insanlar olarak anlatılan şeyh, derviş ve müridlerin gerçek hayatta bu ahlaktan nasibi var mıdır?

Tasavvuf kitapları incelendiğinde bu beklentiye olumlu bir cevap alınmadığını söylemeliyiz.

Zikredeceğimiz örnekler tanınmayan, meçhul şahsiyetlerin anlattığı olaylar değildir. Tasavvuf erbabının büyük zatlar olarak kabul edip, yazdırıldığını düşündüğü kutsal (!) kitaplarda öyle ahlak dışı şeyler vardır ki, kahve ortamında dahi anlatılması mümkün değildir.

Sözü tasavvufu ahlak olarak tanımlayan mutasavvıflara bırakalım:

Müridlerinden kadın ve şarap isteyen şeyhler, kendi hanımlarını şeyhe sunan müridler:

‘Tarikat alamayan İbrahim Ethem, memleketine döner. Üzerinde kul hakkı varsa hepsini sahiplerine iade eder. Padişahı, saltanatı terk ederek tekrar şeyhinin huzuruna varır. Tarikat alıp, tevbe ederek yüzünü Allah’a çevirir, amel etmeye başlar. On-on beş sene emek vererek amel eder. Bir gün şeyhi, İbrahim Ethem’i çağırır. ‘Benim canım şarap istiyor. Falan çarşıda, falan dükkanda vardır. Git, bana al getir’ der. İbrahim Ethem hiç kalbini bozmadan, itikadını zedelemeden hemen kalkıp söylenen dükkana gider. Şarabı alır getirir, şeyhine arz eder. Şeyhi ‘istemiyorum artık, canım istemiyor’ diyerek şarabı reddeder.

İbrahim Ethem için imtihan devresi başlamıştır artık. Şeyh onu tecrübelerinden geçirmektedir.

Aradan bir müddet geçer, Şeyhi onu tekrar çağırarak, ‘canım güzel bir kadın istiyor’ der. İbrahim Ethem ‘Peki kurban’ diyerek huzurundan çıkar. Düşünmeye başlar, ‘Şeyhimin emrini acaba nasıl yerine getireceğim’ diye. ‘Eskiden olsaydı padişahlık zamanında etrafımda birçok güzel kadın vardı. Fakat şimdi ne yaparım? Şeyhimin arzusunu nasıl yerine getireceğim?’ diye düşüne düşüne eve varır. Eve girer, karısına ‘Hanım kalk, en iyi elbiselerini giyin. Ziynetini tak, beraberce şeyhimin yanına gideceğiz’ der. Hanımı hazırlanır, beraberce çıkarlar. Şeyhinin huzuruna vararak ‘Efendim, emriniz üzere getirdim’ der. Şeyhi ‘Neyi getirdin?’ diye sorunca: ‘Siz benden genç ve güzel bir kadın istememiş miydiniz? Kendi hanımımdan daha güzelini bulma imkanım olmadığından onu getirdim’ diye durumu arz eder.

Şeyhi İbrahim Ethem’in hanımını hemen geri gönderir. Yapmış olduğu bu tecrübeyi kâfi görür. İtikadını, teslimiyetini tam olarak ölçen şeyh, hemen İbrahim Ethem’e halifelik verir. İbrahim Ethem zamanın en büyük evliyası olur.’ (Sohbetler-Seyyid Abdul Hakim el-Huseyni s.126)

Yine ariflerin sultanı Arif Çelebi, Sultan Veled’den rivayet etti: ‘Bir gün Mevlana Şemseddin, denemek ve hazetmek amacıyla güzel bir sevgili istedi. Babam da güzellik ve olgunlukla zamanın en güzel kadını ve ikinci Sara’sı, iffet ve ismette zamanın Meryem’i sayılan karısı Kira Hatun’u elinden tutup götürdü.

‘O benim kız kardeşimdir, bu olmaz. Bana hizmet edecek güzel bir erkek çocuk getir’ diye buyurdu Şems.

Babam hemen güzellikte Yusufların Yusuf’u olan Sultan Veled’i peşkeş çekerek ‘Umarım sizin hizmetinize ve ayakkabılarınızı çevirmeye değer bir kul olur’ dedi.

Bunun üzerine Şems de ‘O kalbimi bağlayan oğlumdur. Şimdi şarap olsaydı su yerine onu içerdim. Ben onsuz yapamam’ deyince, babam hemen kalkıp gitti. Ve Yahudi mahallesinden bir testi şarap doldurup getirdi, önüne koydu.

Bunun üzerine Şems’in bir feryat koparıp elbiselerini yırttığını ve babamın ayaklarına kapandığını gördüm.’ (Ariflerin Menkıbeleri s.474)

Mevlana ve İbrahim Ethem böylece sınavı geçmiş oluyorlar. Bir de bu hayâsız isteklere icabet etmediği için aşağılanan ve müridliğe kabul edilmeyenler var!

‘Naklolunur ki, Şems, Şeyh Evhededdin Kirmani’yi (Tanrı’nın rahmeti onun üzerine olsun) orada buldu ve ‘Ne ile meşgulsün?’ diye sordu. ‘Ay’ı leğendeki suda görüyorum’ diye buyurdu o da. ‘Boynunda çıban yoksa, niçin başını kaldırıp onu gökte görmüyorsun? Kendini tedavi ettirmek için bir doktor bul. Böylece neye bakarsan gerçekten bakılmaya değer olanı onda görürsün’ dedi Şems. ‘Tam bir arzu ile bugünden itibaren senin kulluğunda bulunmak istiyorum’ dedi bunun üzerine Evhededdin. ‘Sen benim arkadaşlığıma tahammül edemezsin’ dedi Şems; ama ‘Beni kulluğuna ve arkadaşlığına kabul et’ diye ısrar etti Evhededdin. ‘Bağdat pazarının tam ortasında herkesin gözü önünde benimle birlikte nebiz (hurma şarabı) içmek koşuluyla kabul ederim’ diye sordu Şems. ‘Bunu yapamam’ dedi Evhededdin. ‘Benim için özel bir nebiz bulup getirir misin?’ dedi Şems. ‘Hayır, bunu da yapamam’ dedi Evhededdin. ‘Ben içerken, benimle arkadaşlık edebilir misin?’ diye sordu Şems. ‘Edemem’ dedi Evhededdin. ‘Erlerin huzurundan ırak ol’ diye bunun üzerine bağırdı ona Şems. Ve ‘Ben sana benimle arkadaşlık etmeye sabredemezsin demedim mi?’ (Kehf, 18/72) ayetini okuyup şöyle dedi: ‘Sen bunu yapacak adam değilsin, çünkü sende bu güç yok. Tanrı’nın sana bu gücü vermediğine ve hasların gücüne sahip olmadığına sevin. O hâlde benimle arkadaşlık senin işin değildir. Bana arkadaş olamazsın. Bütün müridlerini ve dünyanın bütün namus ve şerefini bir kadeh şaraba satmalısın. Bu (aşk) meydanı erlerin ve bilenlerin işidir ve şunu da bil ki ben mürid değil, şeyh istiyorum. Hem de rastgele bir şeyh değil, gerçeği arayan olgun bir şeyh.’ (Ariflerin Menkıbeleri s.470-471)

‘Âsem vefat ettiği zaman, cenaze namazını Ahmed bin Atail-Arabi kıldırdı. O, Mekke ile Medine’nin arasında bulunan bir köydendir. Öyle mübarek ve ulu bir zattır ki, Allahu teala onun aziz varlığıyla zamanımızı müşerref kılmıştır. İmaduddin Abdulvehhab el-Barisini (kuddise sırruh). Bu zatın doğduğu yer olan Barisin Kazurn köylerinden Ebher’e yakın bir köydür. Allahu teala onu Abdullah eş-Şami (ks) hazretleri vefat ettikten sonra yedi yüz on senesinde ululuk mertebesinin tahtına oturttu. Şimdi o yetmiş altı yaşındadır. O, Peygamber’den sallallahu aleyhi ve sellem bu zamana gelinceye kadar gelip geçen uluların on dokuzuncusudur. Bu zatların hâli kullukta bizim gibidir. Yerler, içerler, hasta ve tedavi olurlar. Bunlar Abdal tabakasına girmeden önce nikahlanırlar. Çocukları, malları, mülkleri olur. Fakat Abdal tabakasına girdikten sonra o işi terk etmişlerdir. Artık ona bir daha geri dönemezler. Zevceleri ile sohbetten ve çocuklarından ayrılırlar. Bir daha tekrar zevceleri ve çocukları ile sohbet edemezler ki, bu onların malumu olsun. Onlar sünnete riayet etmede, nikah hususunda mübalağa ederler. Hatta öyle ki, bir yabancı kimse evlerine geldiği zaman, bir gün veya bir hafta kalsın ve o hanımı ile nikahlanarak onun hakkını versin isterlerdi. Daha sonra o adam o kadını bıraksın ve kadın da onun kim olduğunu bilmesin.’ (Nefahatu’l Üns–Molla Cami- s.42)

Ahlak bu mudur? Bu kafa yapısına sahip olanlar mı insanlara İslam ahlakını öğretecektir?

Sa’d ibni Ubade zina yapan kadın ve erkek için dört şahit getirilmesini duyunca:

Vallahi hanımımın yanında bir adam görürsem, onu kılıcımın keskin yeriyle öldürürüm. Bu söz Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem ulaşınca ‘Siz Sa’d’ın kıskançlığına şaşırıyor musunuz? Vallahi ben ondan daha kıskancım, Allah ise benden daha kıskançtır. Allah kıskançlığından ötürü açık ve kapalı fuhşiyatı haram kılmıştır…’ ” (Buhari, 7416; Müslim, 1499)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Cennette bir saray gördüm. Bu kimin, dedim. Ömer bin Hattab’ın dediler. Ona girmek istedim. Fakat senin kıskançlığını bildiğimden girmedim. Ömer radıyallahu anh şöyle dedi: Anam, babam sana feda olsun, seni kıskanır mıyım?” (Buhari, 5226; Müslim, 2394)

Sehl ibn Sa’d anlatıyor:

“Adamın biri Allah Rasûlü’nün evlerinin içine bakıyordu. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem bir demir parçasıyla saçını kaşıyordu. Adama: Evime baktığını kesin bilsem bunu gözüne sokardım. İzin, görmeden dolayı meşru kılınmıştır.” (Buhari, 5924; Müslim, 2156)

Bu örneklerde Allah Rasûlü’nün ve ashabının ahlakını görüyoruz. Yukarıda ise İslam’ın ahlak boyutunu temsil ettiğini söyleyen mutasavvıfları…

Bu iki zıt tablonun biri İslam; diğeri ise şeytanın aldatmacası olan, karanlık odalarda, uzun açlıklar sonrası, şeytani vesveselerin vahiy zannedilerek uydurulduğu bir dindir.

Akide esasları birbirine zıt olan bu iki dinin doğal olarak ahlak anlayışları da zıttır.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu ahlaka sahip olanlar için şöyle demiştir:

“Deyyus cennete giremez.”

Kıskanç olan Rabb’in cennetine, kıskanç olmayan deyyusların girmemesi adaletin ta kendisi olsa gerektir.

Tasavvuf ve Oğlancılık

Eminim ki başlığı gören çoğu insan şaşırmıştır. Dinin ahlaki boyutunu temsil iddiasında olan tasavvufta Lut kavmini helaka götüren ahlaksızlık da mı vardı?

Feridüddin Attar’ın ‘İlâhînâme’ kitabından beyitlere bakalım:

Çavuşun Aşık olduğu Şehzade

‘Ay parçası gibi bir şehzade vardı

Güneş onu kıskanmış avere olmuştu

Dudaklar hem bal hem şekerdi

Bunların her biri o ikisinden daha hoştu

Kim onun yüzünü görecek olsa

Canını peşkeş olarak sunardı ona

Bir çavuş o ay yüzlüye aşık oldu

Gönlü allak bullak, aklı gümrah oldu’ (İlâhînâme, Ayrıntı Yayınları. S.74, bir kısmını buraya aldığım şiirde bir erkek olan çavuşun yine bir erkek olan şehzadeye aşkını uzunca anlatır Attar.)

Ayyüzlü Oğlanla Görüş Sahibi Derviş

‘Ay yüzlü güzel bir oğlan vardı

Misk onun saçının bir teliydi

Bir derviş onun aşkıyla zebun oldu

Gönlünün ne kadar makdi varsa, kan oldu

Sonunda dayanacak gücü kalmadı

O dünya dilberinin yanına gitti

Dedi: Derdimin dermanı yoktur

Sensiz yaşamamın imkanı yoktur’ (A.g.e s.96, şiirin bir kısmı verilmiştir)

Attar kitabında Sultan Mahmud ile yine bir erkek olan Ayaz’ın aşkına dair hayli şeyler anlatır:

‘Birine emir verdi; selvi boylusunu

Baştan ayağa kemende geçirtti

O yasemin göğüslüydü bağlatsa da

Yüz canla ona bağlanıyordu gizlice’ (A.g.e s.110)

Sultan Mahmud ile Ayaz Hamamda

‘Bir gün gümüş bedenli Ayaz

Canlar yakınca yalnız gitti hamama

Bir dostu muzaffer Mahmud’a dedi:

Sevdiğin bugün hamama gitti

Yüce şah hallenmiş adam gibi

Tek başına hemen hamama gitti

Şah baştan ayağa onun güzelliğini gördü

Canını onun her bir yerine vakfetmiş buldu’ (A.g.e s.147. Sonrasında Mahmud’un kendi gibi bir erkek olan Ayaz’ın vucuduna hayranlığı anlatan beyitler devam eder.)

Benzer sapkınlıklar için Güzel Oğlan ve Perişan Aşık (A.g.e s.115), Ölüm Hâlindeki Sultan Mahmud ile Ayaz (A.g.e s.116), Ayaz Onun Göz Ağrısı (A.g.e s.249) bölümlerine bakılabilir

Kalpleri ve gözleri kararmış, vahyin aydınlığından yüz çevirmeleri sebebiyle şeytanın Allah ile aldattıkları, bu beyitleri ve tasavvuf kitaplarında yer alan aynı içerikteki hikayeleri tevil ede dursun! Allah’a olan aşklarını(!) oğlancılık üzerinden anlatan sözde tassavvuf büyüklerine methiyeler düzsün! Kendilerinin çocuklarına ya da hanımlarına olan fıtri sevgileri iki erkeğin üzerinden anlatılacak olsa asla kabul etmeyecek olanlar; söz konusu Allah olunca ‘bu büyüklerin vardır bir bildiği’ desin. Müşrikler de öyle değil miydi? Kız çocuktan utanır, diri diri gömerlerdi. Ama onların Allah’ın kızları olduğunu söylerlerdi. Kendi nefsine yakıştırmadığını Allah’a subhanehu ve teâla yakıştırmak müşriklerin değişmez ahlakıdır.

Sapık Şeyhler

Şeyhu’l-Ekber’lerinden başlayalım: Şeyhinin kendine haram olan kızını nasıl da dikkatle izlediği -ki halk arasında röntgencilik deniyor- ve izlenimlerini paylaştığını okuyalım:

‘Allah kendisinden razı olsun bu şeyhin bekar bir kızı vardı. Boylu, poslu, genç ve güzel bir kızdı. Onu görenler hemen ona vurulurdu. Bulunduğu ortamı bir çiçek gibi süslerdi. Çevresinde bulunanları sevindirirdi. Kendisine bakanı hayran bırakırdı. Eğer nefisleri çabucak ve kolayca kötülüğe kayan ve zayıf, hasta ruhlu, bozuk, kötü düşünceli, namus duygusu körelmiş insanlar mevcut olmasaydı, Allah’ın yaratılış sırasında ona bağışladığı ruhi ve fiziki güzellikleri, ahlak ve huy güzelliklerini bir bir anlatırdım…’

Buradan sonra o bayanın güzelliğini anlatmaya başlar. Onu yıldıza, semaya, çiçeğe benzetir, sonra da:

‘Ona layık ifadelerle gazeller yazdık. Fakat yine de onun sevgisinin büyüklüğüyle, söylediği o kadim sözlerle, iç dünyasının zenginliğiyle, iffetinin temizliğiyle ilgili olarak gönlümden geçenlerin ve ona duyduğum sevgi, ilgi ve duyguların hepsini anlatamadım. Çünkü o benim tek dileğim ve biricik özlemimdi.’ (Tercümanu’l-Eşvak, İz Yayınları s. 77)

Kendisi çok namusludur İbni Arabi’nin! Kendisine helal olmayan bir bayanı en ince detayına kadar süzmüş, ona gazeller yazacak kadar ileri gitmiş, lakin namus duygusu körelmiş, zayıf nefislilerden korktuğu için izlenim ve duygularını rahat paylaşamamış!

İbni Arabi kendine helal olmayan bekar bir kadına bakıp, onu tasvir etmiş. Bir de başkasının hanımlarını en ince detaylarına kadar bilen, gerdek gecesinde gelin ve damadın yanında yer alan, eşiyle birlikte olduğunda onlarla aynı odada uyuyan şeyhler var.

Tabi onlar bu duruma ahlaksızlık demiyorlar. Şeyhin keşfi veya kerameti diyorlar.

‘Bir kadınla evlenmek istiyordum. Fakat hakkında hiçbir bilgim yoktu. Durumu şeyhime arzettiğimde o kadın hakkında bana öyle şeyler anlattı ki onları ancak Allah ve Allah’ın bildirdiği veli kulları bilebilirdi. Evlendiğimde cidden şeyhimin bahsettiği bütün sıfatları gördüm. Şeyhim bir ara bana: ‘Zifaf gecesi ben yanınızda olurum’ buyurdu. ‘Bunu nasıl bilebilirim?’ diye sorduğumda ‘Sana bir alamet bırakırım’ diye cevap verdi. Zifaf gecesi bir ara evlendiğim kadının burnundan fazlaca kan aktığını gördüm. Sebebini sorduğunda ‘Yanlışıkla sen burnuma vurdun da ondan’ diye cevap verdi. O zaman bu işi şeyhimin ruhaniyetinin yaptığını anladım ama sebebini idrak edemedim. Ziyaretine gittiğimde olup bitenleri kendisine anlattım. ‘Evet’ dedi. ‘Eğer kadının o gece burnundan kan akıtılmasaydı, beyin kanaması geçirip hastalanacaktı. Çünkü hem uzak bir yerden hem de soğuk bir havada gelmiş ve çok yorulmuştu.’ ‘ (el-İbriz 1/81)

‘Bir gece iki hanımım aynı odada bulunuyordu. Bu, mazeretten dolayı olmuştu. Onlardan her biri ayrı bir yatağa uzanıp yattı. Ben de başka bir yatağa uzandım. Odamızda bir dördüncü yatak daha bulunuyordu, o boş kaldı. Sonra hanımlardan biriyle yatmak istedim. Diğerinin uyuduğunu zannediyordum. Bir müddet sonra diğer hanımla yatmayı uygun buldum ve yanında yattığım diğer hanımın artık uyuduğunu sanıyordum. Geceyi böylece geçirdikten sonra Şeyhimin ziyaretine gittim. Aramızdaki mesafe uzak da olsa sık sık bu ziyaretlerimi yerine getiriyordum. Beni görünce hafif tebessüm ederek şöyle buyurdu:

– İki karıyı bir odada bir araya getirip ikisiyle cinsi yakınlıkta bulunan kimse hakkında ne dersin? Beni kastettiğini anladım ve cevap verdim:

– Efendim, bunu nasıl anladınız?

– Ya dördüncü boş yatakta kim yattı? diye sordu.

Bunun üzerine dedim ki:

– Efendim ben onların uyuduğunu zannederek öyle yaptım.

– Hayır hiçbiri uyumadı. Böyle yapman doğru değildir. Kaldı ki uyanık oldukları zaman…

– O halde bundan böyle buyurduğunuz gibi hareket edeceğim ve bu yaptığım düzensizlikten dolayı Allah’a tevbe ederim.’ (el-İbriz 1/78-79)

Fıtratı bozulmamış, şirk ve bidatle aklını örtmemiş bir insanın ‘Nasıl bildin?’ değil ‘Ne işin vardı benim yatak odamda?’ diye sorması gerekirdi oysa…

‘Bir gece hanımlarımdan biriyle başbaşa kaldım. Onunla oynaşırken utanç yerine baktım. Aradan birkaç gün geçtikten sonra şeyh hazretlerini ziyaretlerine gittiğimde, huzurunda birçok ilim adamları bulunuyordu. Onlara dönerek sordu:

– Ey din alimleri! Kadının utanç yerine bakmak hakkında ne dersiniz?

Ben hemen cevap verdim:

– Efendim, dedim. Bu konuda alimlerin dediğini aynen ben de söylerim. Halbuki şeyh hazretleri ile aramızda iki merhale gibi uzun bir mesafe bulunuyordu. Bunun üzerine sordu:

– Peki sen hiç bakar mısın?

– Hayır, dedim. Meğer ki unutmuş olayım.

– Evet, falan geceye kadar öyle. Ama o gece? Buyurunca utandım, yaptığımı hatırladım. Sonra şöyle uyarıda bulundu:

– Kabe’ye yönelip bakan yüzünü (o gibi şeylere) çevirip bakma! İnşallah.’ (el-ibriz 1/78)

‘Bir gün şeyhimiz (Allah kendisinden razı olsun) benim hanımım söz konusu olunca, onu tepeden tırnağa, gizli ve aşikar her şeyini ve bütün hususiyetlerini anlattı. O kadar ki ne fazlalık yaptı ne noksanlık. Cidden benim hanımım onun anlattığı gibiydi. Eğer ben kendimi zorlasam, hiçbir zaman karımı onun nitelediği ölçüde anlatamam. Halbuki aramızda dört günlük mesafe bulunuyordu ve hanımımı da görmüş değildi. (Şeyh hazretleri bu keşfi yapmakla Seyyid Ali Hazretlerine, karısına karşı takınacağı tavırda bir ölçü vermeyi dilemiş ve ayrıca kadının dine karşı olan ilgisini kamçılamak istemiştir.)’ (el-İbriz 1/91)

Tasavvufun Müslüman kadın algısı böyledir işte. Bedeninin gizli ayrıntılarının kendisine helal olmayan bir erkek tarafından anlatılması onun dine ilgisini kamçılıyor.

Allah’ın yarattığı hayâ fıtratına sahip bir kadının böyle bir durumda tiksinmesi, o dinden ve ehlinden teberri etmesi gerekir.

Katib Abdullah bin Ali ve kardeşi Abdurrahman anlatıyor:

‘Bir gün attarlar çarşısı damına çıkmıştık, yakın damlar üzerinde birçok kadınların bulunduğunu gördük. Onlara bakmaya başladık. Onlarla aramızda olan cinsel konular üzerine konuştuk, bazen güldük, bazen zıpladık derken vakit geçirdik. Bir müddet sonra şeyh hazretlerine döndüğümüzde, onun maruf divanvari minderinde yerlerimizi aldıktan sonra tebessüm etmeye başladı ve: ‘Keşiflerde bulunamayan şeyh ne güzeldir!’ dedikten sonra ilave etti: ‘Nerede idiniz bana doğruyu söyleyiniz, sakın yalan söylemeyiniz.’ Biz de olup bitenleri olduğu gibi kendisine anlattık. Bunun üzerine o kadınların durumunu ve dam üstünde toplanma sebeplerini, bizim onlar hakkında konuştuklarımızı, zıplayıp gördüklerimizi bir bir -oradaymış gibi- anlattı. Halbuki o sırada kendisini ziyaret için gelenlerle oturup sohbet ediyor, bizim nerede bulunduğumuzu bilmiyordu. Biz damda zıpladığımızda o sohbet ederken bir ara tebessüm etmiş, ama kimse bunun sebebini anlayamamış.’ (el-İbriz 1/96)

Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ahlakıyla, Abdulaziz el-Debbağ’ın ahlakı arasında ki farka bakalım:

“Fadl, Allah Rasûlü’nün terekesinde iken bir bayan gelip soru sormuştu. Fadl kadına bakıyor, kadında Fadl’a bakıyordu. Nebi, Fadl’ın yüzünü diğer tarafa çevirdi…” (Buhari, 1513; Müslim, 1334)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ashabının kendilerine helal olmayan bir kadına baktıklarını görünce, eliyle onların çenesinden tutup bu münkere engel oluyordu.

Bu davranışıyla Kur’an’ın erkeğin ve kadının iffetiyle ilgili indirdiği bakış ayetlerini tefsir ediyordu.

“Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu davranış onlar için daha nezihtir. Şüphe yok ki, Allah onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Görünen kısımlar müstesna, zînet (yer)lerini göstermesinler.” (24/Nur, 30-31)

İslam ahlakını temsil iddiasında olan şeyh efendi, bu münkere şahitlik ediyor, tebessüm ediyor, sonra da müridlerle paylaşıyor. Haram içinde olmalarından ziyade onlar şeyhin keramet ve keşfiyle ilgililer.

Gerçi yatak odalarında insanlarla beraber uyuyan, insanların özel hallerini gördüğü hâlde orayı terk etmeyen insanlardan bunu beklemek pek makul değil. Ancak bu yaptıklarına keramet ve keşf gibi isimler yükleyerek İslamileştirmeye çalışmalarıdır bizim itirazımız.

Günümüzde bu ahlaka sahip olan insanlar kahvelerde okey masasına oturulmaya dahi layık görülmüyorken, bu insanlara Allah dostu ve veli muamelesi yapılmasıdır itiraz ettiğimiz şey.

İnsanların çoğu lakaplarla yüceltilen bu insanların hakikatlerini bilmiyor, bilenler de atalar dinine laf gelmesin ya da oluşmuş rant sistemi zarar görmesin diye susuyor.

Bir başka düşük ahlak sahibi şeyhi müridinden dinleyin:

‘Şeyhimi ziyarete gittiğimde evinin ortalarından birinde beni yanına aldı oturduk. Sohbetimiz hayli devam etti. Uyku vakti gelince bana uyu dedi. Kendisi ayrılıp başka odaya gitti. Bende elbisemi çıkardım ve sırt üstü uzandım. Yatağımda bir elin beni gıdıkladığını hissettim, güldüm, o da güldü. Fakat odamda kimse yoktu. Gülme sesinden o elin ona ait olduğunu anladım. Şeyhimin odası alt katta bulunuyordu.’ (el-İbriz 1/79-80)

Gavs (k.s.a) bir seferinde sohbet etti, buyurdu ki: ‘Gavs-ı Hizani (k.s.a) tesbihat yaparken tebessüm etmişti. Orada kendisiyle serbest konuşabilenlerden birisi vardı. Sordu: ‘Kurban, dedi. Senin hiç böyle adetin yoktu. Tebessüm etmenin sebebi acaba ne olabilr?’ Gavs şöyle buyurdu: ‘Bir müride kadın, Botan Çayı’nda yıkanıyordu. Saçını tararken tarak saçlarına takılıp kaldı. Canı acıdı. Benden istimdat etti. İşte ben de ondan dolayı tebessüm ettim.’ ‘ (Sohbetler, Şeyh Seyyid AbdulHakim El-Huseyni, sf.73)

Sürekli tasavvufçulara sorduğumuz ve onların da cevaplayamadığı bir sorunun cevabını böylece öğrenmiş oluyoruz. Diyoruz ki: ‘Madem bu şeyhlerin olağanüstü güçleri var, müridlerini bela ve musibetten koruyabiliyorlar. Neden dünyanın doğusunda ve batısında inim inim inleyen Müslümanlara yardım edip onları kurtarmıyorlar?

Ya da onlar hakkında konuşanları çarpıp perişan edebiliyorlar da, neden Amerikan Conilerini, Rus askerlerini, Avrupalıları çarpıp hezimete uğratmıyorlar. Bu (na)mübareklerin gücü hep biz Müslümanlara mı yetiyor?’

Bir grup hayâ edip susuyor. Bir de fanatikler var. Utanıp hayâ etmek yerine yeni menkıbeler uyduruyorlar. Efendim bir gün şeyhin kapısı uzun uzun çalınmış. Huzuru risalet penahilerine giriş desturu alınamayınca endişeli bir bekleyiş başlamış. O sıra içerden gürültüler, değişik sesler gelmeye başlamış. Sonra kapı açılmış, şeyh efendi hazretleri ellerini yıkamak için dışarıya teşrif etmiş. Elleri kanlıymış. Endişe edip sormuşlar. Şeyh efendi bir çeçene zulmeden Rus kefereyi öldürdüğünü söylemiş… Filan, filan.

Hayâsını yitirmemiş olanların cevap bulamamaktan mahcubiyetleri, fanatiklerin yalanı örtmek için yeni bir yalana başvurup menkıbe uydurması bir yana, biz sorumuzun cevabını bulmuş olduk. Meğer şeyhler çok daha önemli bir işle meşgulmüş. Çayda yıkanan müridlerinin saçına tarak takılır ve canları yanarsa onların istimdadına icabet eder, o sıkıntıdan kurtarırlarmış.

İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.

Ahlak adına ortaya çıkmış, Moğol istilasında ümmeti uyutmakla meşgul Mevlanagiller cenahı da bundan farklı değildir. Hocası Şems ve Ali Hariri’yi dinleyelim:

‘Yine Sultan Veled hazretlerinden nakledilmiştir: Bir gün Mevlana Şemseddin iyi ve namuslu kadınları övüyor, onların iffet ve ismeti hakkında şöyle diyordu: ‘Bununla birlikte bir kadına arşın üstünde bir yer verseler, sonra onun bakışları birdenbire dünyanın üzerine düşse ve yeryüzünde kalkmış bir tenasül aleti görse, deli gibi kendini oradan aşağı atar ve aletin üstüne düşer; çünkü kadınların mezhebinde ondan daha yüksek bir mertebe yoktur.’ ‘ (Ariflerin Menkıbeleri s.486)

‘Şeyh Ali Hariri ayağı uğurlu, parlak kalpli, metanet sahibi biriydi. Semâ sırasında kim ona baksa hemen mürid olurdu. Giydiği hırka paramparçaydı. Bu yüzden semâ sırasında vücudunun her tarafı görünüyordu.

Halifenin oğlu da bunun menkıbelerini işittiği için semâsını görmek istedi. Semâ edenleri seyretmek için makam kapısından içeri girdiğinde şeyhin nazarı ona ilişti. O derhal mürid oldu ve elbise giydi.

Oğlunun şeyhe mürid olduğu haberi Mısır’da halifenin kulağına ulaştı. Son derece canı sıkıldı ve şeyhi öldürmek istedi. Fakat şeyhin yüzünü görür görmez ona mürid oldu.

Halifenin karısı da onu görmek istedi. Şeyhi eve davet ettiler. Hatun ilerleyip şeyhin ayaklarına kapandı ve elini öpmek istedi. Şeyh tenasül aletini kaldırarak kadının eline verdi ‘senin istediğin o değil budur’ dedi ve semâya başladı. Bunun üzerine halifenin ona olan inancı birken bin oldu.’ (Ariflerin Menkıbeleri s.487)

‘Mevlanagiller cephesinde değişen bir şey yok’ diyelim ve Yeni Türkiye oluşurken Mevlanaların, Yunusların eserlerini ihya etmeliyiz diyenlere anlatmaya devam edelim.

İslam’a müntesip her insanın, İslam’ın kebairden saydığı büyük günahlara karşı özel bir yaklaşımı vardır mutasavvıfların. Sıradan insanların kız istemeye giderken çocuklarından nefy ettikleri içki, kumar, kötü yolu övüyor, meşrulaştırıyor her zamanki şeytanlıklarıyla çok değişik kılıflarda insanlara sunuyorlar.

Kendisine Şems’in ayyaşlığı hatırlatılan Mevlana’dan dinleyelim:

‘Yine dostların olgunlarından nakledilmiştir: Bir gün kıskanç fakihler, inkar ve inatları nedeniyle Mevlana’ya ‘Şarap helal midir ya da haram mıdır?’ diye sordular. Onların amacı Şemseddin’in şerefine dokunmaktı.

Mevlana kinaye yoluyla şöyle buyurdu: ‘İçse ne çıkar, çünkü bir tulum şarabı denize dökseler deniz değişmez ve denizi bulandırmaz. Bu denizin suyu ile abdest almak ve onu içmek caizdir. Fakat küçücük bir havuzu bir damla şarap şüphesiz ki pisletir. Böylece tuzlu denize düşen her şey tuz hükmüne girer. Açık cevap şudur ki, eğer Mevlana Şemseddin şarap içiyorsa her şey ona mubahtır. Çünkü o deniz gibidir. Eğer bunu senin gibi bir kahpenin kardeşi yaparsa ona arpa ekmeği bile haramdır.’ (Ariflerin Menkıbeleri s.486)

Allah subhanehu ve teâla ise şöyle buyuruyor:

“İman edip salih ameller işleyenlere; Allah’a karşı gelmekten sakındıkları, iman ettikleri ve salih amel işledikleri, sonra Allah’a karşı gelmekten sakındıkları ve iman ettikleri, sonra yine Allah’a karşı gelmekten sakındıkları ve iyilik ettikleri takdirde, daha önce tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur. Allah iyilik edenleri sever.” (5/Maide, 93)

“Allah içki hususunda on sınıfa lanet etmiştir: İçene, sakilik yapana, satana…” (Ebu Davud, 3674; İbni Mace, 3380)

Hırsızlık ve başkasının malını izinsiz alma hususunda ise şöyle düşünürler:

Şeyhimden işittim buyurdu ki:

‘Tasavvuf sahibi bir veli elini istediği kimsenin cebine uzatıp sokar ve istediği nisbeti onun cebinden alabilir, cep sahibinin bundan hiç ama hiç haberi olmaz. Çünkü cebe uzanan el zahiri el değil, batıni eldir. Bu bakımdan farkına varılmaz.’ (el-İbriz 2/94)

Rabb’imiz ise şöyle buyuruyor:

“Yaptıklarına bir karşılık ve Allah’tan caydırıcı bir müeyyide olmak üzere hırsız erkek ile hırsız kadının ellerini kesin. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (5/Maide, 38)

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“Bir Müslümanın gönlü olmaksızın onun malından almak helal değildir.” (Ebu Davud)

Aklınıza gelebilir. Sıradan ilmihal bilgisiyle dinini yaşayan bir Müslümanın dahi haram olduğunu bildiği hırsızlığı nasıl bilmez bu insanlar?

Onlar ise bu işe hırsızlık demiyorlar, onlara göre ne kadar profesyonel hırsız olursanız o kadar keramet sahibi olmuş oluyorsunuz.

Şimdi adî bir hırsızla, velinin hırsızlığı arasındaki farkı onlardan dinleyelim:

Şeyhimden işittim, buyurdu ki:

‘Başkasının parasını cebinden almada tasarruf sahibi veli ile adî bir hırsız arasındaki fark, aradaki hicaptır. Tasarruf sahibi veli, Rabb’isini müşahede eder, başkasının parasını almak konusunda ilahi emirle hareket eder. Nitekim Kur’an’da Musa ile Hızır olayından söz edilirken, yıkılmak üzere olan duvarı doğrultan, gemiyi delen ve masum bir çocuğu boğazlayan Hızır’ın bu davranışları Musa Peygamber tarafından yadırganmıştı. Bunun üzerine Hızır ona: ‘Ben bunu kendi reyimle yapmadım (ilahi buyruk üzerine hareket ettim)’ (Kehf, 82) diye cevap vermiştir.

İşte bunun gibi, tasarruf sahibi bir veli ancak ilahi emirle hareket eder ve başkasının cebin deki parayı çeker. Kendi reyiyle hareket etmez. Onunla ilahi emir arasında perde yoktur. Hırsız ise perde arkasında kalmıştır, hareketi nefsinden yanadır.’ (El-İbriz 2/98)

Hırsızlık yapan birini yakaladınız ‘efendim ben Hızır gibi Allah’ın emriyle hareket ediyorum’ dedi. Zina yapan ve bundan gebe kalan bir iffetsiz ‘Efendim bu çocuk Meryem’e bahşedilen çocuk misalidir’ şeklinde cevap verdi.

Bu mantıkla hareket edilse İslam’ın şeriat ve ahlak yapısı temelden yıkılmış olur.

Allah Rasûlü’nden önce her peygamber sadece kendi kavmine gönderilirdi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ise tüm insanlara gönderildi.

“Bana verilen beş şey benden önce kimseye verilmedi. Peygamberler özel olarak kavimlerine gönderilirdi, ben ise tüm insanlığa gönderildim…” (Buhari, 335; Müslim, 521)

Hızır aleyhisselam Musa’nın aleyhisselam şeriatına tabi olmayan, Musa’nın kavminden olmayan bir zattı. Mustakil olarak Allah’tan vahiy alıyor ve Allah tarafından sevk ediliyordu.

Muhammed Mustafa’nın sallallahu aleyhi ve sellem şeriatı ise herkesi bağlayıcı ve kapsayıcıdır. Hızır’ı aleyhisselam kendine delil alabilmek için, müstakil vahiy aldığını ve Muhammed’den sallallahu aleyhi ve sellem bağımsız Allah tarafından yönlendirilmiş olduğunu kabul etmek gerekir. Bu da zındıklıktır.

Kötü kadınları satan ve zina evi işleten bir kadına ve çalışanlarına Mevlana’nın methiyelerini okuyalım:

‘Ne büyük pehlivanlar! Eğer siz bu yükleri sırtınızda çekmeseydiniz bu kadar nefs-i levvameyi, nefs-i emmareyi kim yenerdi? İffetli ve namuslu kadınların iffet ve namusu nasıl anlaşılırdı?’ (Ariflerin Menkıbeleri 431)

İnsanlara Moğollar karşısında su, toprak, çiçek gibi olmayı emreden Mevlana’nın günlük sorulara dahi tahammül edemeyip insanlara kahve ağzıyla küfür savurduğunu görüyoruz.

Şems’in içki içmesine itiraz eden fakihe ‘bunu senin gibi bir kahpenin kardeşi yapsa’ (A.g.e s.486) diyor.

Yine ‘Mevlana neden Mesnevi’ye Kur’an diyor’ diye itiraz edenlere, Mevlana’yı seven biri ‘Kur’an değil Kur’an’ın tefsiri’ diye savunma yapar. Mevlana bu duruma öfkelenir ve ‘Ey Köpek! Niçin Kur’an olmasın? Ey Eşek Niçin Kur’an olmasın, Ey Kahpenin kardeşi! Niçin Kur’an olmasın’ der. (A.g.e s.261)

Kumarbazlığın nasıl meşrulaştırıldığına dair bir örnek verelim:

‘Yine yakın sohbet arkadaşlarından nakledilmiştir. Mevlana, Sultan Veledi çağırıp birkaç arkadaşınla beraber Şems’i aramaya git… Cebeli sahiliyede meşhur bir han vardır. Doğruca oraya git. Orada Mevlana Şemseddin’in güzel bir Frenk çocuğuyla tavla oynadığını görürsün. Sonunda oyunu Şems kazanırsa çocuğun malını alır. Çocuk kazanırsa Şems’e bir tokat atar. Frenkin tokat attığını görürsen hata edip kızmayasın, çünkü o çocuk kutuplardandır ve kendini iyi tanımıyor.’ (A.g.e s.521) (Dipnot: Daha sonra bu Frenk Müslüman olduğunu iddia ediyor. Lakin tek bir İslami mesele öğretilmeden Frenkistanı irşada yollanıyor!)

Şems’in kumar oynuyor oluşunda bir sıkıntı yoktur. Hatta kumarbaz ve ehl-i İslam olmayan bir Frenk, veliliğin en üst makamı(!) kutuplardan da olabilir.

Müslüman kadının olmazsa olmazı olan, Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem uğruna savaş ilan ettiği örtü konusunda tasavvufta yaşanan ilginçlikler:

‘Şibli, Cüneyd’in yanına girer. Kadın örtünmeye davranır. Cüneyd eşine ‘örtünmene gerek yok, zira Şibli senin varlığının farkında değil’ dedi. Daha sonra Şibli kendine gelince, Cüneyd hanımına ‘Şimdi örtün. Zira Şibli şimdi kendine geldi’ dedi.’ (Sufi Gözüyle Kadın, Süleyman Uludağ, 102)

‘Bir defa Zunnün sahilde başı ve yüzü açık bir cariye görünce örtünmesini hatırlatmış, ağzının payını da almış: ‘Allah için sararan bu yüz örtüyü ne yapacak? Aşkın muhabbet kadehinden içtim…’ ‘ (A.g.e s.102)

‘Mevlana’ya göre kadın güzeldi ve güzelliğini saklı tutmak istemez. Onda güzelliği teşhir etme iç güdüsü vardı. Bu iç güdüye kendisi bile karşı duramaz. Ona ‘güzelliğini gizle ve örtün’ demek onda aksi tesir yapar.’ (A.g.e s.102)

Kendisi de tasavvuf meşreb olan Süleyman Uludağ kadın-erkek ilişkileri bağlamında şunları nakleder:

‘Hasan-ı Basri diyor ki: Tam yirmi dört saat Rabia ile birlikte olduk, tarikat ve hakikat üzere konuştuk. Bu süre içinde ne benim aklıma erkek olduğum, ne de onun aklına kadın olduğu geldi…’ (A.g.e s.101 Feriduddin Attar’dan naklen)

‘… Başka davetlilerin de bulunduğu yemekte sıra el yıkamaya gelince elinde ibrik bir kız içeriye girer ama Nişaburlu civanmerd ‘Kadınların erkeklerin eline su dökmesi fütüvveye sığmaz’ der. Orada bulunanlardan biri der ki: ‘Ben senelerdir bu eve gelirim. Elime su döken kadın mı erkek mi bilmem.’ ‘ (A.g.e s,103)

Allah subhanehu ve teâla ise şöyle buyuruyor:

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, bedenlerini örtecek elbiselerini giysinler. Bu onların tanınıp incitilmemelerine de daha uygundur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (33/Ahzab, 59)

Sahabe toplumunda dahi kadınların tanınmaması için örtünmeleri emrediliyorken; sofiler bırakalım tanımayı kadını görmüyorlar dahi.

“…Onlardan bir ihtiyacınızı istediğinizde perde arkasından isteyin. Bu sizin kalbiniz için de, onların kalbi için de daha temizdir.” (33/Ahzab, 53)

Bu ayette hitap müminlerin anneleri ve yeryüzünün en seçkin insanı olan sahabiler içindir. Kalplerinin temiz oluşu öne sürülerek bir arada oturun, örtünmeyin dememiş bilakis kalp temizliğinin muhafazası için örtünme ve perde gerisinden muamele edilmesi emredilmiştir.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ise şöyle buyurur:

“Bir kadınla bir erkek başbaşa kaldıklarında mutlaka üçüncüleri şeytandır.” (Tirmizi 1171. Hadis zeylinde. Mubarekfuri: Ahmed Musnedinde rivayet etmiştir.)

“Yanında mahremi olmaksızın bir kadınla bir erkek başbaşa kalmasın.” (Buhari, 1862)

Bu durumda ya Hasan ve Rabia isimli şahısları tekzip etmek ya da Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem tekzip etmek durumundayız. Elbette adına menkıbeler uydurulan ve kim olduğunu bilmediğimiz bu iki şahsı tekzip edecek, Rasûlullah’ı sallallahu aleyhi ve sellem doğrulayacağız.

Diyebiliriz ki; insanları ahlaka davet ettiğini iddia eden tasavvuf kitaplarında, mevcut olan ahlak budur. Bizler tüm mutasavvıfların böyle olduğunu iddia etmiyoruz elbette. Ancak tüm mutasavvıfların önemsediği, kutsayıp veli kabul ettiği insanların ahlaksızlıkları meclislerde okutulan, elden ele dolaşan kitaplarında mevcuttur. Bunlara cevap vermek ya da bunlar üzerine tefekkür etmek yerine bu bölümleri yeni baskılardan çıkarmakla yetiniyorlar. Asırlardır okunmuş ve okutulmuş, adına keşf ve keramet, gaybet vb. denilmiş ahlaksızlıkları yeni baskılardan çıkarsanız da bu kirli ve ahlaksız zihniyet devam ediyor. Veli olduğuna inanılan insanların her yaptığına ‘vardır bir keramet’ düşüncesiyle yaklaşılıp, onların Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem pak şeriatının dışına çıkmasına müsaade ediliyor.

Ya da ‘biz Kur’an-Sünnete uymayanı kabul etmiyoruz’ demek sorunu çözmüyor. Kur’an’a-Sünnete uymayanı attığınızda tasavvuftan geriye üç-beş sayfa bir şey kalıyor. Bu kalan da İslam’dan alınan ve bozulmamış olan şeyler.

Böyle olunca da tasavvufa değil, İslam’ın güzel ahlakını temsil eden Kur’an’a ve Sünnete dönmenin zarureti anlaşılıyor.

Son olarak tasavvuf kitaplarında anlatılan ve içinde yüce hikmetler(!) barındırdığı iddia edilen bir hikayeyi yorumsuz olarak sadece aktarmakla yetiniyorum:

‘Hz. Mevlana’nın temiz kalpli eşi Kira Hatun Hazretleri bir gün şöyle düşünmüştü: Epey zamandır Hz. Mevlana yemeyi, içmeyi ve uyumayı en aza indirdi. Durmadan oruç tutuyor, sohbetler yapıyor, coşuyor, semâ yapıyor, kendini riyazete veriyor. Bedenin ihtiyaçlarına önem vermiyor. Beni de ihmal ediyor, cinsi yakınlıkta bulunmuyor, yatağıma girmiyor. Acaba şehvetten, beşeri özelliklerden arındı da melek gibi bir varlık mı oldu?’

Kira Hatun Hazretlerinin bu duyguları Hz. Mevlana’ya malum olur. O gece eşini ziyaret edip şereflendirir. Kükremiş bir aslan gibi Kira Hatun’a çullanarak peş peşe yetmiş defa cinsi ilişkide bulunur. Kira hatun bir yolunu bulup Hz. Mevlana’nın elinden kurtulup medresenin damına koşar. Mevlana onun ardından gider ve ‘Daha tamam olmadı’ der ve ekler: ‘Hak erenler her şeyi bilirler, onlar yetersiz ve iktidarsız değillerdir. Bedenin zevklerini de bilirler. Cinsi ilişkiyi terk ettiğimiz vecd ve istiğrak halinde olmamızdandır. Sizin bu halime ilgi duyup kalıcı haz ve zevklere kavuşmanız için böyle yapıyorum, öteki dünyanızı süslemenizi istiyorum.’ (Sufi Gözüyle Kadın, s.32)

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver