Şeytanın Aldatmaları – 1

Hamd Allah’a, salât onun Rasûlüne, ailesine ve ashabının üzerine olsun.

Allah subhanehu ve teâlâ kâinattaki nizamın sağlıklı bir şekilde devam etmesi için evrendeki her şeye bir takım hayat programı yerleştirmiştir. Bu hayat programının içinde her canlıya dostlar ve düşmanlar belirlemiştir. Evet, Allah subhanehu ve teâlâ evrende yaşayan her canlıya bir düşman yaratmıştır. Düşmansız bir yaşam, hayatın gerçeğine terstir. Her ikisinin birbirine düşman olduğu şu dünyada sadece insanın yaşadığı, hayvanların olmadığı bir yaşam düşünün, evrenin düzeni bozulur. Bugün devletler bile kendi menfaatleri için başka devletleri düşman edinmiş ve tarihte düşmanı olmayan hiçbir devlet mevcut olmamıştır. Kâinatın yaratıcısı, hayvanlardan birçoğunu birbirine düşman kıldığı gibi Müslümanlara da şeytan ve yandaşlarını düşman kılmıştır. Ki Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de bu düşmanlığın hayatın başından beri var olduğunu ve kıyamet kopuncaya kadar devam edeceğini söylüyor. Allah subhanehu ve teâlâ müminin yol göstericisi olan Kuran’da şöyle buyurur:

“Ey Rabbim, senin beni saptırdığın gibi bende senin dosdoğru yoluna oturup kullarını saptıracağım. Onlara sağdan, soldan, önden ve arkadan yaklaşacağım, sonra muhlis kulların hariç sen onların birçoğunu şükreder bir halde bulmayacaksın.” (7/Araf, 16-17)

Allahu Teâlâ, başka bir ayette açık bir şekilde şeytanın düşmanlığını şöyle ilan ediyor:

“Şeytanın adımlarına tabii olmayın. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmanınızdır.” (2/Bakara, 168)

Evet, şeytan müminin en belirgin düşmanı ve düşmanlarının başıdır. Allah’ın subhanehu ve teâlâ ısrarla Kur’an’da dikkatimizi çektiği bu düşmandan ne kadar da gafiliz. Bu gafletimizden dolayı ayağımız kayıyor, helak olup gidiyoruz. Bir ömür boyu İslam mücadelesi verirken, düşmanımızı unutmamızın gereği Tebuk Gazvesi’ndeki sahabeler gibi son anlarımızda Rahman’a isyan ederek, Rahman’ın hoşuna gitmeyecek sözler söyleyerek, hem dünyamızı hem de ahretimizi helak ediyoruz. Bu, bütün olumsuzlukların sebebi, düşmanımızı unutmamız veya dikkate almamamızdır. Bizler, dünya ve dünya içindekilere vakit ayırmaktan kardeşimizin ayıplarını aramaktan, piyasadaki cemaatleri çekiştirmekten, film izlemekten, internette ‘chat’leşmekten ve gündemimizi gereksiz şeylerle belirlemekten bir türlü bizi her yerden kuşatmış olan şeytanı ve tuzaklarını fark edemiyoruz ki! İşte Allah subhanehu ve teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de bu düşmanlığı açık bir şekilde beyan etmesine rağmen ve şeytanın da bu düşmanlığını net bir şekilde ortaya koymasına rağmen, bizim bu düşmanı unutmamıza ve önemsemememize hayret ederek şöyle buyuruyor:

“O sizin için bu kadar düşman iken siz (ısrarla) onu ve zürriyetini dost mu ediniyorsunuz?” (18/Kehf, 50)

Bizim düşman olarak; kendisini düşman addeden, damarlarımızdaki kanda gezen, bizim kendisini göremediğimiz, lakin onun ve zürriyetinin bizi gördüğü, insana sağından, solundan, arkasından, önünden yaklaşma yetkisi kendisine verilmiş olan ve insana vesvese verebilen bir düşmanımız var! Yeryüzünde ‘Ben şeytanın dostuyum veya şeytan benim dostumdur’ deyip, şeytanı dost edinen bir tek kişi göremeyiz. Lakin insan öyle ameller yapar ki, şeytana öyle itaat eder ki, bu yaptıklarıyla Allah subhanehu ve teâlâ katında şeytanı dost edinenler zümresine girer. Bundan dolayı Müslüman’ın her gün teyakkuz halinde olması gerekir. İnsanın düşmanı, insanın gözünün önünde olursa düşmanından korkmasına gerek yoktur. Devletlerin bile siyaseti budur. Devletler tanıdıkları, bildikleri, soyundan emin oldukları oluşumları düşman olarak görmezler. Çünkü düşman ortadadır. Lakin devletler için asıl tehlikeli olanlar, yerin altında olan, görünmeyen ve ne oldukları bilinmeyen oluşumlardır. Bu, Peygamber’in sallallahu aleyhi ve sellem de bir siyasetiydi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Mekkeli müşriklerden ziyade, kendisinden Allah’a subhanehu ve teâlâ sığındığı en büyük düşmanı şeytandır. Bu bizim için de izleyeceğimiz bir siyaset olmalıdır. Çünkü şeytan bizim görebildiğimiz, yollarını ve oyunlarını tanıdığımız bir düşman değildir. Bu sebepten ötürü de Allah subhanehu ve teâlâ Kur’an’da sürekli bizim dikkatimizi bu noktaya çekiyor. O zaman bizler bu görülmeyen düşmanın tuzaklarını, komplolarını iyi bilmemiz gerekir. Tuzaklarını bilmediğimiz bir düşmanı yok etmek veya ona karşı kendimizi muhafaza etmek mümkün değildir. Her zaman hedefimizde ona karşı bir düşmanlık olur, ama bu düşmanlığımız teoride kalmaktan başka bir işe yaramaz. Bulunduğumuz her yerde şeytana karşı kinimizi kusarız, pratikte ise cahilliğimizden yararlanarak bize galip gelen o olur. Biz her zaman mağlup olan takım oluruz. Burada şeytanın Müslüman’a kurduğu genel tuzaklarını bilmemiz, düşmana karşı kalkan görevi görecektir. Kur’an ve Sünnet’ten şeytanın oyunlarını başlıklar halinde şöyle sıralayabiliriz;

Ameli Süslü Göstermek

Şeytan, insanı kandırmak istediği şeyin ismiyle kandırmaz. Şeytan, insanı yaratıcısına karşı günahkâr, isyankâr yapmak istediği zaman o şeyi farklı kılıflarla süsler. Şeytanın her ameli süslemek için yaptığı farklı kılıfları vardır. Her zaman aynı kılıfla süslediği tuzakla bizi kandırmaz. Bunun Kur’an’da en güzel örneği Âdem aleyhisselam ile şeytanın arasında geçen kıssa ve tarihtir. Rabbimizin Âdem’e secde et emrine karşı şeytanın itaatkârsızlığı, cennetten kovulmasına sebep olmuştu. Âdem de aleyhisselam Allah subhanehu ve teâlâ tarafından cennete yerleştirilmişti. İşte bu olaylardan sonra şeytanın Âdemoğluna karşı ebedi düşmanlığı başlamıştı. İblis bu düşmanlığını kıyamete kadar sürdürmek için Rabbimizden izin de almıştı. Hedefi, Ademoğlunu yaratana karşı isyankâr yapmaktı. Allah subhanehu ve teâlâ Âdem’e aleyhisselam cennette bir ağacı yasaklamıştı. Rabbi Âdem’e: “Sen ve zevcen şu cennete yerleşin ve sakın şu ağaçtan yemeyin” (7/Araf, 19) demişti. İblis, bu emri fırsat bilerek düşmanına karşı harekete geçmiş, Âdem’e aleyhisselam seslenerek: “Ey Âdem! Allah’ın sizi bu ağaçtan men etmesinin sebebi, melek olamayasınız ve ebedi cennette kalmayasınız diyedir.”, “Ey Âdem sana ebediyet ağacını, hiç bitmeyecek bir mülkü haber vereyim mi?” diyordu. İblis’in insanoğlunu Rabbine karşı nankör yapan şu sinsi tuzağın şekline dikkat edilmelidir. Şeytan Âdem’e: “Ey âdem! Rabbinin seni nehyetmiş olduğu şu ağaçtan ye!” demiyor. Çünkü şeytanın bu şekilde Âdem’e söylemesi, kurduğu komployu ortaya çıkaracak, Âdem’in de kendisinden uzaklaşmasını sağlayacaktı. Fakat şeytan tuzağını öyle süslüyor ki, ilk insanı Rabbine karşı isyankâr yapıyor.

Bunu kendisince tecrübe edinen şeytanın, o günden bugüne insanoğluna karşı kurduğu tuzaklardan bir tanesi de amelleri süslü göstermek oldu. Bu şeytanın âdemoğluna karşı bulduğu ilk tuzaktı. Bugün bizler bu tuzağı fark edemesek de hayatımızda karşılaştığımız bir tuzaktır. Örneğin, İslam’da Allah’ın subhanehu ve teâlâ yanında kerih olan, lakin bugün biz Müslümanlar içerisinde önemi olmayan gıybeti, şeytan rabbimize karşı isyan olarak yaptırmıyor. Çünkü şeytan ‘Gıybet yap’ dediği anda Müslümanların bütün duyguları kabaracak ve “Senin şerrinden Allah’a sığınırım” diyecektir. Fakat şeytan tuzağını öyle kuruyor ki, gecenin karanlığı her şeyi görünmez hale getirdiği gibi gıybeti de bize karşı görünmez hale getirip, Allah’a subhanehu ve teâlâ bir isyan olarak değil de Müslümanların sorununu paylaşıp ıslah etmek, Müslümanların sorunlarını çözme adına yaptırıyor. Evet, bizler bugün İslam’ı düşünmek için, ailemizin ve kendimizin sorunlarını tespit etmek için ayırmadığımız vakti, geceleri sabahlara kadar piyasadaki cemaatlerin fikirlerini, sorunlarını tartışmak, kardeşimizin hatalarını bulmak için ayırırken, bu yapılan muhabbeti gıybet olarak yapmıyoruz. Bu bizim nazarımızda gıybet olmasa da Allah ve Rasûlü’nün yanında gıybettir. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gıybeti tanımlarken, “Kardeşinde olan şeyleri kardeşinin hoşuna gitmeyecek şekilde konuşmandır.” buyuruyor.

Hayatımızda olan başka bir örnek; ihanet etmektir. Şeytan bize gelip, “Ey Müslümanlar! Allah’a ve Rasûlü’ne ve emanetlerinize ihanet edin” demez. Bunu söylediği anda bütün Müslümanlar, “Ben nasıl Allah’a, Rasûlü’ne ve emanetlerime ihanet edeyim” diyerek şeytana karşı cephe alacaktır. Bu konuda Ebu Lubabe’nin kıssası bizim için örnektir.

Şöyle ki;

Benî Kurayza, Ebu Lubabe’ye soruyor: ” ‘Ey Ebu Lubabe! Muhammed bizim hakkımızda nasıl bir hüküm verdi?’ ”

Bu Lubabe de kendince: ‘Peygamber beş dakika sonra hükmü alenen uygulayacak, Peygamber hükmü uygulayacaksa bende bunlara söyleyeyim’ diyor. Eliyle boğazını (öldürecek manasında) işaret ediyor. Bu işaret üzerine Allah subhanehu ve teâlâ şu ayeti indiriyor:

“Ey iman edenler! Allah’a, Rasûlü’ne ve bile bile kendi emanetlerinize ihanet etmeyin.” (8/Enfal, 27)

Bugün biz Müslümanlar Ebu Lubabe’nin yaptığı gibi Müslümanların sırrını yayarken, görmüş olduğumuz, söylemememiz gereken meseleleri sağda solda konuşurken, bunu ihanet adına yapmıyor, karşımızdakini bilgilendirme adına yapıyoruz. Bizi bu duruma düşüren şeytandır. Çünkü o lâin, habis, hiç kimseye masiyetin adıyla yaklaşmaz. Bilakis o, masiyeti insanların kabul edebileceği en süslü hale getirir, o şekilde servis eder.

Unutturmak

Unutkanlık insanın en belirgin özelliği veya zafiyetidir. Şeytanın bize karşı kullandığı, kendi çıkarları için istifade ettiği tuzak, bizlerin unutmaması gereken, her zaman düşünmesi gereken, yapmamız gerekenleri unutturmasıdır. Tarih boyunca Müslümanların da Rabbinin emirlerini yerine getirirken, nehiylerinden kaçınırken zorlandığı nokta da burasıdır. Allah subhanehu ve teâlâ bu durumu bizim önderimiz olan, vahiyleri bize ulaştıran ve beyan eden Peygamber’e sallallahu aleyhi ve sellem de hatırlatıyor:

“Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma..” (6/En’am, 68)

Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem şeytanın unutturmasına düçâr olması, bu meselenin bizim yanımızda da ehemmiyetini attırması gerekir. Biz biliyoruz ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem böyle bir mecliste oturacak değildir, aslında Allah subhanehu ve teâlâ Peygamberinin üzerinden bize hitap ediyor.

Hayatımızın birçok alanında şeytan, zafiyetimiz olan unutkanlığı kullanarak hem dünyamızı hem de ahretimizi helak ediyor. Hatta öyle duruma düşüyoruz ki, şeytanın unutturma tuzağını kullandığını bile unutuyoruz. Ne kadar vahim bir durum! Bu vahim duruma hayatımızdan şöyle bir örnek verebiliriz: Müslüman olduktan sonra, ‘Hayatımız, ölümümüz, yaşamımız, davetimiz, cihadımız, ilim okumamız veya hayatımızda bulunan amellerin, ibadetlerin hepsinin âlemlerin Rabbi olan Allah için olduğunu’ söylüyoruz. Bu konuları gittiğimiz her yerde Allah’a has kılınması gereken meseleler olarak anlatıyoruz. Peki, buna rağmen gün içerisinde Allah’ı subhanehu ve teâlâ ne kadar hatırlıyoruz? Evet, her birimiz bu soruya üzülerek, olumsuz cevap veriyor ve belki de bu sorudan sonra yaptığımız yukarıdaki geçersiz iddialardan utanıyoruz. Bizler Allah’a has kılınması gereken meseleleri insanların unuttuğunu söylerken, yaratanımızı düşünmeyi, onu zikretmeyi unutmuşuz. Bu nankörlüğe karşılık olarak da Allah subhanehu ve teâlâ bizlere kendimizi unutturmuş. Allah subhanehu ve teâlâ, Kuran’da da bu nankörlüğe bu cezayı vaadediyor:

“Allah’ı unutup da Allah’ın kendilerine kendilerini unutturduklarından olmayın.” (59/Haşr, 19)

Allah subhanehu ve teâlâ bu ayette Müslümanların şu anki vakıasını gözler önüne seriyor. Bizler Müslümanlar olarak Allah’ı subhanehu ve teâlâ unutuyorsak, diğer insanların durumunu ne düşünmeye, ne de onları suçlamaya gerek vardır.

Her birimize hayatta en büyük gerçek nedir diye sorulsa, ‘Bütün kâinattaki tek gerçek ölüm ve ölümün sonrasıdır, onun dışındaki her şey fanidir, fani olan her şey de yalancıdır’ deriz. Her gün çevremizde o kadar insan ölüyor, her birimiz ahiret günü diriltilip Allah’a subhanehu ve teâlâ adım adım, dakika dakika ve nimet nimet hesap vereceğimizi de biliyoruz. Hatta bilmekle kalmayıp her gün bu konuyu birbirimize hatırlatıyoruz. Fakat buna rağmen gün içerisinde muhlis kullar hariç her birimiz kıyameti, ahiret gününü, ölümü hatırlayamıyoruz veya hatırlıyoruz fakat kısa zamanda tekrardan unutuyoruz.

Sorumluluklarımız; her birimiz ilim talebesiyiz, davetçiyiz, ümmet ferdiyiz, ebeveyniz ve ümmet içerisinde farklı alanlarda sorumluyuz. Peki, bu sorumluluklarımızı ne kadar biliyor, ne kadar düşünüyor veya ne kadar hatırlayabiliyoruz? Bu sorumluluklarımızın birçoğunu ismen biliyoruz, lakin pratiğimiz şeytanın unutturmasıyla ortadan kaybolmuş durumdadır. Evet, şu ana kadar verdiğim her örnek hayatımızda kurumuş bir ağaç gibi olumsuz bir şekilde devam ediyor. Çünkü şeytan kurmuş olduğu bu tuzakla sorumluluklarımızı bize unutturuyor.

Bu unutkanlık hastalığı şeytanın ayağımızı kaydırdığı en büyük malzemelerden bir tanesidir. Her birimiz ilim meclislerine, zikir meclislerine gittiğimiz zaman uçacak gibi olur, kendimize çeki düzen veririz. O anda hayatla olan bütün bağlarımızı koparırız. O dakikadan sonra ‘Benden başka iyi Müslüman yok’ hayallerine dalmaya başlarız. Lakin ortamdan ayrılmamız, hayal ettiğimiz programları ve vermiş olduğumuz sözleri unutmamız aynı ana denk gelir. Bunun sebebi; şeytanın bize unutturması ve bizim de onun bu oyununun, tuzağının farkında olmayışımızdır. Evet, hayatımızın her alanında unutkanlık komplosuna yakalanmamızın sebebi Allah’ı unutmamızdır. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Allah’ı unutup da Allah’ın kendilerini unutturduğu gibi olmayın.” (59/Haşr, 19)

Allah subhanehu ve teâlâ bu ayette hayatımızda var olan problemi, Allah’ı unutmak olarak adlandırıyor. Fakat Allah subhanehu ve teâlâ kullarına rahmet ederek bu problemi çözümsüz bırakmamış, çözümü yukarıda ki ayette, kendisini hatırlamak olarak belirtmiştir. Ancak Allah’ı subhanehu ve teâlâ hakkıyla anan, hayatının çoğunluğu zikir ile geçen, sürekli Rabbinin beraberliğini hisseden, daima dua halinde olan insanlar unutkanlık hastalığından kurtulabilir. Aksi halde Rabbi’nin rahmet ettikleri müstesna unutkanlık hastalığından kurtulamayız.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver