Müslim’in Çevre Bilinci Nasıl Olmalıdır?

Allah’ın adıyla.

Allah’a hamd, Resûlü’ne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatuhu

Değerli kardeşlerim, dava arkadaşlarım!

Rabbim her birinize avf ve afiyet ihsan eylesin, sizleri rahmetiyle kuşatsın. Hepinizin iyi olduğunu umuyorum. Yine umuyorum ki; bayramınız ve tatiliniz hayırla neticelenmiştir.

Bu vesileyle tüm öğrenci, öğretmen ve ilim talebesi kardeşlerimi selamlıyor, onlar için Rabbimden muvaffakiyet diliyorum. Yeni sezon muvahhid eğitmen ve öğrenciler için hayırlara vesile olsun.

Ben, yüce Allah’a hamdolsun iyiyim. Rabbimin sayısız nimetleri arasında O’na (cc) şükredebilmeyi umarak günlerimi geçiriyorum. Sizlerden de bunca nimete şükrü kolaylaştırması ve sayılı imtihana sabır ihsan etmesi için Allah’a (cc) benim adıma dua etmenizi rica ediyorum.

Ağustos ayı içinde aldığım en güzel haber, kardeşlerimizin tahliyesi; en üzücü haber ise bazı kardeşlerimizin tutukluluğunun devam etmesiydi.

Kardeşlerimizin bir kısmını çıkaran, bir kısmının da içeride kalmasını takdir eden Allah’a (cc) herhalukarda hamdolsun. Biz O’nun (cc) kullarıyız… O’na (cc) aidiz… O’nun (cc) mülküyüz… O’ndan (cc) geldik ve tekrar O’na (cc) döneceğiz… Biliyoruz ki; O (cc) bize öz annelerimizden daha merhametlidir. O (cc) kullarını zayi etmez, kullarına zulmetmez. Kulları için hükmeder ve O (cc), hükmünde hikmet ve adalet sahibidir.

Soru: Hocam! Abdullah b. Ömer (ra), Hariciler hakkında şöyle diyor: “Onlar kâfirler hakkında inen ayetleri müminlere uyguladılar.” Buna binaen bazıları ayet okuyarak “Ben Müslümanım” diyenleri tekfir edene harici diyorlar. İbni Ömer’in (ra) böyle bir sözü var mıdır? Varsa nasıl anlamalıyız? Allah (cc) ilminizi arttırsın…

 

Sorunuza maddeler halinde cevap vermek istiyorum:

a. Bu söz Abdullah b. Ömer’e (ra) aittir. İmam Buhari (rh) ondan muallak/senedsiz rivayet etmiştir.[1]Taberi (rh) Tehzibu’l Asar’da rivayeti senediyle birlikte zikretmiştir, sahihtir.[2]

b. Selef büyüklerinin fırkalarla ilgili sözlerini doğru anlamak için bir usule ihtiyacımız vardır. Bu usulü şöyle tarif edebilirim: Söz konusu fırkanın ayırıcı özelliği nedir ve bu sözün söylendiği ortamda nasıl bir tartışma yaşanmıştır? Bunları bilmek zorundayız. Aksi hâlde söylenen birçok söz, onu var eden bağlamdan koparıldığı için yanlış anlaşılacaktır. Öyleyse bu sözün söylenmesine sebep olan ortama ve saiklere bakalım.

Hariciler, insanları büyük günahlarla tekfir ediyorlardı. Büyük günah işleyen bir insanın, onu haram kabul etse dahi, sırf o günahı işlediğinden dolayı kâfir olacağına itikad ediyor ve ebedî ateşte kalacağını iddia ediyorlardı. Onlara göre içki içen kâfirdi. Zina yapan kâfirdi. Hırsızlık yapan kâfirdi. Bu fiilleri işleyenler için kâfirler hakkında inen ve onların ebedî ateşte kalacağını haber veren ayetleri okuyorlardı. Bir örnekle konuyu delillendirelim:

Cabir (ra) insanlara ahiret sahnelerinden birini anlatır. O sırada mecliste kendi ifadesiyle haricilik bulaşmış Yezidu’l Fakr vardır. Cabir (ra) Müslim olan cehennemliklerin bir müddet yandıktan sonra cehennemden çıkacağını anlatır. Yezidu’l Fakr şöyle itiraz eder:[3]

“Ey Resûlullah’ın ashabı! İnsanlara neler anlatıyorsunuz böyle! (Sen insanların cehennemden çıkacağını söylüyorsun, ama) Allah şöyle buyuruyor:

‘Rabbimiz! Şüphesiz ki sen, kimi ateşe sokmuşsan onu rezil etmiş/alçaltmışsındır. Zalimlere hiçbir yardımcı yoktur.’ [4]

Yine O şöyle buyuruyor:

‘Fasık olanların barınağı ise ateştir. Oradan her çıkmaya çalıştıklarında geri çevrilirler. Ve onlara denir ki: ‘Tadın (bakalım) yalanladığınız azabı.’ ‘ [5]”

Bu rivayette ne görüyoruz? Cabir (ra), Allah Resûlü’nden (sav) duyduğu ve tamamen gaybi bir konu aktarıyor. Müslim olan birinin, işlediği günahlar sebebiyle cehenneme girse de, bir müddet cezasını çektikten sonra çıkacağını rivayet ediyor. Yezidu’l Fakr ise iki ayet okuyarak bu anlayışa itiraz ediyor. Oysa okuduğu her iki ayet de, iman etmeyen kâfirler hakkında…

” Rabbimiz! Şüphesiz ki sen, kimi ateşe sokmuşsan onu rezil etmiş/alçaltmışsındır. Zalimlere hiçbir yardımcı yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz: ‘Rabbinize iman edin!’ diye imana davet eden bir davetçiyi işittik ve iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve Ebrar olanlarla (çokça iyilik yapanlarla) beraber canımızı al.” [6]

Bir sonraki ayetle birlikte okununca, bu duayı yapanların iman çağrısına icabet ettiği, ateş ehli olanların bu çağrıya icabet etmedikleri anlaşılır. Secde Suresi’ndeki ayetlerde de benzer bir karşılaştırma vardır. Yüce Allah iman edenlerle inkârcı fasıkları karşılaştırmaktadır. 13. ayetten başlayıp 20. ayete kadar okuduğunuzda konu apaçık bir şekilde anlaşılır.

Peki, Cabir (ra) ne yapıyor? Cabir (ra) ona Kur’ân okuyup okumadığını soruyor. Okuduğunu öğrenince, Makam-ı Mahmud’u bilip bilmediğini soruyor. Makam-ı Mahmud’dan kastı şu ayettir:

“Geceden (bir vakit), sana özel bir nafile olarak (Kur’ân’la) teheccüd namazı kıl. Umulur ki Rabbin seni Makam-ı Mahmud’a/Övülmüş Makam’a çıkarır.” [7]

Allah Resûlü’nün (sav) bu makamla şefaat edeceğini ve müminlerin cehennemden çıkacağını haber veriyor…

İşte ashabın haklarında konuştuğu Hariciler bunlardır! Hiç iman etmemiş insanlar hakkında inen ayetleri, iman eden ancak günah işleyen insanlar hakkında okuyan ve onları tekfir eden bir topluluk… Elbette sahabe buna itiraz edecek, bu zulme tepki gösterecektir. Zira bu, kanı ve malı koruma altına alınmış bir Müslim’i, cehaletle tekfir etmektir. Bugün de biri çıkar ve kâfirler hakkında inen ayetleri alır, içki içen, zina yapan veya tesettürsüz birine okuyup onu tekfir ederse, aynı tepkiyi göstermemiz gerekir.

c. Sahabenin tavrı doğru okunmalı, yerli yerine konarak anlaşılmalıdır. Küfür ve şirk işleyen, kendilerini kâfirler ve müşrikler hakkında inen ayetlerin muhatabı kılanlar bu bağlamda ele alınmamalıdır. Nasıl ki günah işleyen insanlar hakkında küfür/şirk işleyenlerle ilgili ayetleri uygulamak ölçüsüzlükse; küfür/şirk işleyenler hakkında iman eden günahkârlarla ilgili ayetleri uygulamak da ölçüsüzlüktür. Zira bizzat sahabenin kendisi şirk işleyen insanlara müşrikler hakkında inen ayetleri uygulamıştır.

Abdullah b. Ömer’e, Ma’bed El-Cuheni ve benzerlerinin “Kader yoktur, her şey aniden olur.” sözü aktarılınca şöyle demiştir; “Onlara haber verin: Onlar benden ben de onlardan beriyim. Onlardan biri Uhud Dağı kadar altın da infak etse kadere inanmadan infakları kabul edilmez.” [8]

Abdullah b. Ömer’e (ra) haklarında soru sorulan insanlar, Basra’da ilim talep eden tanınmış insanlardır. O (ra), onların kader inancındaki sapkınlığı görünce, onlardan berî olduğunu ilan etmiş ve onlara şu ayeti tatbik etmiştir:

“De ki: ‘İsteyerek ya da isteksiz olarak infak edin. (Nasıl olursa olsun) infaklarınız kabul edilmeyecektir. Çünkü sizler, fasık bir topluluksunuz.’ İnfaklarının kabul olunmasına engel olan tek şey; onların Allah’a ve Resûlü’ne karşı kâfir olmaları, namaza yalnızca tembellik içinde gelmeleri ve ancak isteksiz bir şekilde infak etmeleridir.” [9]

Çünkü bir insanın infakı kabul olmuyorsa; bu, onda amelin kabulüne engel küfür illeti olduğunu gösterir.

Burada özellikle Abdullah b. Ömer’den (ra) örnek vermemin nedeni, sahabenin usulünün doğru anlaşılması içindir. Zira bugün, bazı insanlar sözü bağlamından koparıp kelimeleri tahrif ediyor; Allah’a, Resûlü’ne ve yollarına ihsan üzere uymakla emrolunduğumuz ashaba iftira ediyorlar.

d. Sonuç olarak; ashabın nefyettiği ve kınadığı tekfir değil, insanların küfür olmayan masiyetlerle tekfir edilmesidir. Çünkü bu, Allah’ın indirdiği isim ve hükümlerde oynama, O’nun (cc) sınırlarını aşmadır. Allah günah işleyene ayrı, küfür işleyene ayrı isimler vermiştir. Günah işleyene “kâfir” diyen de, küfür işleyene “günahkâr” diyen de Allah’ın (cc) sınırlarını çiğnemiş ölçüyü bozmuştur.

Soru: Bugünlerde sıcak bir gündem var. Maden şirketlerinin ağaç kıyımı ve doğaya verdiği zarar tartışılıyor. Bu bağlamda bir Müslim’in çevre bilinci nasıl olmalıdır, açıklar mısınız?

Müslim tüm varlığa şu gözle bakmalıdır: Yüce Allah, tüm varlığın/âlemlerin yaratıcısıdır. Dolayısıyla tüm âlemlerin mutlak Rabbi ve Meliki’dir. O (cc) yarattığı tüm varlığı/âlemleri “Allah’a kulluk” cihetiyle kardeş kılmıştır. İnsan Allah’a (cc) kulluk ettiği gibi; bitkiler, hayvanlar, yer ve gök de Allah’a kulluk etmektedir.

“Allah’ın yarattığı şeylerden (gölgesi olan varlıklara) bakmıyorlar mı? Gölgeleri, Allah’ın (azametine) boyun eğip, sağa sola dönerek secde eder.” [10]

“Görmedin mi? Göklerde ve yerde olanlar, Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların çoğu Allah’a secde etmektedirler…” [11]

Müslim bu kardeşliği ve kulluk ortaklığını hissetmelidir. Allah’ın“bak” dediği yerden kâinata bakmalı, doğayı Resûlullah’ın (sav) gözleriyle izlemelidir.

Yanında savaştığı ve ashabının en seçkinlerini şehit verdiği Uhud Dağı için: “Biz Uhud’u severiz Uhud da bizi sever.”[12] diyen Peygamber (sav) duyarlılığını korumalıdır. Hilali gördüğünde“Allah’ım! Onu bizim üzerimize bereket ve imanla, selamet ve İslam’la doğur. (Ey Hilal!) Benim de Rabbim senin de Rabbin Allah’tır.” [13] diyen bakışı muhafaza etmelidir. Bir taş yuvarlanıyorsa, şunu düşünebilmelidir:“… (Taşlardan) öylesi de vardır ki Allah’ın korkusundan yuvarlanır…”[14]

Müslim bu bakışı korudukça varlıkla arasında istikamet üzere bir ilişki tesis eder. Tarih boyunca ortaya çıkmış iki temel sapkınlıktan kendini korur. İki sapkınlıktan biri doğayı ilahlaştırmak (ilkel cahiliye); diğeri doğayı mutlak sömürü ve tahakküm alanı görmektir (modern cahiliye).

Bugün daha çok ikinci sapkınlığa şahit olduğumuz için, ona dair şunları söyleyebiliriz:

Şüphe yok ki yüce Allah, yarattığı varlıkları insana musahhar kılmış, onun hizmetine sunmuştur:

“Kendisinden (bir lütuf olarak) göklerde ve yerde olanların tamamını hizmetinize sundu. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir topluluk için ayetler vardır.” [15]

Varlığın insana musahhar/hizmetkâr kılınmış olması, insanın varlık üzerinde sınırsız yetkiye sahip olduğu anlamına gelmez. Bilakis insan tüm varlığa karşı şer’i sorumluluklarla sınırlanmış, kayıt altına alınmıştır. Örneğin, hayvanlar insana musahhar kılınmıştır. Peki, insan hayvana dilediği gibi davranabilir mi? Elbette hayır!

“Bir kadın kediden dolayı azaba uğradı. (Çünkü o) ne kediyi besledi ne de kendi beslenmesi için serbest bıraktı, onu (evde) hapsetti.” [16]

“Bir peygamberi karınca ısırdı. Karıncanın yuvasının yakılmasını emretti. Allah (cc) ona şöyle vahyetti: ‘Tek bir karıncayı öldürseydin ya! [17] Sen, Allah’ı tesbih eden bir ümmeti yaktın/yok ettin.’ “ [18]

Abdullah b. Ömer (ra) çocukların bir hayvanı hedef haline getirip, atış yaptıklarını gördü. Şöyle dedi:

“Allah Resûlü bunu yapana lanet etti.” [19] Bir rivayette;”Allah Resûlü hayvana musle yapanlara (işkence/organ koparma) lanet etti.” [20]

Allah Resûlü (sav) develerine binmiş yol üstünde sohbet eden insanlar gördü. Şöyle uyardı:

“Hayvanlarınıza zarar vermeden binin, zarar vermeden kullanın. Onları yol sohbetlerinizde kürsüymüş gibi kullanmayın. Nice hayvan, sahibinden daha hayırlıdır. (Nice hayvan) sahibinden daha çok Allah’ı zikretmektedir.” [21]

Allah Resûlü (sav) bir deve gördü. Deve gözyaşı döküp inledi. Allah Resûlü onu okşadıktan sonra sahibini sordu ve şöyle dedi:

“Allah’ın sana mülk kıldığı şu deve hakkında Allah’tan korkmaz mısın? O, senin onu aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet etti.” [22]

Bu örneklerden açıkça anlıyoruz ki; bir şeyin insana musahhar kılınması, insanı efendi, o şeyi de dilediğince kullanacağı bir köle kılmaz. Doğa/Tabiat da böyledir. İnsana musahhar kılınmış, ancak insana doğaya karşı sorumluluklar yüklenmiştir. Bu sorumlulukları iki başlık altında toplayabiliriz:

a. Çevreyi/Doğayı güzelleştirmek:

İnsan, tabiattan istifade ettiği gibi, onu güzelleştirmek, kullandıklarının yerine yenisini ikame etmekle mükelleftir.

“Bir Müslim ağaç diker veya ekin ekerse, ondan yiyen her kuş, insan ve hayvan sebebiyle sadaka ecri alır.” [23]

“Kim (ekilmemiş) bir toprak parçasını (ekerek) ihya ederse, ondan dolayı ecir alır.” [24]

b. Çevreye/Doğaya zarar vermekten kaçınmak:

“Asmalı ve asmasız bahçeleri, yemişleri farklı farklı hurma ve ekinleri, birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytin ve narı inşa edip, var eden O’dur. Meyve verdiğinde meyvelerini yiyin, hasat zamanı da hakkını (zekât, infak, sadaka) verin. İsraf etmeyin. (Çünkü) O, müsrifleri sevmez.” [25]

“Yeryüzü (Allah tarafından düzenlenip) ıslah edildikten sonra orada bozgunculuk yapmayın…” [26]

Allah Resûlü (sav) şöyle buyurur:

“Kim (bir ihtiyaç olmaksızın, keyfi olarak) sedir ağacını keserse, Allah ateşin içine onun başını diksin (veya diker).” [27]

Ebu Bekir (ra) bir ordu hazırladığında Bakara Suresi 190. ayetteki emre imtisalen [28] şöyle talimat verirdi:

“… Sakın meyve veren ağacı kesme, imar edilen yeri yakıp yıkma, yeme ihtiyacı haricinde bir hayvanı kesme, bir hurmalığı/ağaçlığı yakma ve su altında bırakma…” [29]

Görüldüğü gibi Müslim, tabiata karşı şer’i olarak sorumludur. Onu ölçülü kullanmak, kullandığı gibi imar etmek ve ona zarar vermemekle mükelleftir.

Her Müslim bu naslara bakarak kendine bazı sorular yöneltmelidir: Tabiata nasıl davranıyorum? Onu ölçülü kullananlardan mı yoksa yeryüzünü ifsat eden müsriflerden miyim? Allah’ın bana yüklediği yeryüzünü imar sorumluluğunu yerine getirmekte miyim?[30]

Yeryüzünü İfsat Eden Çok Uluslu Kapitalist Şirketler!

Türkiye’de (ve tüm dünyada) yaşanan doğa katliamı, çok uluslu kapitalist şirketlerin doymak bilmez hırsları nedeniyledir. Şöyleki; insanlık tarihinin gördüğü en tehlikeli putperestlik, paranın/sermayenin ilah edinildiği, tek amacın daha çok kâr etmek olduğu kapitalizmdir. Kapitalistler kâr elde etmek için her yolu mubah görürler. Onlar için para dışında hiçbir kutsal yoktur. Örneğin, fıtratı bozulmamış bir muvahhid, bir orman gördüğünde yeşile, oksijene, göz alıcı güzelliğe, kuş cıvıltılarına, yani güzelliklere odaklanır ve o güzellikte Rabbinin eşsiz sanatını görür. Paraya tapan müşrik bir kapitalist ise; oradan kaç kereste çıkacağını, toprağın altındaki madeni, ormanın turizme müsait olup olmadığını… düşünür. Hiçbir şey yapamasa doğa yürüyüşleri düzenler, Allah’ın arzında yürümeyi parayla satar. Onu da yapamıyorsa ormanın bir kısmında yangın çıkarır, kalan kısmında “doğayla iç içe bilmem ne sitesi” kurar, onu satar.

Çok uluslu şirketler (şu an Kaz Dağları’nda altın arayan Alamos Gold şirketi de bunlardan biridir), yeni dünya düzeninin sömürü/işgal ordularıdır. Eskiden devletler ordularla işgal edilir, işgal tamamlanırsa o topraklar sömürülür, işgalciler tarafından talan edilirdi. Bu, hem zor hem masraflı hem de tehlikeliydi. Zordu, çünkü çoğu zaman bir kıtadan bir kıtaya ordu taşımak gerekiyordu. Coğrafya ve iklim koşullarına göre zorluk artıp eksilebiliyordu. Masraflıydı, çünkü sömürdükleri kadar harcamaları da oluyordu. Koca bir orduyu aylarca/yıllarca beslemek kolay olmuyordu. Tehlikeliydi, işgal altındaki halk her an ayaklanabilir, direniş gösterebilirdi. Ki tarih bunun örnekleriyle doludur. Mazlum Afgan halkının Sovyet Rusya’ya direnişi, Vietnam halkının ABD’ye karşı direnişi, Rusların Hitler karşısındaki direnişi bunun sadece birkaç örneğidir.

Emperyalist/işgalci/sömürgen ülkeler; zorluğu, masrafı ve tehlikeleri nedeniyle bu yolu bıraktı. Büyük şirketler kurdu. Takım elbiseli, eli çantalı, diplomalı, güler yüzlü insi şeytanlardan ordular/çalışanlar oluşturdu. Sömürmek istediği toprakları bunlar eliyle işgal edip, zahmetsiz, masrafsız ve kolayca sömürdü. Altın madenleri özelinde stratejilerini şöyle özetleyebiliriz:

Ne yapıyorlar?

Önce satılmış maden mühendisleri eliyle, bir ülkedeki yeraltı zenginliklerinin haritasını ele geçiriyorlar. Böylece işgal edecekleri alanı tahdid/sınırlamış oluyorlar.

Sonra o ülkenin madeni açısından ne kadar zengin olduğuna, bunun ülke için nasıl büyük bir fırsat olduğuna dair medya eliyle gündem oluşturuyorlar.

Sonra iktidara yakın maden şirketlerinden biriyle ortaklık kuruyorlar. Zira Ebu Riğal olmadan Ebrehe Kâbe’yi işgal edemez.

Şayet önlerinde kanuni engeller varsa, satılmış/maraba siyasiler eliyle bu engeli kaldırıyor ve gerekli izinleri alıyorlar.

Çok zor bir ihtimal olsa da, ola ki istedikleri gibi olmadı, o zaman tehdit ve şantajla engelleri bertaraf ediyorlar. Yani gerçek yüzlerini gösteriyorlar. Küresel tuğyana göbeğinden bağlı maraba/satılmış siyasetçiler de vazifelerini yapıyorlar. Türkiye özelinde düşünecek olursak şunu görürüz:

Tarımı ve hayvancılığı satılmış siyasiler eliyle öldürüp dışa bağımlı hale gelmişsiniz. Yani mideden onlara bağlısınız… İlacı onlardan alıyorsunuz. Sağlıkta onlara bağımlısınız… Savunma sistemlerinizi onlardan alıyorsunuz. Askerî olarak onlara bağımlısınız… Ticareti onların parasıyla yapıyor, onlardan gelen yatırımla ayakta duruyorsunuz… Bir tehdit karşısında nasıl direneceksiniz?

Zaten bir ülkede çok uluslu şirketler varsa, orada bağımlılık ilişkisi vardır. Aksi hâlde kim vatanını/servetini/şerefini düşmanına peşkeş çeker? Bu kadar geniş mezhepli olmak için ya Demokrat ya da Liberal olmak gerekir. Başka türlü, insan olanın midesi bu ilişkiyi kaldırmaz.

Tüm engelleri ortadan kaldırdıktan sonra, sömürü ve talana başlıyorlar.

Kesilen ağaçlar, siyanürle zehirlenen toprak, kirlenen sular, yayılan hastalıklar… onlar için bir şey ifade etmiyor. Onlar için tek ölçü, kâr edip etmeyecekleridir. Hem, muhtemelen verdikleri zarardan dolayı da mutludurlar. Çünkü; maden çalışması yapılan bölge insanı sağlığını kaybetmese, ürettikleri onca ilacı kime satacaklar? Kaynak suları siyanürle kirlenmese, çeşme suyunu şişeleyip “doğal su”  diye kime satacaklar?

Ağaç, Ormanı Görmemize Engel Olmamalıdır!

Ağaca bakıp ardındaki ormanı görmeyen körlerden olmamalıyız. Daha açık bir ifadeyle kesilen ağaçlara takılıp çok uluslu şirketlerin işgal ve sömürü yönünü gözden kaçırmamalıyız. Aksi hâlde, kapitalistlerin hazırladığı müfredatla eğitim görmekten kıvanç duyan (Mevcut eğitim sistemi ve müfredatlar en etkili kapitalist şirket Rockefeller vakfının ürünüdür), baştan aşağı onların markalarıyla bezenmiş, evden çok AVM’lerde vakit geçiren,“Çevreye karşı duyarlı olmalıyız şekerim.” diyen, aydınlana aydınlana bir hâl olmuş laikçi teyzelerden farkımız kalmaz. Ya da şehirler yıkılırken tatil yapan, milyonlarca insan göç yollarına düşerken dizisini izleyen, kadınlara tecavüz edilirken havaya bakıp ıslık çalan; ama söz konusu ağaç, fok balığı, plastik poşet olunca insan olduğunu hatırlayan çevrecilerden bir farkımız kalmaz. İnsanlıkları yerin dibine batasıcalar!

Sözün özü: Bir Müslim çevreye karşı şer’i olarak sorumluysa, çevreye yönelik kıyıma da tepki gösterebilir elbet. Ancak önceliklerini unutmamalı ve günlük basit siyasetlere takılmadan, bilinçli bir tepki göstermelidir. Küçük resim, büyük ve asıl olan resmi görmesine engel olmamalıdır.

Büyük resim nedir?

Çok uluslu şirketlerin kolay, ucuz ve tehlikesiz bir şekilde sömürmesi için yerli işbirlikçilere ihtiyaç vardır. Bunlar ekonomik ortaklık kuracakları yerli şirketler ve satılmış/maraba siyasetçilerdir. Üç beş siyasetçinin ülke topraklarını satması için mutlaka Demokrasiye ihtiyaç vardır. Çünkü onların okullarında okuyan ve onların medyasını takip eden halk, onların parlattığı partileri/siyasetçileri seçecektir. Ki, en yerli ve millîsi de dahil, tüm siyasetçilerin, siyasete atılmadan önce ABD ve Avrupa gezisi yapması ve onlardan onay alması boşuna değildir. Sömürünün sürdürülebilir olması için de Demokrasi şarttır. Zira seçilmiş insan ülke adına imzaları attıktan sonra sömüren şirket, sömürdüğü ülkenin kanunlarıyla korunmaktadır. Tüm bunlar için de Allah’a (cc) kulluğu terkettiği için kullara kulluk edecek; şirkle fıtratını bozmuş ve aklını dumura uğratmış müşrik bir çoğunluğa ihtiyaç vardır. Allah’a şirk koştuğu için Allah katında değerini yitirmiş ve yeryüzünde de hiçbir kıymeti olmayan çoğunluk…

“Kavmini hafife aldı/onursuzlaştırdı/aptallaştırdı, onlar da ona itaat ettiler. Şüphesiz ki onlar, fasık bir topluluktu.” [31]

İnsana, hayvana ve doğaya karşı işlenen cürümlerin tek çözümü, tevhidî bir bilinçtir. Tevhidle Allah katında değer kazanan, Kur’ân’ın basiretiyle toplumsal olayları okuyan, vahyin furkanıyla şeytani olanla Rahmani olanı ayırabilen bir İslam toplumudur. Ötesi, boş lakırdı ve lafazanlıktır… Ötesi,“Kahrolsun Amerika, bu arada yak bir Marlboro” düzeyinde bir duyarlılıktır.

Soru: Hocam! İslami çalışmalarda genellikle olumsuz gelişmeler gündem oluyor. Olumlu gelişmeler gündemleşmiyor, insanlar tarafından duyulmuyor. Bizlere nasihat eder misiniz?

İnsan nankör bir tabiata sahiptir. Şeytanın ve nefsin de yönlendirmesiyle genelde olumsuz, kör noktaları fark eder.

“O’ndan istediğiniz her şeyi size vermiştir. Şayet Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız O’nun nimetlerini saymakla bitiremezsiniz. Şüphesiz ki insan, çokça zulmeden ve pek nankör bir varlıktır.” [32]

Sizi (yoktan var ederek) dirilten, sonra öldürecek olan (sonra kıyamet gününde) tekrar diriltecek olan O’dur. Şüphesiz ki insan, pek nankördür.” [33]

“Kahrolası insan, ne kadar da nankördür!” [34]

Şeytan, insanın bu fıtri özelliğinin farkındadır. İnsanın nankörlük yönünü işlediğinde ona vereceği zararın da farkındadır. Bu sebeple insana yönelik en kuşatıcı hamlelerini onu şükürden uzaklaştırmak ve nankörleştirmek için yapar.

” ‘Sonra kesinlikle onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Çoğunu şükredici bulamayacaksın.’ ” [35]

Allah (cc) insanı bu olumsuz özelliğiyle başbaşa bırakmaz, ona arınmanın yolunu gösterir. Nankörlükten arınmanın yolu şükretmektir.

Takdir ederiz ki şükredebilmek bir sonuçtur. Bu sonucun gerçekleşmesi için bir öncüle ihtiyaç vardır. O da güzelliklerin/nimetlerin farkında olmak ve onun Allah’tan (cc) olduğunu bilmektir. Bu iki öncülün doğuracağı doğal sonuç şükürdür, nankörlükten arınmadır.

Sorumuza dönecek olursak;

İslami çalışmayı yapan, netice itibariyle insandır. Hâliyle, İslam için çalışıyor olsa da, nankörlük sıfatı onunla beraberdir. Şükür ahlakıyla ahlaklanmaz ve güzelliklere odaklanmazsa, fıtri olarak olumsuz şeyleri görecektir. Güzellikleri görmek için insanın çaba göstermesi lazımdır.“Rabbinin sayısız nimetini”algılamaya çalışması gereklidir. Nankörlük için bir şey yapmaya gerek yoktur. Nefsi kendi hâline bıraktığınızda, bir sineğin sıhhatli vücutta yarayı bulması gibi, olumsuz olanı bulacaktır.

İslami Çalışmalarda Güzellikleri Görmek!

İslami çalışma yapmak zor ve yorucudur. Nasıl olmasın ki? Yüce Allah çalışmanın müfredatı olan vahyi ağır bir söz[36], vahyin yolunu da sarp bir yokuş [37] olarak isimlendirmiştir. Bununla birlikte, Müslim’in yöneldiği her yolun başında, onu hayırdan alıkoymak için oturmuş bir şeytan vardır.

Sebre b. Ebu Fakih’den (ra) rivayete göre, Resûlullah (sav) şöyle demiştir:

“Şeytan, Âdemoğlu’nun her yerde önüne oturur. Müslim olma yolunda yine önüne oturur, engeller çıkarmaya ve Allah yolundan saptırmaya çalışır ve yeni Müslim olan birine şöyle der: ‘Sen Müslim oldun, babanın ve atalarının dinini terk ettin ha!’ O kimse şeytanı dinlemez ona isyan eder ve Müslim olarak kalmış olur.

Şeytan hicret eden kimsenin de yolunu keser, önüne oturur ve şöyle der: ‘Kendi vatanını ve yurdunu terk edip nasıl hicret edersin? Hicret etmek dizginlerinden bağlanmış at gibidir ve çok sıkıntılıdır.’ der. O kimse de ona isyan edip onu dinlemez ve hicretini yapmış olur.

Sonra şeytan, cihad yolu üzerine oturur ve şöyle der: ‘Cihad yorgunluk demektir, hem kendini yorarsın hem de malını kaybedersin. Savaşacak ve öldürüleceksin. Karın başkasına nikahlanacak, malların taksim edilecek…’ O kimse de şeytanın bu sözlerine kulak vermez ve isyan ederse o da cihadını yapmış olur.

Daha sonra Resûlullah (sav) şöyle buyurdu:

‘Kim bunları böylece yaparsa, o kimseyi cennete koymak Allah üzerine bir borçtur. Savaşta öldürülse de boğularak ölse de hayvanın sırtından düşüp ölse de Allah o kimseyi mutlaka cennetine koyacaktır.” [38]

Tüm bu zorluklara ek olarak, yapılan bazı yanlışlar yolu iyice zorlaştırır ve yolcuyu yıpratır. Genel olarak şöyle bir kaide zikredebiliriz: Allah’ın (cc) arınmamızı istediği kötü hasletlerin her biri, arınmadığımız takdirde, yolu zorlaştıran ve yıpratıcı hale getiren bir unsur olur. Örneğin, insan aceleci bir tabiata sahiptir. Allah (cc) onun sabırla arınmasını ve acelecilik hasletini terbiye etmesini istemiştir. İnsan Rabbinin çağrısına kulak vermezse, kendi eliyle yolu uzatır. Aceleyle yürüdüğü yol, hiç yürünmemiş gibi gelir ona. Her seferinde başa döner ve yeniden başlar. Yol uzar, kendi yorulur ve yıpranır… Ya da şöyle düşünelim: İnsan cahil bir varlıktır ve Allah (cc) ona ilimle arınmasını emretmiştir. İlimsiz bir şekilde yola koyulan, zaman geçtikçe cahilliğinin ona ve çevresine verdiği zararı görecek, en başa dönmek zorunda kalacaktır.

Aynı kaideyi nankörlük ve şükür için de uygulayabiliriz. Her ne kadar insan nankör bir tabiata sahip olsa da, yüce Allah ona şükürle arınmanın yolunu göstermiştir. İnsan, bu çağrıya icabet etmez ve nankörlüğe devam ederse kimseye değil yalnızca kendine zarar verir.

Sürekli kötüye/olumsuzluğa odaklı bir insan, önce Rabbiyle arasını bozar. Çünkü şükredemez. Hep olumsuzu gördüğünden sürekli şikâyet eder. Malumdur ki Allah, şükreden kullarını sever, onların amellerini mükâfatlandırır, onları seçkin kulları arasına katar.[39] Nankörleri ise sevmez ve onları nankörlüklerine karşılık verdiği nimeti ellerinden alarak cezalandırır.[40] Ve yine malumdur ki Allah için çalıştığı hâlde Allah’ın (cc) sevmediği insan, amelleri boşa gitmiş ve hüsrana uğramış insandır.

Sürekli kötüye/olumsuzluğa odaklı bir insan, ikinci olarak insanlarla arasını bozar. Çünkü insanlar, olumsuzluğa odaklanmış insanlardan hazzetmez, sıkılırlar… Güzeli gören, güzeli dillendiren, güzel olanla Allah’a (cc) hamdeden insanların konuşmaları kalpleri genişletir. Hemen belirtelim ki burada kastımız olumsuzlukların üstünü örten, hayal dünyasında yaşayan insan tipi değildir. Allah Resûlü’nü (sav) örnek alan; dengeli, sorunları görüp çözüm aradığı gibi hayırları görüp şükredebilen ölçülü insandır kastımız.

Sürekli kötüye/olumsuzluğa odaklı insan, son olarak kendiyle arasını bozar. Zira böyle bir insan mutsuzdur. Yaptıklarından tat almaz… İmanın ve salih amelin o diriltici ve inşa edici lezzetini kalbinde duyumsamaz. İslam için verilen mücadelenin büyük mükâfatı olan mutmainlik ve sekinet nimeti onun semtine dahi uğramaz. O, başkasının işinde çalışıp başkalarına kazandıran, hakkını alamadığı için yorgun ve mutsuz olan işçi gibidir. Bildiği tek duygu yorgunluk ve yıpranmışlıktır.

Bu açıklamalardan sonra asıl sorumuzu soralım: Yaptığımız çalışmaların bizi Rabbimize yakınlaştırması, kardeşliğimizi pekiştirmesi, imanın tadını hissettirmesi ve bizi mutmain/ehl-i sekinet bir mümin kılması için ne yapabiliriz?

Sorunlarımızın farkında olduğumuz gibi, olumlu/hayırlı özelliklerimizin de farkında olalım. Yüce Allah’ın bizleri muvaffak kıldığı ve güzel neticeler aldığımız çalışmaları gündemleştirelim. Ta ki farkındalık oluşsun.

Şükreden bir kavim/topluluk olalım.[41] Allah’ın (cc) nimetini duyurarak, O’na (cc) nispet ederek tahdis-i nimet yapalım.

“Ve Rabbinin nimetini anlat.” [42]

Hocalarımızdan bizlerin haberdar olmadığı, mahrem olmayan güzellikleri bizlerle paylaşmalarını rica edelim. Paylaştıkça çoğalan, şükredildikçe keyfiyet ve kemmiyet olarak artan nimetlere erişmiş olalım.

“(Yine hatırlayın ki) Rabbiniz: ‘Andolsun ki şükrederseniz kesinlikle arttırırım, nankörlük ederseniz şüphesiz, benim azabım pek çetindir.’ diye ilan etmişti.” [43]

Bu söylediklerimizi yaptığımızda, Allah’ın (cc) nimetlerinin ne kadar çok olduğunu göreceğiz. Bizleri üzen ve ümitsizliğe sevk eden olumsuzlukların ise nimetlere oranla neredeyse yok hükmünde olduğunu fark edeceğiz.

“O’ndan istediğiniz her şeyi size vermiştir. Şayet Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız O’nun nimetlerini saymakla bitiremezsiniz. Şüphesiz ki insan, çokça zulmeden ve pek nankör bir varlıktır.” [44]

Aksi hâlde tabiatımız bizi olumsuzu görmeye ve şekvaya sevk edecek, nankörlüğümüze karşılık nimetin elimizden alınmasıyla; dahası, tam zıddıyla cezalandırılacağız.

“Allah bir beldeyi örnek verdi. Onlar güven ve huzur içinde (yaşar) rızıkları kendilerine her taraftan bolca gelirdi… Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Yaptıkları (nankörlüğe) karşılık Allah onlara açlık ve korku elbisesini (giydirip iliklerine kadar hissedecekleri şekilde açlığı ve korkuyu) tattırdı.” [45]

Kıymetli kardeşim!

Dikkat edersen, şükrün ilk adımı farkında olmaktır. İyiliğin/nimetin farkında olmaya seçilen“şükr” kelimesi de bu anlamda ilginçtir. Kimi âlimler onun “keşr” kelimesinden maklup (çevrilmiş) olduğunu aktarmıştır.[46]Keşr, bir şeyi açığa çıkarmak, görünür hale getirmek anlamındadır. Bu anlamıyla zıt kavram olan küfr/nankörlükle de uyumludur. Zira küfr, bir şeyi örtmek gizlemek manasındadır. Yani, güzellikleri görmek için önce onları görünür kılmak, fark edilebilir duruma getirmek gerekir.

Benim gördüğüm kadarıyla, genelde “çok” olan “yok” hükmünde oluyor. Nice büyük nimet, yaygınlık ve süreklilik kazanınca insanlar tarafından algılanmamaya başlıyor. Şöyle bir örnek vereyim: Bir zamanlar uzak bir ilden İstanbul’a bir aile gelmişti. Aile bir kardeşimizin evinde misafir kaldı. Aralarında sohbet ederken o aile, sebebi ziyaretlerini şöyle açıklıyor: “Düğünümüz var. Düğünle ilgili bir sorumuzu sormak için geldik.” Onları misafir eden kardeşimiz şunu söylemişti:“Biz hangi mescidimize gitsek, orada bir ilim talebesi var ve sorularımıza cevap veriyorlar. İnsanlar, bir ilden başka bir ile cemaate soru sormak için geliyorlar.” Bakın, aslında dikkatle düşünüldüğünde, bu çok büyük bir nimet. Ancak hayatımızın bir parçası hâline gelince, çoğu zaman önemsizleşiyor, şükrünü eda etmiyoruz.

Sözün sonu: Biz görmek için ve nimetleri görünür kılmak için çabalarsak, Allah (cc) çabamızı mutlaka ödüllendirecektir. Çaba bizden başarı Allah’tandır.

Soru: Cemaatimizin diğer cemaatlere karşı siyaseti ilden ile, bölgeden bölgeye farklılık arz ediyor. Bir yerde normal karşılanan karşılıklı ilişkiler bir başka yerde hoş karşılanmıyor. Bu, bilinçli uygulanan bir siyaset mi yoksa o bölgedeki öğrencilerinizin tercihi mi?

Öncelikle şunu belirtmeliyim; bizim için asıl olan karşımızdaki yapının tevhid ehli olup olmamasıdır. Allah’a tevhid üzere kulluk eden her Müslim, dinde bizim kardeşimizdir. Bu, ne cemaatin ne de bazı kardeşlerin tercihine bırakılmamış İslami bir sorumluluktur. Müslim’in Müslim üzerinde bazı hakları vardır, elimizden geldiğince yerine getiririz.

İbni Ömer’den (ra) rivayetle Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Müslim Müslim’in kardeşidir, ona haksızlık etmez, onu haksızlığa da bırakmaz. Kim kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim Müslim’i bir üzüntü ve sıkıntıdan kurtarırsa Allah da onu kıyamet gününün üzüntü ve sıkıntılarından bir üzüntü ve sıkıntıdan kurtarır. Kim bir Müslim’in (kusurunu) örterse Allah da kıyamet günü onun (kusurunu) örter.”  [47]

Ebu Hureyre’den (ra) rivayetle Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

” __Müslim’in, Müslim üzerindeki hakkı altıdır.

__Ey Allah’ın Resûlü, nedir onlar? denildi:

__Onunla karşılaştığında ona selam ver, seni davet ettiğinde davetine git, senden nasihat istediğinde nasihat ver, aksırdığında ve ‘El-Hamdulillah’ dediğinde, ‘yerhamukellah’ de, hasta olduğunda ziyaretine git, vefat ettiğinde cenazesinde bulun, buyurdu.” [48]

Şayet sorumlu olduğumuz Müslim kardeşimize yardım etmemize engel şer’i bir özür varsa, bunu değerlendirir, ona göre adım atarız. Daha önce verdiğim bir cevapta bu konuyu açıklamıştım.[49]

Şehirden şehire veya bölgeden bölgeye var olan farklı uygulamalar, bilinçli tercihtir. Bu farklılığı belirleyen şeriata ve tecrübeye dayalı bazı ölçülerdir.

◆Allah (cc) müminleri iyilik ve takvada yardımlaşmayadavet ediyor.[50]Bulunduğumuz bölgede yer alan kardeşlerimizle iyilik ve takva üzerinde yardımlaşabiliyorsak yakın olmaya, bu mümkün değilse mesafeli durmaya gayret ediyoruz. Zira şunu biliyoruz, tabiat boşluk kabul etmez. İyilik ve takva üzerine yardımlaşamayanlar, günah ve haddi aşma üzerineyardımlaşıyorlar. Allah (cc) da bunu yasaklıyor.[51]

Bazı bölgelerde, bazı grupların İslami bir çalışma yapmaktan ziyade, başka gündemlerinin olduğunu görüyoruz. Aşırı korkak olup Müslimlere korku aşılayan; yaşadıkları gayriislami hayatı meşrulaştırmak için tarihin şaz fetvalar galerisinde gezinen; sürekli olumsuzlukları gündemleştirip Allah’ın sevmediği “kefur” birey/toplumlardan uzak duruyoruz…

◆Allah (cc) müminlere Allah’a ve insanlara verdikleri sözlere bağlı kalmayı emrediyor. Allah’a (cc) veya insanlara verdiği sözü bozan ve bunu bir sıfat/ahlak haline getiren insanlara karşı müminleri uyarıyor. Allah Resûlü de bunun bir nifak hasleti olduğunun altını çiziyor. Buna binaen bu sıfatı üzerinde taşıyan, sürekli bölen ve bölünen, sürekli sözlerini bozan ve yeni sözler inşa edenlerden uzak durmaya, onlara mesafeli davranmaya çalışıyoruz.

Özellikle şirk ehlinin özelliği olan ve İslam’da da münafıkların temsil ettiği, güç odaklı ittifaklar kuran birey/gruplara karşı mesafenin yanında tepkiliyiz de. Zira bu insanlar, bu davranışlarıyla yalnızca ahlaksızlık yapmıyor, insanları Allah’ın yolundan alıkoyarak davaya da zarar veriyorlar.

Tabiinden Mücahid (rh) der ki:“Cahiliyede insanlar bir kavimle sözleşir ittifak kurarlardı. Sonra daha güçlüsünü gördüklerinde sözlerini bozar, daha güçlü olanla ittifak kurarlardı. Bunun üzerine şu ayetler indi: [52]

‘Allah’a söz verdiğinizde O’nun ahdini eksiksiz yerine getirin. Pekiştirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. (Çünkü, yapacağınız işe Allah adına yemin etmekle) üzerinize Allah’ı kefil kıldınız. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı bilir. (Allah adına yeminle pekiştirdikten sonra sözünüzü tutmayarak) ipini sağlamca eğirdikten sonra onu bozup (eski hâline getiren) kadın gibi olmayın. Bir topluluk diğerinden (sayıca ve malca) daha fazla diye yeminlerinizi aranızda hile ve bozgunculuk aracı edinmeyin. Allah (verdiğiniz sözler ve ettiğiniz yeminlerle) ancak sizi imtihan etmektedir. Anlaşmazlığa düştüğünüz konuları kıyamet günü elbette, size açıklayacaktır.’  [53]”

Daha sonra yüce Allah, böylelerinin insanları Allah’ın yolundan alıkoyduğu için ayaklarının kayacağını ve azaba uğrayacaklarını haber verir.

“Yeminlerinizi tuzak ve bozgunculuğa alet edinmeyin. Yoksa (istikamet üzere) yere sağlam basmasından sonra ayak kayar ve Allah’ın yolundan alıkoyduğunuz için kötülüğü (azabı) tadarsınız. Ve sizin için büyük bir azap olur.” [54]

Zira bu ahlaka sahip insanlar toplumda güvensizlik oluştururlar. Müslimlerin sözlerine bağlı olmayan, hain tabiatlı bir toplum olduğu düşüncesine meydan verirler. Yanlış temsiliyetleri nedeniyle insanları Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Ki bizler Müslim olmamıza rağmen bu insanlardan rahatsızlık duyuyorsak, İslam’dan uzak insanların ne düşüneceğini varın siz düşünün!

Sonuç olarak; şayet bir yapıyla ilişkimizin iyilik ve takva üzerine yardımlaşma olacağına inanıyorsak, yakın ilişkiler geliştirmeye çalışıyoruz. İslami olarak bir şey katamayacağımız, bize de bir şey katmayacağını düşündüğümüz yapılara ise mesafeli davranıyoruz. Ayrıca“Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz.” [55]nebevi hükmünce, güç odaklı hareket eden birey/toplumlardan uzak olmak için özel olarak çaba gösteriyoruz. Bu, bazı kardeşlerin tercihi değil; yukarıdaki mezkûr gerekçelerle cemaatsel bir tavırdır. Bölgeden bölgeye değişmesi normaldir. Zira her bölgenin kendine özel şartları vardır.

Sizleri Allah’a emanet ediyor, salih dualarınızda beni unutmamanızı rica ediyorum. Allah (cc) yardımcınız olsun. Sizi rahmeti ve inayetiyle kuşatsın.

 

[1] .6930 no’lu hadis öncesinde

[2] .Bk. Fethu’l Bari

[3] .Bk. Müslim, 191

[4] .3/Âl-i İmran, 192

[5] .32/Secde, 20

[6] .3/Âl-i İmran, 192-193

[7] .17/İsrâ, 79

[8] .Müslim, 8

[9] .9/Tevbe, 53-54

[10] .16/Nahl, 48

[11] .22/Hac, 18

[12] .Buhari, 5420; Müslim, 1365

[13] .Tirmizi, 2451

[14] .2/Bakara, 74

[15] .45/Câsiye, 13

[16] .Buhari, 3482; Müslim, 2242

[17] .Buhari, 3319; Müslim, 2241

[18] .Buhari, 3019

[19] .Buhari, 5515; Müslim, 1958

[20] .Buhari, 5515

[21] .Ahmed, 15629

[22] .Ebu Davud, 2549

[23] .Buhari, 2320; Müslim, 1553

[24]  .Darimi, 2649

[25] .6/En’âm, 141

[26] .7/A’râf, 56

[27] .Ebu Davud, 5239

[28] .”Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın. Haddi aşmayın. (Çünkü) Allah, haddi aşanları sevmez.” (2/Bakara, 190)

[29] .Muvatta, 982

[30] .Bk. 11/Hûd, 61

[31] .43/Zuhruf, 54

[32] .14/İbrahîm, 34

[33] .22/Hac, 66

[34] .80/Abese, 17

[35] .7/A’râf, 17

[36] .73/Müzzemmil, 5

[37] .90/Beled ,11-17

[38] .Ahmed, 15958; Nesai, 3134

[39] .Bk. 3/Âl-i İmran, 144-145; 16/Nahl, 121.93/Duhâ, 11

[43] 14/İbrahîm, 7

[44] .14/İbrahîm, 34

[45] .16/Nahl, 112

[46] .Mufredatu’l Kur’an ş-k-r maddesi

[47] .Buhari, 2442; Müslim, 2580

[48] .Buhari, 1240; Müslim, 2162

[49]  Soru: Her mümine yardım etmek zorunda mıyız?

            Allah’ın (cc) üzerimizdeki sayısız nimetlerinden biri, bizleri iman bağıyla kardeş kılmasıdır. Rabbimiz bizleri kardeş kılmakla beraber, birbirimize karşı bazı haklar belirleyerek, kardeşliğin çerçevesini çizmiştir. Bu hak ve sorumluluklardan biri de kardeşin kardeşe yardım etmesi, onun derdiyle dertlenmesi ve ihtiyaç anında onun yanında olmasıdır.

            “Onlar ki başlarına bir haksızlık geldiğinde yardımlaşırlar.” (42/Şûrâ, 39)

            “… Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz! Müslim, Müslim’in kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu küçümsemez…” (Müslim, 2564)

            “Birbirlerine merhamet etme ve yardımlaşmada müminler, bir beden gibidir. Onun bir organı hastalansa, sıtma hastalığı misali tüm vücut aynı acıyı hisseder.” (Buhari, 6011; Müslim, 2586)

            Bu kısa açıklamayla beraber belirtmeliyim ki zikrettiğimiz naslar mutlak değildir, Kur’ân ve sünnet bütünlüğünde nasları tedebbür ettiğimizde, aşağıda zikredeceğimiz bir tafsilatla karşılaşırız.

            a. Yardım istenenin güç ve imkân sahibi olmaması: Bir mümin yardıma muhtaç olabilir ve sizden yardım isteyebilir. Ancak sizin ona yardım edecek güç ve imkâna sahip olmanız gerekir. Allah (cc) hiçbir insana gücünden fazlasını yüklemez (2/Bakara, 286) ve bizden gücümüz nisbetinde kendisinden korkmamızı emreder. (64/Teğabûn, 16)

            Allah Resûlü (sav) Mekke’de ashabına işkence edildiğini görüyor, onlara sabır tavsiye ediyor ve cennetle müjdeliyordu. Yasir ailesi bu örneklerden sadece biridir. Sümeyye ve Eşi Yasir günlerce süren işkenceden sonra şehit edildiler. Nebi: “Sabredin ey Yasir ailesi! Sizin buluşma yeriniz cennettir.” demekten başka bir şey yapamıyordu; çünkü onlara yardım edecek gücü yoktu.

            b. Yardım isteyenin azgın bir şahsiyet olması:

            “Ahalinin farkında olmadığı bir zamanda şehre girdi. Orada kavgaya tutuşmuş iki adam gördü. Biri kendi taraftarlarından, diğeri düşmanlarından. Onun taraftarlarından olan, düşman olana karşı (Musa’dan) yardım istedi. Musa ona yumruk attı ve onu öldürdü. Dedi ki: ‘Bu, şeytanın işidir. Şüphesiz ki o, apaçık saptırıcı bir düşmandır.’ ” (28/Kasas, 15)

            İsrailoğullarından bir mümin Musa’dan (as) yardım istiyor. Musa hiç düşünmeden yardıma koşuyor. Ancak bir gün sonra aynı adamın başka biriyle kavga ettiğini görüyor. Bu defa hemen yardım etmiyor ve farklı bir yol izliyor.

            “(İşlediği cinayet nedeniyle) şehirde korku içinde ve etrafı gözetleyerek sabahı etti. (Bir de ne görsün!) Dün kendisinden yardım isteyen kişi (yine) ona seslenip yardım istiyor. Musa ona dedi ki: ‘Sen apaçık azgın bir kişisin.’ O ikisinden düşman olanı yakalamak isteyince, Musa’ya dedi ki: ‘Ey Musa! Dün birini öldürdüğün gibi bugün de beni mi öldürmek istiyorsun? Sen, sadece yeryüzünde bir zorba olmak istiyor, ıslah edicilerden olmak istemiyorsun.’ ” (28/Kasas, 18-19)

            Yardım isteyenin azgın bir şahıs olduğunu belirtiyor ve ilk olayda olduğu gibi düşmana vurmak yerine yalnızca ayırıyor, düşmanı tutmak istiyor. İlkinde aktif olarak olaya müdahale eden Musa (as), ikincide pasif müdahalede bulunuyor ve yalnızca düşmanı yakalamaya yelteniyor.

            Yardım isteyen mümin azgın tabiatlı ve şerli bir insan/grup ise; yapılacak yardım onları ıslah etmeyip azdıracaksa, onlara pasif bir yardımda bulunabilir. Bu da mümkün değilse yardım terk edilebilir.

            c. Antlaşma durumunda olması: Müminler bir toplulukla antlaşma yapmış ve yardım isteyenlere yapılacak yardım bu antlaşmaya aykırı ise; yardım etmezler. Hudeybiye Antlaşması tamamlandığında, Ebu Cendel (ra) zincirleri ve prangalarıyla antlaşma yapılan alana geldi. Antlaşma gereği Resûlullah (sav) onu babasına geri verdi. Bu durum sahabeye o kadar ağır geldi ki Ömer (ra) bu manzara sonrası Allah Resûlü’ne gelip o meşhur itirazını yöneltti. (Buhari, 2731-2732)

            Sonuç olarak; Müslimler yardım talebinde bulunan kardeşlerine yardım etmekle mükelleftirler. Bu kardeşlik hukukunun bir gereğidir. Ancak yukarıda zikredilen şartlar durumunda yardım etmeyebilirler.”; Tevhid Dergisi, Sayı 76, Hasbihâl, Halis BAYANCUK. s. 04

[50] .5/Mâide, 2

[51] .5/Mâide, 2

[52] .Bk. Zadu’l Mesir fi ilmi’l Tefsir

[53] .16/Nahl, 91-92

[54] .16/Nahl, 94

[55]  Buhari, 6133; Müslim, 2998

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver