Medrese Geleneği ve Kürdistan Medreselerine Kısa Bir Bakış

Talim ve terbiye, yani eğitim ve öğretim sahasında olup da elinde kalem, tebeşir, mikrofon, klavye veya kumanda gibi vasıtalardan birini tutan şuurlu eğitimciler Endülüs’ten Osmanlı’ya İslam medeniyetinin yükselişi ve gücünün zirvede olduğu devirlerde medreselerdeki eğitim sistemini ve anlayışını her fırsatta büyük bir hayranlıkla yâd ederler.

İnsana, bitkiye, hayvana, canlı-cansız varlıklara saldırıya ve hatta yüce yaratıcıya isyana sebep olan Batı bilimi ve eğitim sistemine göre bir öğrenci ancak; bilgisiyle ölçülecek, öğretimiyle itaat ettirilecek ve daima kontrol edilip yönlendirilecek pozisyonda tutulması gereken bir varlıktır. Çünkü Batı biliminin ve genel manada Batı sisteminin temel hedefi kâinata hakim olmaktır. Bu hedefin ilk adımı da doğal olarak insana/öğrenciye hakim olabilmektir. Bunun da birinci aşaması, insaniliği ve insan dışındaki tüm varlıklarla barışıklığı bir kenara itip, kâinata hakimiyeti merkeze alan bir eğitim sistemini sürdürebilmektir. Güce dayalı ve hakimiyeti arttırma amacına hizmet eden bir sistemdir Batı eğitim modeli.

Esasen ilim yuvası olan medrese hakkında toplumumuzun büyük bir kesiminde büyük ölçüde yanlış bir kanaat oluştu. Medrese denince akıllara sadece ‘çocuklara Elif-Bâ’nın öğretildiği ve hafızlık eğitiminin yapıldığı yer’ geliyor artık. Dindarlar, nostaljik Osmanlı muhipleri, Türk-İslam sentezcileri, tarikatçılar ve gelenekçi muhafazakarlar nezdinde medrese aynı zamanda nostaljik bir manevi haz ve doyum konusudur. İslam ümmetinin üstün, galip ve büyük özgüven sahibi olduğu devirlerde yetişmiş ve cidden büyük hizmetlerde bulunmuş olan dirayetli yöneticiler, muzaffer komutanlar ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem vârisi seçkin ulemanın yetiştiği ilim ve irfan merkezleridir medreseler. Elif-Bâ öğreniminden, en derin ilmî meselelerde dirayetli ilim ehlinin yetişmesine kadar medrese sistemi ve eğitim modelinin katkısı ve önemi tartışılmazdır. Selçuklu sultanlarından Alparslan ve oğlu Melikşah’a da vezirlik yapmış olan o devrin en başarılı devlet adamı ve alimlerinden Nizamu’l Mülk’ün (Hasan bin Ali bin İshak et-Tusî) Nizamiye medreselerinden, günümüzdeki Tillo (Siirt) medreselerine kadar İslam coğrafyasının hemen hemen tamamında yaygın ve etkin bir medrese geleneği oluştu zamanla.

Şark medreseleri veya biraz daha daraltılmış bir nitelemeyle Kürdistan medreseleri de bu medrese geleneğinde her zaman önemli bir yere sahip olmuştur. Bu medreselerde tefsir, hadis, fıkıh, tıp, tarih, astronomi, edebiyat, matematik ve dil bilgisi gibi alanlarda akademik seviyede öğretim yapılırdı. Kürt medreselerinde tasavvuf cereyanının yaygınlaşmasıyla beraber Felsefe ve Kelam gibi dallarda da eğitim verilmeye başlandı. Kürdistan medreselerinde tasavvufçuluk ve özellikle de Nakşibendiliğin kök salıp yaygınlaşması on sekizinci yüzyılın sonlarında büyük bir ivme kazanmıştır. Bunun başlıca nedenlerinden biri de Nakşilerin silsile-i sâdâtının, yani ‘Efendiler Zinciri’nin yirmi dokuzuncu halkası olan Halidi Bağdadi’nin aslen Şehrezor’lu (Şehrezor, günümüzde Süleymaniye olarak bilinen Irak Kürdistan’ı sınırları içerisindeki şehir.) bir kürt olmasıdır.

Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi de dahil Osmanlı sultanlarının bir çoğu kendi dönemlerinde rağbet gören tarikatlardan birine müntesip idiler. Osman Gazi, Şeyh Edebali’nin hem müridi, hem de damadı idi. Osmanlı’nın son halifesi/sultanı Mehmed Vahiduddin tahta çıktığında âdet olduğu üzere Eyüp’te kendisine kılıç kuşattırıldı. Normalde kılıç kuşatma görevini devrin ileri gelenlerinin bir temsilcisi veya Şeyhu’l İslam yapardı. Fakat Sultan Vahiduddin kılıç kuşatma vazifesini o sıralarda İstanbul’da bulunan Şeyh Senusi’ye verdi. Osman Gazi’den Vahiduddin’e kadar hemen hemen tüm Osmanlı sultanlarında sofuluk meşrebi vardı. Bunun belki de en büyük faydalarından birisi medrese geleneğinin yaygınlaşması ve tarikatlar üzerinden desteklenmesiydi. Tarikatların Osmanlı devri medreselerinde yayılmış olmasının bir sebebi de bu cereyanın o dönemlerde devlete yönelik mevcut veya muhtemel iç tehdit ve tehlikelere karşı adeta koruyucu bir bariyer vazifesi görüyor olmasıydı. Osmanlı Devleti’nin temelinde bulunan tasavvufçuluk mayası farklı birçok tasavvufi cereyanın toplum içerisinde yer edinmesine vesile olmuştur. Gayr-ı müslimleri ayrı tutacak olursak, rençberden vezire kadar toplumun çok büyük bir kısmı o dönem faal olan herhangi bir tarikatla bağlantılıydı. Bu durum devlet açısından oldukça büyük bir avantajdı aynı zamanda. Zira tarikatlar ve bazıları bu tarikatların şubesi hâline dönüşmüş olan medreseler, halkın kontrol altında tutulup suhuletle itaatinin sağlanması için doğal ve etkin vasıtalar idi.

Osmanlı devrinde yaşanmış olan iç isyanların hemen hemen hiç birisinde medreseler yer almamıştır. Tarihçilerin de ‘tuhaf’ olarak değerlendirdiği istisnaî bir vaka var. Yavuz Selim devrinde kendisini mehdi olarak ilan edip isyan eden Celâl isminde Şiî/Alevî birisinin adıyla bilinen Celâli isyanları… Tokat ve havalisinde etrafında topladığı alevilerle birlikte Osmanlı’ya başkaldıran Celâl ismindeki elebaşı, Yavuz Selim tarafından takip ettirilip öldürtüldü. Tarihte Kızılbaş isyanı olarak geçen bu hâdise ortaya ilk çıktığında o yöredeki bazı softalar (medrese talebeleri) de destek vermişlerdi. Muhtemelen bu isyanlar sırasında medreselerde bulunan alevi softaların isyana katılıp destek vermelerinden ötürü böyle bir durum yaşanmıştır. Yoksa o devirlerde İran Şahı’nın da el altından destek verdiği Celâli isyanlarına Şii/Alevi karakterinden ötürü ne Anadolu, ne de Kürdistan medreselerinin destek vermesi asla söz konusu olmamıştır. Celâli isyanları 16. ve 17. yüzyıllarda da Osmanlı’nın başını ağrıtacak şekilde yer yer devam etmiştir.

Kürt Medreselerindeki Eğitim Sisteminde Feqî

Kürdistan medreselerinin ilk kuruluşundan bu yana medrese talebelerine feqî denmiştir. Bu isim aslında ilk başlarda medreselerde fıkhi konularda ihtisas yapan ve bulunduğu bölgede insanların karşılaştığı fıkhi sorunlarla ilgilenen kişiye verilirdi. Zamanla medresede bulunan küçük-büyük bütün talebeler bu isimle anıldı. Öyle ki medresede birkaç hafta geçiren bir çocuk dahi sonraki dönemlerde çevresindeki herkes tarafından feqî diye çağrılır ve ‘feqî’ onun için ömürboyu kullanılan bir sıfat olarak üzerine etiket gibi yapışıp kalırdı.

Medrese eğitiminde sınıf geçmek yerine kitap bitirme sistemi vardı. Medreselerdeki eğitim ortamı feqiler için rahattı. Kitap bitirme sistemiyle feqî, kendisine rehberlik eden seydasıyla birlikte o sene içinde okuyacağı kitap sayısını belirlerdi ki, medrese seydasından bu konuda herhangi sayı zorunluluğu dayatılmazdı. Eğitim şekli bire bir olurdu medresede. Feqî, şimdiki gibi bir öğretmenin 20-25 kişilik sınıfa hitabı ve ilgisinden çok daha fazla bir öğretmen/seyda ilgisine mazhar olurdu. Hem bilgi alır, hem de yeteri kadar ilgi görürdü hocasından. Günlük dersler tabiri caizse bir tür ‘Alış-Veriş’ formülüyle sürdürülürdü. Şöyle ki: Feqî, önceki gün seydasından aldığı dersi en iyi şekilde anlamış veya ezberlemiş olarak seydasına takdim ettikten sonra bir başka konuya ancak geçebilirdi. Çünkü konuyu anlamadan veya ezberlemeden seyda bir başka konunun dersini vermezdi feqîye. Feqî , gün içerisinde aldığı dersini kendisinde ileri kitaplarda olan müderrislere okur, ertesi gün seydaya takdim edene kadar ders pekişir ve böylece seydasına dersini öğrenmiş yahut ezberlemiş olarak giderdi. Bu da aslında medresede, özellikle de kitap bitirme sisteminde akranların ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Kürt medreselerindeki feqîlerin tamamının ezberinde önemli sarf ve nahiv metinleri ile sıra kitaplarının ilklerinden olan Emsile, Bina, Maksud ve Îzzî olurdu. Ezbere önem verilmesinin belki de en önemli gerekçesi; ezberin zihni açıp keskinleştirmesi ve karşılaşılan diğer metinlerin akılda kalıcılığını sağlıyor olmasıydı.

Önceki günün dersini seydasına takdim edip günlük dersini de alınca, yani yukarıda sözünü ettiğimiz ‘Alış-Veriş’ tamamlandıktan sonra voltaya çıkardı feqî. Bir baştan öbür başa, bir aşağı bir yukarı yürüyerek o günkü dersini yahut verilen metni ezberlemeye çalışırdı böylece. Yürüyüş halindeyken bazı zihinsel aktivitelerde bulunmak modern tıbbın da olumladığı ve birçok hekimin önerdiği bir usuldür. Çünkü beden hareket edince beyin de en üst değerlerde aktifleşmeye başlar, dikkatin başka yere kaymasını önler ve çalışılan metin üzerinde yoğunlaşma böylece sağlanmış olur. Feqîlerin bu metotu uygulamalarında böylesi tıbbi faydalarından ziyade aslında feqîliğe has olan edeb idi belirleyici unsur. Feqîler, seydadan ders alırken kemâl-i edeb ile rahlenin başında seydasının önünde diz çökerek otururdu uzun süre. Bu pozisyonda oturuş uzun sürünce bacaklarda uyuşma veya ağrı olurdu. Bacaklarda oluşan bu ağrı ve uyuşmayı gidermek için medresenin bahçesine çıkar ve yürümeye başlardı feqî. Yürürken vakit boş geçmesin diye de az önce aldığı dersine çalışır veya ezberini yapardı bu yürüyüş esnasında.

Sıra kitaplarını bitirip mezun olmuş feqîlerden kimisi medrese seydasının veya bağlı bulunduğu tarikat şeyhinin himmetiyle herhangi bir köye ‘Molla’ olarak tayin edilirdi. Bazıları da bugün üniversitelerde asistan veya araştırma görevlisi olarak akademik hayata atılan yeni mezun öğrenciler gibi medresede kalır ya da günümüz üniversiteleri gibi farklı uzmanlık alanlarında eğitim veren büyük medreselerden birine giderek herhangi bir ilim dalında ihtisaslaşmak üzere akademik medrese hayatına devam ederdi. Belli başlı büyük medreseler az sayıdaydı fakat eğitim kalitesi ileri düzeydeydi. Osmanlı devrinde bu tür medreselere sonradan ‘Medresetu’l mutehassisin’ denilmiştir. Uzmanlaşma medreseleri diyebileceğimiz bu medreselerde, taşra medreselerinde sıra kitaplarını bitirip yeni mezun olmuş yetenekli feqîlere tefsir, hadis, fıkıh ve kelam gibi alanlarda ihtisas yapma imkanı sağlanırdı. Sıra kitaplarını bitirdiği medresede kalarak bir anlamda mollalık stajına başlayan feqî ile seydasının himmetiyle mollalık yapacağı köye tayin olunan feqîlerin sayısı, büyük ihtisas medreselerine kabul edilen feqîlerin sayısından her zaman daha fazla olurdu. Medreselerde eğitim gören feqîlerin, medrese müderrisleri ile mollaların ve medresenin başında bulunan seydanın geçimi genellikle bulundukları bölgede yaşayan halkın yardımlarıyla olurdu. Günümüzde faaliyetlerini sürdüren sınırlı sayıdaki medreselerde de durum bu minvaldedir. Bunun haricinde halk tarafından yılda bir kez verilen tarım ürünleri ve hayvancılık zekatı, fitre ve ıskat gibi gelirleri de olurdu medreselerin.

Kadı, Bilge ve Önder Şahsiyet: Seyda

Seyda olarak isimlendirilen zat köyde veya kasabada yaşadığı toplumun en çok değer verilen kişilerindendi. Seyda, adeta bulunduğu toplumun manevi babası ve bilge kişisiydi. Medreseyi kuran veya kendisinden önce kurmuş olan şeyh ya da seydanın yerine geçen en üst düzey alimdir Seyda. Medresetu’l mutehassisinde her bir uzmanlık dalında birden fazla seyda bulunurdu. Fakat bilhassa köy medreselerinde genellikle bir seyda olurdu. Medresenin büyüklüğüne ve barındırdığı feqî kapasitesine göre seyda sayısı birden fazla da olabiliyordu. Sadece medreseyle ilgilenmeyen seydaların görev alanı oldukça geniş idi. Esnafın, köylünün, tüccarın, komşuların, karı-kocanın, vârislerin, hasılı halk içinde baş gösteren her türlü anlaşmazlıklara ve davalara da bakar, taraflar arasında barış ve anlaşma sağlama görevlerini de üstlenirdi seydalar. Tüm bu anlaşmazlık ve davalar şer’î şerife göre çözümlenir ve böylelikle hem davacı, hem de davalı taraflar memnuniyetle ve mutmain olarak ayrılırlardı (kadı) seydanın huzurundan. İşte bu özelliğiyle Kürdistan’da sözü en çok dinlenen, halk arasında itibar sahibi ve kendisine sınırsız güven duyulan önder bir şahsiyetti seyda. Bugün itibarıyla bu gelenek neredeyse kaybolma noktasına gelmiş bulunmaktadır. Seydalar ve mollaların büyük bir kısmının fevkalade itibar kaybına uğradıklarını görüyoruz. Bunun başlıca nedeni sosyalizm ve milliyetçilik gibi İslam dışı ideolojilerin bir kısım molla ve seyda sıfatlı şahıslar arasında revaç bulmasıdır. Bunun dışında esasen bölünme ve hizipçilik demek olan demokratik partilere üye olmaları, seçimlerde demokratik partiler lehinde çalışmalarda bulunmaları ve bu nedenle tevhidin değil, tefrika ve tarafgirliğin gündemleştirilmiş olmasıdır. Eskiden olduğu gibi kendilerine gelip şer’i şerife göre hükümde bulunmalarını talep eden davacı ve davalılar yok. Söz gelimi böyle birileriyle karşılaşsalar dahi rabbani olmayan sebeplerle muhakemede bulunmayı reddeder ve onları laik cumhuriyet mahkemelerine yönlendirirler.

Çok yakın bir geçmişe kadar Cumhuriyet rejiminin hep ceberrutluğuyla yüz yüze kalan bölge halkının devlete karşı tarif edilemez bir güvensizliği vardı. Bu güvensizliği anlatan şu deyim çok yaygındı bölge halkı arasında: ‘Huzurunda merkep gibi çökse dahi devlet, sakın binmeyesin o dabbeye, medet!’ Devlete karşı duyulan bu güvensizlik, halkı kendi aralarında itibarlı ve emin olan ve şer’i şerife göre muhakemede bulunan seydalara yöneltmekteydi, doğal olarak. Köy ve kasaba gibi küçük yerleşimlerde insanlar, seyda varken aralarındaki anlaşmazlıklara devleti karıştırmaktan çekinir ve bunu büyük bir ayıp ve töresizlik olarak görürdü. Cumhuriyet rejimi kurulmadan ve ileriki yıllarda laikleşmeden önce Osmanlı’nın diğer bölgelerinde olduğu gibi Kürdistan’da da Seydalar, alimler, hocaefendiler adeta tabiî ‘Kadı’ konumundalardı. Kadı’nın olmadığı zamanlarda devreye hemen adeta ‘Nöbetçi Kadı’ sıfatıyla diğer seydalar ve mollalar girer ve taraflar arasında muhakemeyi yaparak sulhu gerçekleştirirlerdi.

Küfrün Yıkıcılığı Karşısında Güçlü Bir Bariyer: Medreseler

Kürdistan medreselerinin bölgede yaygın, aktif ve eğitim alanında büyük ölçüde alternatifsiz olduğu dönemlerde ilim, fen, bilim ve ahlak alanlarında oldukça önemli başarılar sağladığını rahatlıkla söylemek mümkündür. Osmanlı’nın son demlerine kadar ümmetin vahdetinin güçlü bir şekilde sağlanıp tahkim edilmesi konusunda önde gelen destekçiler arasında bu medreseler vardı. Kürt medreselerinde yetişmiş devrin münevverleri ve alimlerin çok büyük çoğunluğu mesela Abdulhamid Han’ın ‘İslam Birliği’ siyasetine güçlü bir destek vermiştir. Ne gariptir ki şu sıralarda yere göğe sığdırılamayan Said Nursi, Sultan Abdulhamid’in tahttan indirilmesi meselesinde İttihat ve Terakkicilerin yanında yer almıştır. Kendi tabiriyle ‘Meşrutiyet-i meşrua’nın gelmesine imkan vermesi için Sultan Abdulhamid’in hal’ edilmesi hususunda Sultan’ın karşıtlarına destek olmuştur. Kürt medreselerindeki ulemanın huzursuzluklarını yatıştırmak için de bölgeye gidip onlarla görüşmüştür. Tabi durum sonraları değişti. İstanbul’a döndüğünde hakikatin hiç de arzu ettiği gibi olmadığını ve medrese ulemasının haklı oluğunu anlamıştır. Daha sonraki yıllarda bu amaçla yazdığı yazılardan yaptıklarından pişmanlık duyduğunu belirtmiştir.

1920 yılında İtilaf devletlerinin hazırladığı ve yaptıkları baskı neticesinde dönemin hükümeti olan Damat Ferit Paşa hükümeti tarafından imzalanan Sevr Antlaşmasıyla Doğu ve Güneydoğu bölgesinde kurulması öngörülen Batı güdümlü sözde bağımsız Kürdistan’ın kurulmasına en şiddetli itirazlar yine Kürdistan medreselerinden yükselmiştir. Her ne kadar Sevr Antlaşması ölü doğmuş ve uygulama imkanı olmamışsa da Kürt medreselerinin ve medrese uleması ile medrese kökenli münevverlerinin bu tutumu İslam’a bağlılık ve ümmetin vahdeti hususlarındaki yüksek hassasiyetini gösterir. Medreselerdeki bu İslam Birliği iradesi tabiî olarak halk nezdinde de itibar görüyor ve güçlü bir şekilde destekleniyordu. İslam’a bağlılık ve ümmetin vahdeti fikri Osmanlı’yı parçalanıp dağılmaya sürükleyen ölümcül milliyetçilik cereyanlarından Kürt halkını büyük ölçüde korumuştur.

Özünden birçok şeyi zamanla kaybetmiş olsa da şeklen var olan Hilafet müessesesinin 03 Mart 1924’te kaldırılması sonrasında laikliğin eğitim başta olmak üzere devletin tüm işleyişinde yer etmesiyle beraber medreseler de kapatılmaya başlandı. Fevc fevc irtidat etmiş olan batıcı kadroların yaptığı bu tür uygulamalarla hedeflenen ise, Osmanlı bakiyesi bu coğrafyada yaşayan milletin de kendileri gibi İslam’dan irtidat etmesiydi. Öncelikli hedef ise, doğal olarak yeni nesildi.

Osmanlı mirasına konan batıcı-laikçi kadroların İslami olan her şeye yıkıcı müdahalelerde bulunması ve Türk etnik kimliğinden başka bir kavmin varlığını reddederek asimile etme politikaları neticesinde sonraki dönemlerde Kürtler arasında da uğursuz milliyetçilik akımının neşvünema bulmasına sebep oldu. İlk başlarda bir reaksiyon şeklinde ortaya çıkan milliyetçilik akımı, süreç içerisinde biri diğerini besleyip keskinleştirdi ve ülkeyi büyük sıkıntılara soktu. Köhnemiş cahiliye davası hem laik-kemalist-demokrat Türkler için, hem de laik-sosyalist-demokrat Kürtler için on yıllardır süregiden bir ‘Kaybet-Kaybettir’ kampanyasına dönüşmüş durumda. Asıl kaybedenler ise tevhid şuurundan mahrum olan geniş toplum kesimleri ve daha ziyade çocuklar ve gençler oluyor. İlim, irfan ve güzel ahlak yuvası medreselerden kopartılan yeni nesiller laik-batıcı eğitim sisteminde ziyan edildi, on yıllar boyunca. Laik Kemalistler ile laik sosyalistlerin elbirliği edercesine yetiştirdikleri yeni nesil bir genç adam, hangi şeyden ve hangi amaçla yaratıldığının gafletine gömülürken bir taraftan da kendisine örnek/model olarak takdim edilen batılı ateist feylesofların hezeyanlarına sarılıyor ve onların tabir ettiği gibi ‘Tanrı’ya meydan okumanın şeytani hazzını yaşıyordu. İlginçtir, milliyetçilikte karşı kutuplarda olan kesimlerin ortaklaştıkları ender hususlardandır laikçilik ve batıcılık.

Kürt Medreseleri ‘Batıl Üretim Üssü’ Hâline Dönüştürülüyor

Son süreçte meselenin medreseler boyutu da pek iç açıcı değil. Bundan yüz yıl kadar evvel batılıların önerdiği sözde bağımsız Kürdistan tuzağını büyük bir ferasetle ve dirayetle boşa çıkarmış olan Kürdistan uleması ve münevverlerinin yetiştiği medreseler laik-kemalist Cumhuriyet tarafından kapatıldı. Cumhuriyet kadrolarınca yürütülen irtidat furyasına karşı direnen yüzlerce ulema medreselerden alınıp darağaçlarında sallandırılarak şehid edildi. Ortaya çıkan boşluk batıcı-laik okulların yaygınlaştırılmasıyla kapatılmaya çalışıldı. Ancak esas bu okullar milliyetçilik akımının güçlenmesinde büyük imkanların ve fırsatların doğmasına vesile olmuştur.

Köylerde ücrâlarda varlığını sürdüren medreselerin hatırı sayılır bir kısmı bilhassa son yirmi-yirmi beş senedir Kürt milliyetçiliğiyle sosyalizmin harmanlandığı laik bir ideolojinin etkisi altında kaldı. Medreselerde şeklen dahi olsa İslam’a bağlı ve ümmetin vahdetini müdafaa eden mollalardan ziyade Kürt milliyetçiliğiyle sosyalizmi meczeden nesebi gayri sahih bir tür Baas ideolojisine inanıp buralarda edindiği bilgiyi söz konusu amaç için kullanan beyaz takkeli milliyetçi sosyalistler yetişmeye başladı. Kürdistan medreselerinde yetişen bu kızıl neslin öncülerinden ve ünlülerinden biri de Cegerxun idi. Aynı zamanda şair de olan Cegerxun, Marksizmi göklere çıkaran ve tarihin gördüğü en kanlı kızıl diktatörlerden Stalin’e methiyeler düzen şiirleriyle de ünlüdür. Kürdistan medreselerinde yetişen beyaz takkeli kızıl mollaların sayısı tam olarak bilinmemektedir. Kürt milliyetçiliğinin daha görünür olmaya ve yaygınlaşmaya başladığı 1960’lardan itibaren Kürt halkının birkaç nesil sonra büyük ölçüde bu meş’um cereyana savrulmuş olması hakikatine bakınca, böyle bir neticenin ortaya çıkmasında beyaz takkeli kızıl mollaların da etkisinin ve katkısının ne kadar büyük olduğu hakkında bir fikir edinilebilir. On yıllar öncesinde kervan geçmez bazı dağ köylerinde dahi köy mescidine bitişik bir evde toplanmış gençler arasında evrimciliğin ve ‘artık değer’ gibi Kürt halkına tamamen yabancı ateist inanış ve sosyalist kavramların gündemleştirilip tartışılmış olması, medresede yetişmiş beyaz takkeli kızıl mollaların emeği ve gayretleriyle mümkün olabilmiştir. Aynı damar bugün de varlığını güçlü bir şekilde sürdürebilmektedir maalesef.

Kürdistan medreseleri tarihsel süreç içerisinde oldukça uzun bir süre Nakşibendî tarikatının etkisinde kaldı. Nakşibendiliğin medreseler vasıtasıyla giderek yaygın ve etkin hâle gelmesi, özellikle on sekizinci yüzyılda muvahhid ulemanın önderliğinde ortaya çıkmış olan tevhidî uyanış-öze dönüş hareketinin Arap yarımadasından Mezopotamya’ya ve Anadolu’ya ulaşmasını büyük ölçüde engellemiştir. Bir taraftan da Şia zihniyetinin yayılmasını önleyici bir misyonu olmuştur medreselerin. Hem tevhidî uyanışın, hem de Şia yayılmacılığının önünde büyük bir engel olma başarısını(!) gösterebilen Nakşibendilik etkisindeki medreselerin milliyetçi-sosyalist cereyanlara karşı aynı performansı gösterememiş olması, üzerinde ayrıca durulması gereken vahim bir durumdur.

Kürdistan medreselerinin son dönemdeki (kelimenin tam anlamıyla) içler acısı hâlini göstermesi açısından biri laik-demokrat, diğer laik-sosyalist olup kamuoyunda tanınan şahsiyetlerin durumuna bakmak faydalı olacaktır.

İlki, henüz küçükken Bitlis’in Adilcevaz ilçesinde (Esasen Norşin medresesine bağlı) bulunan Kazoğa medresesinde eğitime başlayan zattır. Halen Diyanet İşleri Başkanı olan bu zat resmî ‘İslam’ın en hararetli savunucularındandır ve bu düşüncelerini ifade ettiği birçok akademik tez ve tebliğleri bulunmaktadır. İslam’ın aslında laikliği de özünde barındırdığını ileri sürebilmektedir.

İkinci Bel’amî karakter ise yine medrese kökenli ve ilki gibi sonradan profesör ünvanı da almış birisidir. Yukarıda bahsettiğimiz beyaz takkeli kızıl mollaların günümüzdeki tipik örneklerinden birisidir. Eski bir molla ve şimdilerde ateist-sosyalist bir partide milletvekili olan zatın kısa süre önce tarifi ve tanımı bile giderek güçleşen ateist sosyalist ekrad taifesi hakkında ‘Onlar günümüzde Nuh’un gemisi gibidir!’ hezeyanında bulunabilmiştir. İlginçtir ki şimdiki Diyanet İşleri Başkanı ile söz konusu şahsın geçmişte bir süre medrese arkadaşlığı hikayeleri de vardır.

Kürdistan medreselerinde yetişen feqîler ve mollalardan geriye kalanların bir kısmı dindar-muhafazakar partilere intisap etmekle, yahut gönüllü hizmet yoluyla demokratik siyaset çalışmalarının bir parçası hâline gelmiştir. Bir kısmı da geçim derdinden ötürü ilimlerini sarf edecekleri mecra bulamadıkları için neredeyse tüm bildiklerini unutur hâle gelmişlerdir. Söz konusu mollaların tevhid davasına ve davet faaliyetlerine bakışını şu anekdot özetlemektedir: Medresede on beş yıla yakın bir süre eğitim görmüş bir mollaya ‘Tevhid daveti hususunda sorumluluklarınızı neden ifa etmekten kaçınıyor ve insanlarımıza bu hakikatleri niçin aktarmıyorsunuz?’ şeklinde sorulan soruya şöyle cevap vermişti: ‘Biz medrese mollalarının bedeninin dörtte üçü bu halkın bize yaptığı yardımlardan müteşekkil iken halkın değerlerine aykırı olabilecek şeyleri onlara nasıl takdim edebiliriz ki?’

Özellikle 1960 ve 70’li yıllardan sonra Kürdistan medreselerinde yer bulan Kürt milliyetçiliği ve sosyalizm cereyanı bölgedeki ilmî, irfanî ve ahlaki iklimi çok büyük ölçüde ifsad etmiştir. Kürt medreselerinde bu ideolojiyle yetişen fesat nesli, apaçık şirk akidesini tevhidden mahrum olan halkın nazarında meşru kılmak için olağanüstü çabalar göstermiştir. Allah’ın subhanehu ve teâlâ ayetlerini okuyup şeytanın dinine davet ettiler. Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem temiz ve sahih sünnetinden örneklerle tevhidden mahrum kitlelerin sapkınlıklarını arttırarak kendilerine yoldaş edindiler. Milliyetçilik ve sosyalizm gibi meş’um ideolojilerin İslami şiarlarla meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir başka devir yaşanmamıştır. Bu çabaların halk arasında karşılık görmüş olması tevhidî bilinç ve İslam’a bağlılık açısından büyük bir vahamet arzetmektedir. Medreselerinin, feqîlerinin, mollalarının ve seydalarının sayısı gün geçtikçe artmakta olduğu hâlde itikad olarak sosyalizme, milliyetçiliğe ve demokrasiye; yaşam tarzı olarak da laikliğe yatkın ve hatta meftun olanların fazla olduğu bir başka toplum var mıdır?

“Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma. Bize katından bir rahmet bağışla. Muhakkak sen bol bol bağışlayan (El-Vehhab)sın.” (3/Âl-i İmran, 8)

Allah’a hamd, Rasûlullah’a salât ve selam olsun.

 

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver