Kürtler ve Sorumluluklarımız

Hamd, iman ve takva dışındaki hiçbir sebebi üstünlük alameti saymayan Allah’ındır subhanehu ve teâlâ. Salât ve Selam, ırkçılık olmak üzere cahiliyeyi ayaklar altına alan Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem olsun.

Kürtler… Cumhuriyet tarihince yönetimin gündeminde olan, son otuz yıldır tüm kamuoyunun olumlu veya olumsuz gündemini meşgul eden halk…

Uludere katliamı ile beraber bir daha gündemin ilk sırasına oturan, ümmetin yetim uzvu, mazlum halk… Bu sayımızda bir halkın kısa tarihi, gündemde oluş nedenleri ve Müslümanların bu halka karşı sorumluluklarını işleyeceğiz.

Kürtlerin Kısa Tarihi

Bugün yaşadıkları bölge olan Mezopotamya’nın en eski halklarındandır. İslam ile şereflenmeden en yaygın dinleri Mecusilik ve Hristiyanlıktır. Yaşadıkları bölge kısmen Farsların kısmen de Bizanslıların elindedir. Uzun dönem bu iki gücün arasında kalan Kürtler, toplu olarak taraf seçmemiştir. İleride değinileceği gibi Kürtlerde köklü olan ‘Aşiret Geleneği’ toplu hareket etmelerine engel olmuştur. İslam ile erken dönemde tanışmaları; Ömer radıyallahu anh döneminde bugünkü İran’a yapılan fetih hareketleri esnasında gerçekleşmiştir. Sa’d bin Ebi Vakkas radıyallahu anh komutasında bölgede ilerleyen sahabe, kavim olarak Kürtlerden ciddi bir dirençle karşılaşmadı. Ancak Bizans ve Sasanilere bağlı yerlerde bu ordular içinde Kürtler vardı. Kadisiye savaşı diye bilinen bu fetih, Kürtlerin sahabe aracılığıyla İslam ile şereflenmesine sebep oldu. İlk etapta tedrici şekilde İslam’a giren Kürtler özellikle İyad b. Ğanem’in radıyallahu anh Diyarbakır’ı (Amed) fethetmesiyle fevc fevc İslam’a dâhil oldular.

Fetih hareketlerinin uzun sürmesi sahabenin bölgede uzun süre kalmasına sebep olmuştu. Bu, Kürtlerin İslam’ı ilk nesilden öğrenmesini sağladı. Gerek Sasani (İrani) gerekse Bizans’ın toplumda bıraktıkları cahiliye etkileri kısa sürede atıldı (637-645). 

O günden sonra iki vasıflarıyla İslam ümmetinde öne çıktıklar; cihad ve ilim. Tüm halifeler döneminde cephelerde aranan mücahidler oldular. Yaşadıkları hayat, çocukluktan başlayan askeri eğitim niteliğindeydi. Bulundukları bölge ilim havzasıydı. Günümüze kadar devam eden medrese kültürünün bu denli köklü olması bundandır.

Tarihte varlıklarını beylikler üzerinden devam ettirdiler. İslam topraklarını farklı yerlerinde birçok beylik kurdular. Hezbaniler, Mervaniler, Hasnaviler, Şeddadiler ve Eyyubiler…

İslam âlemi onları Eyyubiler döneminde hakkıyla tanıdı. Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü haçlılardan, Mısır’ı Fatimiler’den temizlemesi, Haçlılar karşısında yenilgi psikolojisine kapılan Müslümanlara hayat olmuştu. Bu dönem Müslümanlar tarafından dikkatle okunmalıdır. Müslümanlar iki koldan kuşatılmıştır, kutsal yerler Haçlıların elindedir. İçerden Hurufi, Batıni ve Tasavvufi akımlar Müslümanları uyuşturmuş, saptırmıştır. Mısır günümüzde olduğu gibi ümmetin hareket merkezidir. Fatimi Şiilerin elindedir, inanç ve amel yönünden sapkın oldukları gibi, bölgeyi Haçlılara bırakmışlardır.

Selahaddin Eyyubi az asker, maddi imkansızlık, uzun bir süreç sonrasında zafere muvaffak olmuştur. İslamî hareketin, tarihin bu döneminden dersler çıkarması zorunludur. 

Osmanlı’ya Geçiş

Eyyubiler’den sonra birçok beylik kuruldu. Kürtler bu dönemde (1200-1500 yılları), cihad yönünde zayıflamış olsalar da ilmi yönlerini korudular. Kürdistan bölgesi, dünyanın birçok yerinden öğrenci ağırladı. İslam ümmetinin önemli merkezlerinde Kürt âlimler kadı oldular.

Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgeler 14. yüzyılda Farslılar ile Osmanlı arasında sorunlu bölgedir. Sıcak ya da soğuk her daim savaş halinde olan bu iki ülkenin arasında Kürtler vardır. Farslılar şiiliğin, Osmanlı sünniliğin hamiliğini yapıyordu. Kürtler bir dönem Safevilerle (Fars) anlaştı, ancak bu uzun sürmedi. Gerek yapılan Şii propagandası, gerek atanan yöneticilerin Kürt bölgesine müdahale etmesi Kürtleri rahatsız etti. 

Yüzyıllar içerisinde oluşan ilmi havza onları şii propagandalarına direnç göstermesine sebep oldu. Kürtler, toplum olarak içişlerine karışılmasından hoşlanmazlardı. Yabancı yöneticilerin bunu bilmemesi, Beyleri rahatsız etmişti. Âlimler ve Beylerin bu rahatsızlığı halka da yansıdı. 

Rahatsızlıklarını dillendirmek için Şah İsmail’e gitseler de, sonuç alamadıkları gibi elçiler de zindana atıldı. 

Kürt Âlim ve Beyler’i çözümü Osmanlı’ya iltica etmekte buldular. Dönemin meşhur Kürt âlimlerinden Bitlîsî sarayda resmi görevdeydi. Bu iltica kabul gördü. 1515 yılında Kürtler Osmanlı tebası olur, içişlerinde kendi beylerince yönetilecek Kürtler, dışişlerinde Osmanlı’ya bağımlıdır. Osmanlı’ya vergi ve savaşlarda asker verecektir.

Osmanlı için Kürtler ve bölgeleri önemlidir. Onlarla düşmanlar arasında kalkan görevi görürler. Onlara iyi davranılır, âlimlerin ve beylerin halk üzerindeki etkisi bilindiğinden, onlara güzellikle muamele edilir, ümmet içerisinde önemli mevkilere getirilirler.

Bu ilişki yüz yıl kadar devam eder. Bu dönemde yaşanan iki olay Osmanlı ile Kürtlerin arasını açar.

1. 1639 Kasr-ı Şirin anlaşması: Bu anlaşmayla Osmanlı’nın Kürtler’e ihtiyacı kalmamıştı. Düşmanla antlaşma yapınca Kürtler’e karşı tutumu sertleşti. Eski ilgiyi görmeyen Kürtler Osmanlı’ya olan güvenlerini kaybetmeye başladılar.

2. Osmanlı da başlayan batılılaşma hareketi: 1700’lü yıllar Osmanlı’nın batı hayranlığının başladığı yıllardır. Avrupa’yı gezenler orada gördüklerini anlatıyor, hayranlık oluşmasına sebep oluyorlardı. Önce saraya avrupaî eğlence hayatı girmiş, bunu taklit takip etmişti. Osmanlı ilerlemiyordu, ekonomik ve askeri anlamda geriliyordu. Ancak özüne dönmek yerine yönünü batıya çevirmesi felaketi olmuştu. Özellikle eğitimin batılılaşması, Osmanlı’nın çöküş sürecini hızlandırdı. Artık batılı hocalar, batılı dadılar yöneticileri yetiştiriyordu. Her gelen bir öncekinden daha avrupaî yaşamaya gayret ediyordu. Bu durum İslami yaşama önem veren, şer’i hayatı önceleyen Kürtler için olumsuzdu. Osmanlı’ya siyasi anlamda zedelenen güvenleri, dini anlamda da zedelenmeye başladı.

1800’lü yıllarda Osmanlı’nın ismi kalmış, kendi bitmişti. Yeni Osmanlılar denilen grup çoğalmıştı. Batıda okuyan, her şeyiyle batıya uymanın gerekli olduğunu savunan bu zümre saray çevresini kuşatmıştı. Osmanlı padişahları batıya borçlanmıştı. Sefih eğlenceler, saray masrafları Avrupa’dan alınan borçlarla yapılıyordu. Bu borçlar Avrupa’nın Osmanlı’nın içişlerine karışması için iyi bir nedendi. 

İlk olarak azınlıklar meselesi gündem edildi. Hristiyanlar Osmanlı’da zımmî statüsündeydiler, devlete cizye veriyor, Müslümanların üstünlüğünü kabul ederek yaşıyorlardı. Bunların birçoğu Kürtler’in yaşadığı bölgedeydiler. 1539 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanları, İslam’ın ‘Zımmi Hukuku’nu lağvetmiş, onları eşit vatandaş kabul edilmişti. 

Kürt Beyleri, Hristiyanlardan vergi isteyince, alamamaya başladılar, yeni kanunları bahane edip cizyeleri ödemiyorlardı.

Osmanlı, azınlıklardan alamadığı vergileri Kürt Beylerine yüklüyordu. Ödenmesi mümkün olmayan bu vergiler Kürtleri zora sokmuştu. Kürtler azınlıklara baskı yaptıkça, Avrupa’ya şikâyet ediliyor, Avrupa bugünkü Osmanlı’yı uyarıyordu. Uyarı alan Osmanlı Kürtler’e karşı iyice sertleşiyordu.

Osmanlı’nın sınır güvencesi olan Kürt bölgesi, İslam bölgesine dönmüştü. Bu dönem birçok ayaklanma ve isyana sahne oldu. Bunlardan kimi siyasi olsa da İslamî kıyam mahiyetinde üç büyük hareket oldu. Üç hareketin ortak yanı şeriatın hayattan yavaş yavaş çıkarılması ve batılı hayat tarzına itirazdı. 

Bu ayaklanma ve kıyamların tafsilatı ilgili kaynaklardan okunmalıdır. Bunlardan ikisinin günümüz kürt siyasetinde etki bırakması nedeniyle inceleyeceğiz.

1. Molla Selim’in başlattığı Bitlis Kıyamı (1913-1914)

İttihatçıların batılı politikalarına karşı başlatılan ve geniş katılımı olan bir cihad hareketiydi. İttihatçılar henüz gerçek amaçlarını açıklamamıştı. Hürriyet ve özgürlük adı altında padişahın bazı uygulamalarına karşı çıkıyorlardı. İlginç olan dönemin ilim adamları da bunlara destek veriyordu. Said Nursi de bunlardandı. Hatta Molla Selim’i hürriyeti anlamamakla eleştirmiş ve itham etmişti. Ne var ki zaman Molla Selimleri haklı çıkarmıştı. İttihatçıların hürriyet dedikleri padişah üzerinden İslam’a saldırmak, can çekişen İslamî değerleri sonlandırmak ve tam batılılaşmayı sağlamaktı.

Onlara destek olan ilim adamları ‘Bunların şahsiyeti bizi ilgilendirmez, savundukları İslam’a uygundur. Zulmün kalkması insan hak ve hürriyetlerinin iadesidir’ diyorlardı. İlginçtir, aynı şahısların etbâı konumunda olan cemaatler aynı mantıkla aynı insanların yanında yer alıyorlardı. O dönemde şeriat savunucusu Molla Selimler (inşallah) şehit edilirken bu dönemde de aynı davayı sürdürenler mağdur ve mazlum ediliyordu. Bundan daha ironik olanı; 10-15 yıllık süreçte önünü göremeyenler asrın müceddid ve müçtehidi olarak takdim ediliyordu. İnsan şunu düşünmeden edemiyor; acaba yoksul muhalefeti kontrol altına almak için ‘Sol’ üreten TC., İslamî muhalefeti Molla Selimler’in, Şeyh Saidler’in çizgisinden kaydırmak için mi bazı zevatı öne çıkarıyor, kerameti kendinde menkul kıssalarla ulvi makamlara eriştiriyordu.

Kıyam şiddetle bastırılmış, o güne kadar hiç görülmemiş uygulamalar yapılmıştı. Âlimler atların kuyruğuna bağlanıp halkın arasında gezdirilmiş, idam edilmişti. Bu uygulamalar dahi ittihatçıların amacının anlaşılması için yeterliydi. Ne var ki hürriyet sevdası birilerini kör etmişti. 

Bu dönem güzel okunmalıdır. Günümüzle olan benzerliği göz önünde bulundurulup dersler çıkarılmalıdır. Özellikle belli zihniyetlerin sadece bu dönemi değil, o dönemde küfrün önderlerinin yanında aynı gerekçelerle yer almaları iyi anlaşılmalıdır.

Kıyam istenilen neticeye ulaşamamıştı, fakat başarılı olmuştu. Özellikle Şeyh Said kıyamına zemin hazırlaması, ittihatçıların İslam düşmanlığının açığa çıkması, bu başarılardandır.

2. Şeyh Said Kıyamı (1925)

Cumhuriyet kurulmuş, İslam anayasası yürürlükten kaldırılmıştır. İttihat ve terakki mensupları yönetimi tam anlamı ile ele geçirmişti.

İslam düşmanlığı her geçen gün artıyor, Müslümanlar baskı görüyordu. Doğuya gelen haberler Şeyh Said’i düşündürüyordu. Toplum münkere teslim olmuştu, düzen tağutlaşmıştı. Gazeteler de İslamî değerlere açıktan saldırılıyordu. Şeyh bu mesuliyet duygusuyla bölge âlimlerini ve kanaat önderlerini ziyaret etmeye başladı. Bu hale teslim olmamalı, çözüm geliştirmeliydiler. Şeyh organize bir cihad hareketinden yanaydı ama bu tek başına karar verilebilecek bir durum değildi. Şeyh, bölgeyi gezerken destek görmüş ve âlimlerin birçoğundan onay almıştı. 

Ancak kıyam, hazırlık aşamasında başlamak durumunda kaldı. Şeyh bir düğüne davetliyken asker baskın düzenlemişti. Asker kaçağı birkaç kişiyi almak istiyordu, Şeyh veremeyeceklerini söyleyince silahlar patlamış, kıyam başlamıştı. Bu hasbel kader gelişen bir olay mıydı? Ya da sistemin, kıyam hazırlığını tamamlamadan başlatma gayreti miydi? Allah subhanehu ve teâlâ daha iyi bilir…

Şeyh komutanları atamış, çevre illere haber etmiş, kendisi Diyarbakır komutanlığını üstlenmişti. Birçok yer mücahidlerin eline geçmişti. Ancak Diyarbakır kuşatması uzamış, erzak ve cephane tükeniyor sistem sürekli asker sevkiyatı yaparak üstünlüğü ele geçiriyordu.

Dünya tek vücut olmuştu kıyama karşı. Fransa kendi kontrolünde olan demiryolunu TC.’ye açmıştı. Batı onlarca uçak satmıştı. İçerdeki aşiret ağalarına yüksek vaatlerde bulunulmuş, destekleri engellenmişti.

Demiryolu aracılığı ile ciddi sayıda asker ve mühimmat nakledildi bölgeye. Bu, hem cihadın yayılmasını önlemiş hem de bir anlamda mücahidlerin kuşatılmasını sağlamıştı. Uçaklarla bomba yağdırılmış, halk sindirilmişti. TC. askeri mücahidlerin kıyafeti ile halka ait yerleri yağmalamış, kara bir propaganda başlamıştı. 

Şeyh’in bacanağı Binbaşı Kasım haindi. Şeyh’in kaçarken yakalanmasını sağlamış, kıyam sona ermişti.

Şeyh ve arkadaşları istiklal mahkemelerinde yargılanmış idam edilmek suretiyle (inşallah) şehid edilmişlerdi.

Cumhuriyet Dönemi Kürt Politikaları

1900-2000 yılları arası Kürtler için zulüm ve yok sayılma yıllarıdır. Onlara karşı izlenen tutum; intikam ve yok sayma politikasıdır. Bunun temel nedeni şer’i kıyamlar ve batılı hayat tarzına karşı olmalarıdır.

1. Kürtleri millet olarak yok sayma

Cumhuriyet Osmanlı’dan farklı etnik kimlikleri miras almıştı. Osmanlı kimliğiyle Osmanlı’da sorunsuz yaşayan birçok millet sıkıntı yaşamaya başlamıştı. Yeni düzen Türkiyelilik kimliğini üst kimlik kabul etmiyor, Türklük kimliğini üst kimlik olarak belirliyordu. Bu, diğer ırkları yok saymanın başlangıcıydı. Türkiyelilik üst kimlik olsa; etnik gruplar Türkiyeli Türk, Türkiyeli Kürt, Laz veya Ermeni şeklinde yaşayabilirdi. Ancak Türk-Kürt, Türk-Ermeni olamayacağından sorunlar başlamıştı. ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’, ‘Ya sev ya terk et’ bu mantığın sloganlaşmış halidir.

Bu yok saymadan en büyük payı Kürtler aldı. Irkları, dilleri ve kültürleri yok sayıldı. Kürt diye bir kavmin olmadığı, bunların dağlı Türkler olduğu tezi işlendi. Tüm etnik kimlikler aynı muameleye az çok tabi olsa da Kürtler baskı, işkence eşliğinde bu politikaya tabi tutuldular. Bu siyaset Kürtler’in düşmanlığını körüklemiş ‘Beni yok sayanı ben de tanımam’ haleti ruhaniyesini yerleştirmiştir. Yok sayılan bu millete yatırım yapılmamış, yoksulluk had safhaya ulaşmıştır.

Kürtler asimile edilmek için batıya sürgün edilmiş, göçe zorlanmıştır. Kimi zaman köyleri yakılmış, kimi zaman baskı kurularak göçe zorlanmışlardır. Göç edilen yerlerde iş sorunu, ırkçılık, yeni sorunlara sebep olmuştur. Bölgede kalanlar yoksulluk, işsizlikle mücadele ederken; göç edenler ırkçılık, aşağılanma, yoksulluk gibi birden fazla sorunla karşılaştılar.

Kürtlerin hem devlete hem millete olan güvensizliğinin altında bunun etkisi vardır. Sorunun hassas ve kırılgan oluşu Kürtler’in çözümü devlet dışında arayışında bu süreç çok etkilidir.

Sistemin bu anlamda Kürtlere yaptıkları kendiliğinden gelişen olaylar değildir. Dönemin doğu raporları okunduğunda belli bir plan çevresinde bunların yapıldığı görülecektir ki bu raporlar Dersim katliamının yolunu hazırlamıştır. Atatürk bölgeyi hem kendi gezmiş hem de İnönü’yü yollayıp rapor hazırlatmıştır.

Bu raporlar bugün birçok çalışmaya konu olmuştur. İlgililerin okuması, Kürt siyasetinin anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.

2. İslami aidiyetlerinden soyutlama

Sistemin Kürtler ile en büyük problemi şeriat talebinde bulunan kıyamlara destek vermeleriydi. 1960’lara kadar denediği yöntemler tutmamıştı, İslami aidiyet gelenek düzeyinde de olsa devam ediyordu.

60 darbesi sonrasında TİP (Türkiye İşçi Partisi) kuruldu. Bu hareket Türkiye doğu illerine yöneldi ve DDKD (Devrimci Doğu Kültür Dernekleri) bünyesinde halka ulaştı. Kürtler’in haklarının gasp edildiği, kimliklerinin tanınması, ana dillerinin hayatın her alanında serbest olması gerektiğini savunuyorlardı. Bu şekilde de birçok insanın desteğini kazandılar. Ancak çözüm konuşulmaya başlandığında amaçları anlaşılmış oldu. 

‘Bu haklar neden kayboldu?’ ve ‘Nasıl alınır?’ soruları gündeme oturdu.

Birincisi; atalarımızın din adına, Osmanlı’ya uyup, Hristiyanlara zulmetmesi nedeniyle Avrupa bizden nefret etti, yeni dünya düzeninde bizleri tanımadı. Öyleyse temelinde din olan her şeyi bırakmalıyız. Kaybettiklerimiz din sebebiyle kayboldu.

İkincisi; ancak bu haklar sosyalizm çatısı altında elde edilir. Halkların kardeşliğini ve özgürlüğünü, sosyalizm vadediyor. Sosyalizm okunmaya başlanınca, dinin afyon olduğu, milletleri Araplara köleleştirdiği anlatılıyordu.

Yani sorunun kaynağının da, çözümünün de dinden uzaklaşmak olduğu söyleniyordu.

Bu hareket kısa sürede yayıldı. 12 Eylül 1983 askeri darbesi ile PKK hareketi iyice büyüdü, İslam düşmanlığını yaydı. Devletin özelde Diyarbakır cezaevi, genelde tüm bölgede başlattığı işkence ve zulüm, halkı PKK’ya itti. Artık İslam’dan uzaklaşma devresi tamamlanmış, PKK ile beraber İslam düşmanlığı başlamıştı. İslami olan her şeye saldırı, hakaret yaygınlaşmıştı. 

PKK İslam’ı eleştirmekle bir yere varamayacağını anlayınca, bunu aleni yapmaktan vazgeçti. Lakin İslam’ın pratiği olan Müslümanları eleştirmeye başladı. Osmanlı, Müslüman olmasına rağmen Kürtleri kullandı, sınır güvenliği için sömürdü, işi bitince tüm haklarını aldı. Batıda yaşayan Müslümanlar (genelde sağ partileri ve milliyetçi nurcular kastediliyor) bu zulme yüzyıldır sessiz kaldı, ‘İslam bu mudur?’ demeye başladılar.

3. Bölünmelerini sağlamak

Kürtler bölünmeye müsait toplumlardandır. Cahiliyeden kalma aşiret bağı onları parçalamıştır. Bugün dünyada 40 milyon olduğu düşünülen Kürtler, Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda ve İran, Irak, Suriye’nin Türkiye sınırında yaşıyorlar. Az bir nüfus Kafkasya, Gürcistan ve Ermenistan topraklarında yaşıyor.

Dünya savaşları sonrasında sınırlar çizilmiş, Kürtler yukarıda zikredilen dört bölgede kalmıştır. Aileler sınır telleri ile parçalanmış, onarılması zor travmalar yaşanmıştır. Ev sınırın bir yanında, bahçe bir yanda; muhtar bir yanda köy bir yanda; okul, sağlık ocağı bir yanda öğretmen, doktor bir yanda…

Uludere olayına sebep olan kaçakçılık ve sınır ticareti bu politikanın sonucudur. Başlangıçta hayatın devamı, akrabalarla bir araya gelmek için yapılan sınır geçmeler, zamanla ticarete dönüşmüştür.

O bölgede fiili savaşın devam etmesi ticari olarak imkânları bitirmiştir. Yakılan köyler, öldürülen hayvanlar, mayınlı tarlalar halkı hayvancılık ve ziraat yerine kaçakçılığa yönlendirmiştir.

4. Güvenlik 

Şeyh Said kıyamıyla beraber ilan edilen ‘Takriri Sükûn’ yasası daha sonra olağanüstü hal adını alacaktır. Mücadele için her yolu mübah sayan, kanunsuz ve keyfi muamele diyebileceğimiz bu güvenlik konsepti, bölgeyi savaş alanına çevirdi. İşkence, faili meçhul, tecavüz, gasp, haraç vs. kanunsuzluklar bu yasadan alınan yetkiyle işlendi.

İnsanın temel ihtiyaçlarından olan emniyet bu sayede yok edildi. Bölge insanın hayatı asker ve polis elinde oyuncak haline geldi, mal, can, ırz emniyeti kalmadı.

Bu, insanlarda güvensizlik ve ürkeklik meydana getirdi. Atılan onlarca adımın, küçük bir olumsuzlukla başa çıkamamasının temelinde bu ürkeklik vardır. Her an o yıllara dönme korkusuyla yaşayan bölge insanı, basit bir çağrışımda o ruh haline girip, yapılanları boşa çıkarabiliyor.

2000 Sonrası Süreç

AKP ve söylemleriyle, bölge insanı umutlandı. Yüz yıllık inkârın ardından Kürt sorununun kabulü, sıcak mesajlar vermesi, anayasa değişikliği vaadi, bölgeye yapılan kısıtlı hizmetler insanlara ‘Acaba’ dedirtti. Lakin bu süreç başarısızlıkla sonuçlandı. Bunun sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:

AKP’nin siyasi amaçlarla bu işi yapması: Kürt sorununu çözmekle beraber, bundan siyasi rant elde etmek istiyor olması. Bunun için de bir şeyler görmek istiyor olması. Temelde insaniyet ve samimiyet olmayan bu girişim, kendi çıkarları tehlikede olunca duruyor.

Kadro olarak milliyetçileri kullanması: Projenin sosyal ayağını Gülen cemaati yönetiyor. Bu cemaatin milliyetçiliği bölge halkı tarafından kabul edilmiyor. İslamî diye sunulan her paketten Türkçülük çıkıyor. Televizyon kanalları, diziler, gazeteler askeri yüceltip PKK militanlarını aşağılıyor. Aşağıladıkları insanlar bölgenin gerçeği ve oy potansiyeli olan halkın yakınları… Bu da yapılanların geri tepmesine sebebiyet veriyor.

Masaya yanlış insanlarla oturması: AKP, PKK’yı muhatap almakla, onu Kürt halkının meşru temsilcisi kabul etti. Bu yanlışın bedelini çözümün tıkanması ile ödedi. 

PKK 30 yıllık savaş sürecinde birçok ülke ile ilişki kurdu, onlardan destek aldı. Bu ülkeler PKK’nın içine sızdı. Süreç ilerlerken AKP bunu hesap etmedi. O güçlerin devreye girip PKK’yı farklı alanlara çekebileceği öngörülmedi.

Yüzyıldır insanların oluşturduğu travmaların etkileri hesap edilmedi. Halkın hemen sisteme entegre olup, oy vermesi beklendi. Oysa yüz yılda tahrif edilen vicdanların onarılması, güvensizliğin yerine güveni, ürkekliğin yerini atılıma bırakması uzun yılların işidir. AKP’nin çabuk dönmesi, operasyon üstüne operasyon yapması halkta oluşan güvensizliği iyice pekiştirdi. 

Uludere katliamı bunun en güzel örneğidir. 34 insan katledilmiş, bir özür dahi çok görülmüştür. Başbakan askere teşekkür etmekle yetinmiştir. Yüz yıl boyunca inkar ve reddin, baskı ve zulmün her türlüsüne düçâr olmuş bir halkın AKP’ye güvenmesini beklemek normal midir?

Uludere gibi 90’lı yıllarda dahi benzeri az olan bir katliam için özür dahi dilemeyen bir partiye çözüm için destek vermek akıllıca mıdır?

Tevhid ehli olarak bu süreçten çıkarmamız gereken dersler:

1. Tarihinde cihada ve İslami kıyamlara sahiplik etmiş bir halk, Müslümanların ilgisizliği nedeniyle sosyalist, kâfir bir partiye kalmıştır. Gasp edilen haklar Allah’ın subhanehu ve teâlâ insanlara fıtrî olarak verdiği haklardır. Bu hakların savunuculuğunu tevhidi söylemle Müslümanlar yapmalıdır. Bölge halkı meşru haklarını savunan insanların sadece PKK olmadığını bilmeli, Müslümanların bu konuda destek olduğunu görmelidir.

2. Musa aleyhisselam tevhid davetinin yanında İsrailoğullarının haklarını savunmuştu. Onlar gibi Peygamberlerine nankör bir halk dahi mazlumiyet durumunda savunulmuştur. Müslümanlar tevhid davetini gölgelemeyecek şekilde tüm mazlumların meşru hakkını savunmalıdır. Allah Rasûlü’nün, müşriklerin hakkını almak için Hılfu’l Fudul oluşumunda yer aldığı ‘İslam’da tekrar çağrılsam tekrar icabet ederdim’ diyerek övmesi unutulmamalıdır.

Burada ölçü: Asıl rengin tevhide davet ve şirkin reddi olmasıdır. Bunun yanında hakları gasp edilen mazlumların haklarının dillendirilmesidir. Elden gelen yardımların esirgenmemesidir. 

Tağutların ilahlık iddiası reddedildiği gibi bunun yeryüzüne yansıması da reddedilmelidir. Şüphesiz mazlum halkların oluşu, tağutların onlar üzerinde kendilerini yetkili ve sahip görmelerindendir. Onların ulûhiyet iddiasını reddettiğimiz gibi bu iddiadan kaynaklı, insanlara zulüm ve hakların gaspını da reddetmeliyiz.

3. Bünyemize yüzyıl içerisinde yerleşmiş milliyetçi damardan kurtulmalıyız. Maalesef ki birçok Müslümanın bu meseleye bakışı, okulda aldığı ve küfür saydığı eğitim(!), medya propagandası ile oluşmuş ve kültür emperyalizmi dediği bakış(!), aileden kalan ve cahiliye dediği gelenekçi bakışla(!) şekillenmiştir.

Bu bizler için çelişkidir. Bunun kanıtı Şeyh Said kıyamının, İngiliz kışkırtmasıyla Kürtlük davası için yapıldığına inanan insanların azımsanmayacak kadar çok olmasıdır. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.

4. Cumhuriyet dönemi ve İslamî kıyam hareketlerinin okunması ve dersler alınması: İslamî hareketleri düşman dili dışında İslami kaynaklardan okumalı, değerlendirmeler kanaat önderleri ve alimlerin gözetiminde yapılmalıdır. Yanlış okumalar neticesinde büyük tevhidi hareketler yanlış tanındı.

Örneğin, Son yüzyılların en büyük tevhidi hareketi ve önderi Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab rahimehullah İngiliz ajanı olarak tanıtıldı.

Şeyh Said kıyamı İngiliz kışkırtması ile yapılan kürtlük hareketi olarak lanse edildi.

Günümüz cihadî hareketleri, ABD ve Batının kurduğu ve kullandığı örgütler olarak lanse ediliyor.

Amaç: Sonraki nesillere örnek olma kapasitesi olan hareketlerin bu yanını silmek ve etkileşimi engellemektir.

Kendi tarihini bilmeyen insanlar, müstakim gelecek inşa edemezler. Bu hareketlerin karalanması tasavvufi-hurufi önderlerin öne çıkarılması, onlar adına gün ve gece, yıl ve törenler tayin edilmesi boşuna değildir. Bağlarımızın kesilmek istendiği geçmişimizle doğru bağlar kurmalıyız.

Davamızın sonu, alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd etmektir.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver