Kur’ân ve Biz

Allah’ın adıyla.

Kur’ân, Allah (cc) tarafından bize hidayet, nur, ruh ve şeref olarak indirilmiştir. Bunu kabul etmekte müminler olarak bir sıkıntımız yoktur. Sıkıntı olan nokta, Kur’ân ile aramızdaki ilişkidir. Kur’ân, hidayettir; ama biz onunla bilcümle hidayeti arıyor muyuz? Kur’ân, nurdur; biz onunla hayatımızı nurlandırıyor muyuz? Kur’ân, ruhtur, şereftir; peki, biz ruhumuzu onunla besleyip izzetin yolunu onda arıyor muyuz?

Tüm benliği ile evet diyebilen var mı? Zor…

İtikadi anlamda Kur’ân bizim dayanağımızdır. İnandığımız esasları Kur’ân -ve sünnet- ile delillendirmeli, neye niçin inandığımızı Kur’ân rehberliğinde tespit etmeliyiz.

Amelî/ahlaki anlamda Kur’ân bizim kaynağımızdır. Neleri yapacağımızı ve/veya yapabileceğimizi, neleri terk edeceğimizi ve/veya terk edebileceğimizi Kur’ân belirler. Nelerin ahlaki olduğuna ya da ahlaka aykırı olduğuna yine Kitap karar verir.

Görüldüğü üzere Kur’ân dinin temelidir, hayattır. Bunu sloganik bir söylem olsun diye söylemiyoruz. Kur’ân müminin hayatında bu özelliği ile bariz olmalıdır. Bu gerçek, yaşantımızda yer etmelidir. “Kur’ân, hayat kitabımızdır!” deyip onu terk ediyorsak, kendilerini eleştirdiğimiz müşrik toplum ile -bu anlamda- aramızda bir fark kalmamıştır.

Peki, Allah Resûlü’nün Kur’ân’ı terk eden insanlardan mahşer meydanında şikâyetçi olacağını biliyor muyuz?

Evet, mahşer meydanında Peygamber (sav) şikâyetçi olacak!

“Resûl der ki: ‘Rabbim! Şüphesiz ki benim kavmim, bu Kur’ân’ı terk edilmiş olarak bıraktılar.’ “[1]

Kur’ân’ı hecreden/terk eden insanlar kısım kısımdır. İbni Kayyım, “Fevaid” isimli kitabında bu insanları sınıflandırmıştır:[2] “Kur’ân’ı hecretmenin (terk etmenin)” birtakım şekilleri vardır:

1. Onu dinlemeyi terk etmek, ona inanmayı terk etmek ve ona yönelmekten kaçmak.”

Mekke müşrikleri Kur’ân’ı dinlemez, meclislerinde, çarşı pazarda veya Kâbe’de aleni olarak okunmasına müsaade etmezlerdi. İnsanlara ulaşmasına engel olmak için Kur’ân okunan meclislerde uygulanması üzere bir karar çıkartmışlardı:

“Kâfirler dediler ki: ‘Kur’ân’ı dinlemeyin ve o okunurken (anlaşılmasın diye) sesler çıkarın. Umulur ki siz galip gelirsiniz.’ “[3]

Müşrikler Kur’ân’ın Allah (cc) tarafından indirildiğine iman etmez, uydurulduğunu düşünürlerdi. Elbette, her toplumda olduğu gibi, hak olduğuna inanıp farklı nedenler ile inkâr eden kâfirler de vardı.

Kur’ân’dan engelleme çalışmaları Mekke’deki davet yılları boyunca devam etmişti:

“Onlar hem (insanları) Kur’ân’dan alıkoyar hem de (kendileri) ondan uzaklaşırlar. Yalnızca kendilerini helak ederler. Farkında da değillerdir.”[4]

Öte yandan kendilerini gizli gizli Kur’ân’ı dinlemekten alıkoyamıyor ve hayret ediyorlardı.[5]

Günümüz ile miladi 6. asır arasında 1400 yıl olduğuna bakmayın. Durum aynı. Ebu Cehillerin ya da Ebu Leheblerin ismi değişti sadece. Kur’ân ayetlerini anlatmak yine suç. Hakka dil olmak yine ceza gerektiriyor. Hakkı anlatan müminleri meclislerinden alıkoymak üzere küffar yine iş başında… 

Kur’ân’ın sesi duyulmasın diye alelade bir gürültü yapıyorlar. Evliyanın (!) menkıbelerini anlatan hoca kılıklı tağut şakşakçıları, reklamlar ile insanların âdeta gözlerine sokulan göz alıcı dünyalıklar, müzikler, dijital oyunlar, filmler, sinemalar…

Ancak o zaman da hakiki manada engel olamadılar, bu gün de olamıyorlar. Allah (cc) o kâfirlerin tuzaklarını aleyhlerine çevirdi. Bugün de çeviriyor/çevirecek. Kimse Kur’ân sesinin duyulmasına, mesajının insanlığa ulaşmasına engel olamayacak. Allah, nurunu tamamlayacak.

“2. Onunla amel etmeyi terk etmek. Kur’ân okusa ve iman ettiğini (söylese) de helal ve haramı gözetmeyi terk etmek.”

Bu başlığı iki kısımda incelememiz mümkündür:

Kur’ân’a iman ettiğini söyleyip Allah’a (cc) şirk koşanlar:

Günümüzde örnek aramaya gerek yok. İçerisinde yaşadığımız toplumun hemen tüm fertlerini bu başlığa tereddütsüz dâhil edebiliriz. Sorulduğunda Kur’ân’a inanan, mezarlıklarda, kandil ve mevlitlerde Kur’ân okumayı meziyet sayan ve hafız yetiştirmek ile kıvanç duyan bir toplumun içerisindeyiz. Ne yazık ki camilerde, türbelerde, mezarlıklarda ya da mevlitlerde okunan bu Kur’ân insanların hayatlarında görünmüyor. İnsanlar Kur’ân’ı sadece “inanılması gereken bir kutsal” olarak kabul ediyor, ancak onun iklimini yaşamıyorlar. Anayasa bakımından ve hayat düzeni açısından demokrasiden pek memnunlar. Allah’ın (cc) dışında kanun yapan insanlar edinmek onlara göre sorun değil. İnanıyorlar; ama amel etmiyor, şirk koşuyorlar. 

Kur’ân’a iman eden, Allah’ı tevhid eden; ancak amel konusunda zayıf olanlar:

Allah’ı itikadi ve amelî anlamda tevhid eden bir kul, Kur’ân ile yakın olmalıdır. Onunla amel etmelidir. Ancak bu her zaman olmayabiliyor. Tevhidden sonra haramlar, kötülükler içerisinde süregiden hayatları hepimiz biliyoruz. Kim bilir, bizzat biz de amel konusunda gevşek, helal haram sınırlarına riayet etmeyen insanlar olabiliriz. Sağlama yapmak istiyorsak, muhasebe etmek en kestirme yoldur.

“3. Dinin usulünde ve fürusunda Kur’ân’la hükmetmeyi ve onunla muhakeme olmayı terk etmek…”

Hükmetmek: Buradan kasıt amel etmek değil, yönetici olan insanların Allah’ın Kitabı’nı yürürlüğe koymasıdır. Bir yöneticinin Kur’ân’ı güzel sesi ile okuması yeterli değildir. Onunla hükmetmeli; hevaya, insan yapımı kanun müsveddelerine tabi olmamalıdır:

“Ey Davud! Seni yeryüzünde halife kıldık. (Öyleyse) insanlar arasında hakla hükmet. Sakın hevaya/arzuya uyma, yoksa seni, Allah’ın yolundan saptırır. Hiç şüphesiz, Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unuttukları için çetin bir azap vardır.”[6]

Muhakeme olmak: Allah’a ve ahiret gününe iman etmiş kimseler, ihtilafa düştükleri mevzuları Kitab’a ve sünnete götürürler. Çünkü Kitap ve sünnet haktır, adalettir. Allah’ın (cc) hükümlerini terk edip tağuta muhakeme olan insanlar Kur’ân’a iman iddialarında yalancı olup kâfir olan insanlardır: 

“Sana indirilene (Kur’ân) ve senden önce indirilen (Kitaplara) iman ettiğini zannedenleri görmedin mi? İnkâr etmekle emrolundukları hâlde tağuta muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan onları (hakka geri dönüşü zor) uzak bir saptırmayla saptırmak ister.”[7]

“4. Kur’ân’ı inceden inceye düşünmeyi, onu anlamayı ve onunla konuşmayı, onu anlamaya çalışmak istemeyi terk etmek.”

Tedebbür,[8] tefekkür[9] ve tezekkür[10] İslam’ın bize emrettiği sorumluluklardır. Kur’ân’ı sadece okuyup geçen insan, Rabbimizin kelamını istenildiği gibi anlayamayacaktır. Doğru anlayamayanın yaşamı da doğru olmayacaktır. 

“5. Bütün kalp ve diğer hastalık türleri için Kur’ân’dan şifa ve tedavi istemeyi terk edip başkasından hastalığına şifa istemek.”

Kalbin katılaşması, hastalanması, ölmesi, nefsin günahlar ile boğuşur hâle gelmesi, şeytanların kişi üzerine otorite kurup yönlendirmesi, yoğun stres, korku ve hüzün manevi hastalıklardandır. Manevi, psikolojik ve maddi hastalıkların şifası -sünnet ile de sabit olduğu üzere- Kur’ân’da mevcuttur:

“Kur’ân’dan müminler için (şüphe, şehvet, dünya sevgisi gibi hastalıklara) şifa ve rahmet olacak ayetler indiririz. Zalimlerin ise yalnızca hüsranını arttırır.”[11]

İşte bu zikredilenlerin hepsi kuşkusuz -her ne kadar kimisi kimisinden daha tehlikeli olsa da- Allahu Teâlâ’nın şu âyetinin kapsamına girmektedir:

وَقَالَ الرَّسُولُ يَا رَبِّ اِنَّ قَوْمِي اتَّخَذُوا هٰذَا الْقُرْاٰنَ مَهْجُورًا

“Resûl der ki: ‘Rabbim! Şüphesiz ki benim kavmim, bu Kur’ân’ı terk edilmiş olarak bıraktılar.’ “[12]

 

 


[1].     25/Furkân, 30

[2].     Fevaid, 82 

[3].     41/Fussilet, 26

[4].     6/En’âm, 26

[5].     “Ebu Cehil, Ebu Sufyan ve Ahnes b. Şerik bir gece birbirlerinden habersiz Peygamber’in (sav) Kur’ân okumasını dinlediler. Sabah olunca oradan ayrıldılar. Yolları birleşip birbiriyle karşılaşınca her biri diğerine, ‘Seni buraya ne getirdi?’ dedi. Sonra bir daha böyle bir şey yapmayacaklarına dair sözleştiler. Zira Kureyş gençlerinin onların buraya gelmelerinden haberdar olup etkilenmelerinden korkuyorlardı. İkinci gece biri yapmış oldukları sözleşmeye binaen diğerlerinin gelmeyeceğini sanarak oraya tekrar geldi. Sabah olunca yol onları tekrar buluşturdu ve birbirlerini kınadılar. Sonra bir daha yapmayacaklarına söz verdiler. Üçüncü gece yine geldiler. Sabah olunca bir daha gelmemeye dair birbirlerine tekrar söz verdiler ve oradan ayrıldılar. Ahnes b. Şerik, sabah olunca asasını aldı ve Ebu Sufyan’la görüşmek için evine gitti. Ona:

       __ Ey Ebu Hanzala! Muhammed’den işittiklerin hususundaki görüşün nedir, dedi. Ebu Sufyan:

       __ Ey Ebu Salebe! Vallahi ben bildiğim ve kastedileni anladığım şeyler dinledim. Sen de bildiğin ve kastedileni anladığın şeyler dinledin, dedi. Ahnes:

       __ Yemin ettiğine yemin ederim ki ben de öyleyim, dedi. 

       Ahnes daha sonra Ebu Sufyan’ın yanından çıkıp Ebu Cehil’in evine, onunla görüşmeye gitti. Ona:

       __ Ey Ebu Hakem! Muhammed’den işittiklerinin hakkında görüşün nedir, dedi. Ebu Cehil:

       __ Ne işiteyim? Biz ve Abdulmenafoğulları birbirimizle hep çekiştik. Yedirdiler, biz de yedirdik. Taşıdılar, biz de taşıdık. Verdiler, biz de verdik. Nihayet hepimiz diz üstü çöküp yararlı yarış atları gibi kalmıştık ki ‘Bizde kendisine vahiy gelen bir peygamber var.’ dediler. Onlara ne zaman yetişebileceğiz? Vallahi asla ona iman etmeyecek ve tasdiklemeyeceğiz, dedi. Bunun üzerine Ahnes yanından kalkıp gitti.” (İbni Kesir, En’âm Suresi, 33. ayetin tefsiri)

[6].     38/Sâd, 26

[7].     4/Nîsa, 60

[8].     Ayetlerin arka planına odaklanıp anlamaya çalışmak.

[9].     Kur’ân’ı derin düşünerek anlamaya çalışmak.

[10].    Kur’ân’ın öğütlerini hatırlayıp yaşanılanlar ile anlam vermek.

[11].    17/İsrâ, 82

[12].    25/Furkân, 30

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver