Hicri ve Miladi Takvim

Allah’ın subhanehu ve teâlâ adıyla…

Allah’a hamd, Rasûlü’ne, âline, ashabına salât ve selam olsun.

Takvim bir ihtiyaçtır. Büyümenin, devletleşmenin getirisi olan bir ihtiyaç. Başka toplumlarla kültürel, siyasi, ekonomik ilişkilerde zaruret halini alır.

Tarih/takvim mefhumu iki anlayış üzere kuruludur.

1. Zamanın belirlenmesinde güneş sisteminin veya ayın esas alınması

İslam, ay yılını esas almıştır. Bu konuda son sözü söylemiştir. Pratikte bir çok ibadeti ayın hallerine bağlamıştır. Ve bu sistemin, Allah subhanehu ve teâlâ tarafından yerin ve göğün yaratıldığı günden itibaren belirlenmiş olduğuna dikkat çekmiştir.

“Gerçek şu ki, Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah’ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesab (din) budur. Öyleyse bunlarda kendinize zulmetmeyin ve onların sizlerle topluca savaşması gibi siz de müşriklerle topluca savaşın. Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.” (9/Tevbe, 36)

“Sana, hilalleri (doğuş halindeki ayları) sorarlar. De ki: ‘O, insanlar ve hac için belirlenmiş vakitlerdir. İyilik (birr), evlere arkalarından gelmeniz değildir, ama iyilik sakınan(ın tutumudur). Evlere kapılarından girin. Allah’tan sakının, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (2/Bakara, 189)

2. Takvime başlangıç kabul edilecek zaman

Her toplumun yıl başısı, farklı bir gündür. Genelde insanlar nezdinde dini ve sosyal olarak derin izler bırakan, kutsal kabul edilen zamanlar yılbaşı olarak seçilir. Örneğin; batı dünyası İsa’nın aleyhisselam doğum gününü (1 Ocak) yılbaşı olarak kabul eder ve yıllık takvim bu günle başlar. Bu onların dini ve kültürel aidiyetlerini de gösterir. Araplar İslam’dan önce önemli savaşları tarih başlangıcı olarak kabul ediyordu. Fil vakıası yaşanınca bu günü tarih başlangıcı kabul etmeye başladılar. Yazı olmadığı için sözlü olarak olayları ‘Fil vakıasından önce’ ve ‘Sonra’ diye tasnif ediyorlardı.

Hicri Takvim

Sahabe yazılı takvim kullanmıyordu. Ayın hallerine göre zamanı belirliyor, takvim başlangıcı olarak belli bir günü esas almıyorlardı. Bu durum Ömer radıyallahu anh döneminde bazı karışıklıklara neden oldu.

Ömer’e radıyallahu anh bir çek getirildi. ‘Şaban ayı’ yazılıydı. Ömer radıyallahu anh ‘Bu Şaban mı? Geçen yılın Şabanı mı? Gelecek yılın mı?’ sorusunu sordu. Borçlanma ve ekonomik ilişkilerde yazılı bir tarihe ihtiyaç olduğunu anladı.

Yine valilerinden Ebu Musa el-Eşari’ye radıyallahu anh birbirinden farklı iki talimat yolladı. Talimatlarda tarih olmayınca Ebu Musa radıyallahu anh tereddüte düştü.

Bu ve benzeri vakıalar sahabeyi yazılı takvime zorladı. Toplanıp istişarede bulundular. Allah Rasûlü’nün hicret ettiği yılı tarih başlangıcı olarak kabul ettiler. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ‘Rebiu’l Evvel’ ayında hicret etmişti. Araplarda yılın ilk ayı ‘Muharrem’ ayıydı. Yıl hicret yılı olmakla beraber karışıklık olmaması için yılın ilk ayını ‘Muharrem’ kabul ettiler. Böylece takvim başlamış oldu. Takvim başlangıcı için seçilen gün insanların hayatındaki yol ayrımına işarettir. Bireyler anılarını onları çok etkileyen olaylarla tarihlendirdiği gibi toplumlar da böyledir. ‘Evlendikten önce veya sonra’, ‘Falancanın vefatından önce veya sonra’ gibi anlatımlar konuşanın dönüm noktasını ifade eder.

Sahabenin hicreti seçmesi bu açıdan bakılınca daha iyi anlaşılır. Hicretle birlikte hayatlarından birçok şey değişmişti.

Hicret, Allah ve Rasûlü’nü sevmenin can, canan, yar, diyar ve dünyalıktan önde olduğunun kanıtıydı.

Sabır ve yakinle bekledikleri zaferin fecriydi hicret.

Büyük fetih yolunda atılmış ilk adım, cihadın mukaddimesiydi.

Böylece nesillerin hafızasında canlı tutmak istedikleri ‘bu olayı’ tarihleştirmiş oldular. İnsan yaşamı akan bir su mecrası ise, onun yatağı olan zaman ve mekandır. Zamana ve mekana kodlanan şeyler kalıcı olmuş olur. İleriden gelen nesillere dini ve kültürel aidiyetlerini hatırlatır ve hafızalarda canlı tutar. Bundan olsa gerek ilkel toplumlardan, büyük medeniyetlere kadar her toplum için önemli zamanlar (bayramlar) ve mekanlar (kutsal) olagelmiştir. Ve İslam’ın hakimiyetini tesis ettiğinde zaman ve mekan mefhumuna müdahale etmiş, cahiliyede olanları değiştirmiştir.

Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ilk olarak zamana kodlanmış bayramları değiştirmekle işe başladı. Medine’ye hicret ettiğinde bayram olarak kutlanılan nevruz ve mihrican bayramları için:

“Allah sizleri o iki günden daha hayırlı olan Ramazan ve Kurban bayramıyla değiştirdi.” (Sünen sahipleri, Cabir’den.) buyurdu.

Mekansal kutsiyete müdahale etti.:

“Üç mescid dışında hiç bir yere sefer yapılmaz. Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa ve benim mescidim.” (Buhari, Müslim)

Miladi Takvim

Güneş yılını esas alan takvime Miladi takvim dendi… Başlangıcı İsa’nın aleyhisselam doğumudur. Her ne kadar bu konuda farklı fikirler beyan edilse de, yılbaşı olarak bu günü kutlayanlar, İsa’nın aleyhisselam doğumunu kutladıklarını belirtiyorlar. Yani hakikatle vakıa uyuşmasa dahi niyetleri budur.

Batı dünyası dini aidiyeti vurgulamak için, Miladi takvimde ısrarcı olmuştur. Sömürgesi altına giren toplumların bu takvime geçmesinde diretmiştir. Bunda başarılı da olmuştur. Gerekçe olarak, Uluslararası ilişkilerde uyum ve anlaşmazlıkların önüne geçilmesini öne sürmüşlerdir. Ancak bu iddia ayette ifadesini bulduğu gibi: “Kalplerinde gizledikleri büyük kinin” (3/Ali İmran, 118) gereğidir.

Cumhuriyetin kurulması ve ona giden yolda yaşanan hadiselerin tek nedeni batılılaşma hevesidir.

Osmanlı’nın son dönemlerinde İttihat ve Terakki ‘Takvim-i Ğarbi’ adıyla, miladi takvimi yürürlüğe koymak istemişti. Ancak bunun resmi olarak kabulü, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra gerçekleşti. Cumhuriyetin inkılaplarından biri olarak 26 Aralık 1925 tarih ve 698. sayılı ‘Takvimde Tarih Mebdeinin Tebdili’ kanunuyla yürürlüğe girdi. Hicri takvim resmen sonlandırılıp, miladi takvime geçilmiş oldu.

Cumhuriyet inkılapları, iki esası tesis ve tahkim için yapılmıştır. Bunlardan birincisi dindir. Batılılaştırılmak yani kafirleştirilmek istenen toplumu, var olan dini değerlerden uzaklaştırmak. İkincisi toplumda var olan ve batılılaşmanın temelinde olan ‘Kadının cinselliğiyle toplumu azgınlaştırmak, değersizleştirmek’ mefhumuna aykırı toplumun namus anlayışını değiştirmek.

Bu, batının uzun süren çalışmaları sonucunda yaptığı tespitler doğrultusunda atılmış adımlardır. Doğu toplumlarının sömürgeleşmemesinin iki ana nedeni olduğunu görmüşlerdi. ‘Din ve namus’ ya da ‘akide ve ahlak’.

Bu bir iddia değildir. Cumhuriyet inkılaplarının sahibi Atatürk’ün sözleridir. Kazım Karabekir şöyle anlatıyor:

’10 Temmuz 1923 günü Ankara istasyonundaki özel kalem binasında, Halk Partisi tüzüğünü müzakere ettikten sonra Gazi’yle baş başa hasbihâl ettik. Kendisinden hiç beklemediğim bir cümle sarfetti: ‘Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkumdurlar’. Daha düne kadar kendini hilafet ve saltanat makamına layık gören ve bu hususlarda girişimde bulunan din ve namusun lehine (övücü) sözler söyleyen, hatta Balıkesir’de hutbe okuyan Paşa, yüzüne hayretle baktığımı görünce şu açıklamayı yapma ihtiyacı duydu: ‘Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle ülkeyi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce insanların din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz.’ (Mustafa Armağan, Derin Tarih, Kazım Karabekir Paşa, 1. Sayı.)

Miladi takvime geçiş bu projenin bir ayağıydı. Bununla hedeflenenleri maddeler halinde incelemeye çalışalım.

Toplumun aidiyetine müdahale etmek:  Miladi takvim kullanan toplumların batı dünyasına ait olduğu anlaşılır.

Tarihiyle toplum arasındaki bağı koparmak: İslam tarihi, Hicri takvimle yazılmıştır. Harp inkılabı ve tarih tebdili toplumun kendi tarihiyle arasına mesafe koymasına ve yeni nesillerin geçmişi hiç anlamamasına zemin hazırlamıştır. Geçmişi olmayan toplumların, geleceği de olmaz. Bundan dolayı vahyin terbiye ettiği sahabe toplumu, ilk insan Adem’den aleyhisselam o güne kadar kendi tarihlerini vahiy aracılığıyla öğrenmiştir.

Hicretin unutturulması: Hicret bir mekteptir. O gün yaşayanlara birçok şey öğrettiği gibi, her nesle ve İslamî harekete mesajlar vermiştir. Bunların içinden en mühim olanı, baskı ve eziyetler, işkence ve engellemeler hangi boyutta olursa olsun, İslamî harekette çaresizlik yoktur. Hareket, aktif olmak ve mücadelede bulunmak zorundadır. Bulunduğumuz bölgede tüm kapılar kapansa, yaprak oynamasına müsaade edilmese dahi Allah’ın arzı geniştir. (4/Nisa, 97)

Yeniden dönmek, yeni bir merhaleye adım atmanın adıdır hicret. Yeni alanlar bulmak, sıfırdan başlamak, harekete alan açmaktır hicret.

Bu mektebin öğrencileri şartlara esir olmaz. Şartlar onların esiridir. Her şart ve ortamda Rabblerine kulluk, Müslümanlara kardeşlik edecekleri bir imkan olduğunu bilirler.

Sahabenin, hicreti takvim başlangıcı kabul etmesi ve takvime ‘Hicri Takvim’ demeleri bu manalara haiz oluşundandır. Bu manalar her yıl yenilenecek ve canlı kalmış olacaktı. Batılılaştırılan/kafirleştirmek istenilen toplum bu manadan soyutlandı.

Ümmet bilincini bölmek: Bizler ümmetiz.. Bir bedenin azaları, bir duvarın tuğlaları gibi.. Varlığımız ümmet oluşumuza bağlıdır.. İslam, inanç olarak bunu tabîlerine yerleştirdiği gibi pratik uygulamalarla da menheçleştirmiştir.

Müslümanların toplu ve ümmet olarak yaptıkları ibadetler vardır. Bunların en önemlisi sonuçları bayramlaştırılıp kalıcı hale getirilen ‘oruç’ ve ‘hac’ farzlarıdır. İkisinin de başlangıç ve bitimi ayın hallerine bağlanmıştır. Müslümanların kendilerini bir ümmet hissettiği bu ibadetler, miladi takvimle beraber tam bir keşmekeş halini almıştır. Her yıl bizleri birleştirmesi gereken bu zamanlar, tefrikanın ve tartışmanın kaçınılmaz olduğu zamanlar halini almıştır.

Tatiller: Miladi takvim kullanımı beraberinde tatil uygulamalarını da değiştirir. Bu mecburiyet olmasa da, Miladi takvime geçiş nedeni bunu gerektirir. Uluslararası ilişkilerde ‘uyum’ bahanesi, tatillerin bir olmasını da gerekli kılmıştır. Bir ülkede ‘çalışma günü’ kabul edilen gün başka bir ülkede ‘iş günü’ olursa bu uyuşmazlığa sebebiyet verecektir..

İlginç olan, dünya Yahudi ve Hristiyanların dini tatili olan ‘cumartesi’ ve ‘pazar’ı tatil olarak kullanıyor. Bu durum miladi tatile geçen ülkelerde ‘cuma’ günün işgünü olması demektir.

İslamî bir toplumun şiarlarından biri, ‘cuma’ gününün tatil olmasıdır. Bunun hikmeti, o günün diğer günlere (Allah tarafından) üstün kılınması  ve içinde olan cuma namazıdır.

Cuma namazı ‘kuvvet’ namazıdır. Ümmet olmanın hatırlandığı, sorumlulukların idrak edildiği, toplumsal sorunlardan haberdar olunan gündür. Cumalar, ümmet olan bir toplumun manevi kaynaşma ve haberleşme aracıdır. Yüzyıla yakındır tüm manevi manalardan soyutlanmasına rağmen, Ortadoğu ayaklanmalarında ‘Cuma’ etkisini gözlemledik. Ayaklanmaların merkezi ve teşkilatlandığı yerler ‘Cuma namazları’ oldu.

Cuma tatil olması hasebiyle insanlar hazırlanır, temizlenir ve namaza çıkarlar. Kendisi için hazırlık yapıyor olması, insanı psikolojik olarak da motive eder. İmam ve Hatibin acelesi yoktur. Mesajlarını verir.

Aynı şeyin iş gününde olması mümkün değildir. Gerek imam, gerek cemaat acele halindedir. Ne kılınan namaz ne de verilen mesajlar anlaşılır.

Bunlar ilk etapta hatıra düşenlerdir. Ancak şu bilinmelidir ki, modern olanın(!) ve batının hayatımıza soktuğu hiçbir şey yoktur ki, bizden daha önemliyi çalmış olmasın. Din bir nizamdır. Hayatın her alanına müdahale eder. Çünkü her inancın, hayatın her alanına yansıyan yönü vardır. Bundan dolayı Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem İslam dışı unsurlara benzemeyi, onları örnek alıp onlara tabi olmayı şiddetle yasaklamıştır. İmkan dahilinde İslam’ın hakim olduğu beldelere hicret etmeyi emretmiştir. İnsan sosyal bir varlıktır. Ya etkileyendir ya da etkilenen. İslam inancının özü, Allah’ın yaratma ve emretmede tüm yetkiyi elinde bulundurmasıdır. Yani hayatın her alanını yaratan Allah subhanehu ve teâlâ olduğu gibi, onun tafsilatına hükmedecek (emir) olan da O’dur subhanehu ve teâlâ..

Bu anlamda Hicri ve Miladi takvim üzerinden yeniden düşünmeliyiz. Hayatımızda var olup İslamî olmayan ve İslamî olanı öldürüp, modern/batılı olanlar nelerdir? Ve bunlardan nasıl kurtulabiliriz?

Ufuk açıcı olması temennisiyle bir örnek verelim. Batıdan hayatımıza giren çalışma programını düşünelim. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem bizlere öğrettiği “Günlük rızkını elinde bulunduranın, zengin olduğu” gerçeğidir. Müslümanın aylık, yıllık hesapları olmaz, bunun nedeni inancıdır. O dünyanın geçici, ahiretin asıl olduğuna inanır. Dirilten ve öldüren Allah’tır. Ecel vardır. Her insan ölümle karşı karşıyadır bu inancın gereği olarak dünyaya yetecek kadar çalışır; plan, program ve projelerini ahiretine yönelik yapar.

Modern hayat ise aylık/yıllık hatta ömürlük ihtiyaçlar koyar önümüze. Ve bu ihtiyaçlar hiç bitmez. Bu seküler inançtan kaynaklanmaktadır. Tek gerçek anı yaşamak ve ondan haz almaktır. Seküler olanda ahiret yoktur. Her şey dünyadır.

İki ayrı inancın dayattığı iki ayrı rızık anlayışı… Bugün Müslüman olduğunu söyleyen bizler hangi rızık anlayışına sahibiz? Günlük maişetimizi elde ettikten sonra, ahiret için mi çalışıyoruz? Endişelerimiz uhrevi olana mı yöneliyor? Ahiret ve hesap kesin, yarın ve yaşam ihtimaldir. ‘Yakin olanı zan olana terk etmeyiz’ diyebiliyor muyuz?

Şayet böyle değilse, modern olan, inancımızı da değiştirmiştir. Ağızla ikrar ettiğimiz inançla, kalplerin tasdik edip, organların doğruladığı inanç birbirinden farklıdır. Ağzımız İslam’ın dünya/ahiret inancı ve buna bağlı olarak rızık mefhumunu nutkediyorken, kalbimizde olup organların doğruladığı seküler olanın akidesidir.

Şimdi Sahabe ve Selefi Salihin’in bidat konusundaki hassasiyetini daha iyi anlayabiliyoruz. Onlar şeklen İslamî olsa da, kendisi İslam’dan olmayan her bidatin dinde var olan bir sünneti öldüreceğini ve insanların hayatına yerleştikçe inançlarını zedeleyeceğini biliyorlardı. Ki bugün bidatlerin tehlikesi canlı olmakla birlikte, asıl tehlike küfür inancı ve hayat sisteminin parça parça hayatımıza girmesi ve inancımızı tehlikeye sokmasıdır. Bundan daha acı olanı, bir çoğumuzun bu durumu kanıksaması ve hayatımıza hiçbir şey yokmuş gibi devam etmemizdir.

Rabbimiz! Bizlere tevhid ve sünnet izinde saf İslam’ı yaşamayı nasip eyle!

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver