Hicret

Allah’ın adıyla.

Allah’a hamd, Resûl’üne salât ve selam olsun.

Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berekatuhu,

Yüce Allah’tan sizler için afv ve afiyet diliyor; iyi olmanızı temenni ediyorum. Rabbim sizleri maddi ve manevi hastalıklardan muhafaza etsin. Hastalığa yakalanan kardeşlerimize şifa ihsan etsin. Rabbim sizleri ve beni, hakiki ve ebedî iyilikle rızıklandırsın.

Aşağıda okuyacağınız yazı eylül ayı için tasarlanmıştı. Ancak benden kaynaklanan teknik bir planlama hatası ve dikkatsizlik nedeniyle bu aya kaldı. Kendi payıma düşen hatayı kabul etmekle birlikte, hiçbir şeyin tesadüfi olmadığını biliyor, bu gecikmede de bir hayır olduğunu ümit ediyorum.

Biliyorsunuz; 20 Ağustos’a tekabül eden 1 Muharrem, şer’i ibadetlerimize kaynaklık eden kamerî takvime göre hicri yılbaşıydı. Bizim inancımıza göre tüm zaman ve mekânlar, değer noktasında eşittir. Şer’i bir nas, bir günün veya mekânın, diğerinden üstün olduğunu göstermedikçe tüm günleri eşit sayarız. Şayet bir şeyin üstünlüğüne/faziletine dair nas varsa, o üstünlük karşısında ne yapacağımızı, onu nasıl değerlendireceğimizi de vahye sorarız. Hevamızdan bir şeye kutsiyet atfedemeyeceğimiz gibi, bir kutsiyeti kutlama modeli de icat edemeyiz. Zira Allah (cc) bizi bir şeriat ve sınırları çizilmiş müstakil bir yol üzere kılmıştır. O yola ait olmayan her şey, bilmeyenlerin hevası/arzusu ve Allah’ın yolundan saptıran yan yollardır:

“Sonra seni, (İlahi) emre dayalı bir şeriat üzere kıldık. Ona uy. Bilmeyenlerin hevalarına/arzularına uyma.”[1]

“İşte bu benim dosdoğru yolumdur. Ona uyun. Onun dışındaki yollara uymayın. Yoksa sizi (Allah’ın dosdoğru olan) yolundan saptırırlar. Korkup sakınasınız diye bunu size emretti.”[2]

Bizim için hicri yılbaşının diğer günlerden bir farkı yoktur. Ayrıca bugüne özel yapılacak bir ibadet veya kutlama da mevzubahis değildir. Çünkü yüce Allah’ın bizim için kıldığı şeriat ve müstakim yolda, ne bugünün diğer günlere karşı bir üstünlüğü ne de bugüne özel bir ibadet/eylem söz konusudur.

Benim dikkat çekmek istediğim şey; neden Müslimlerin bugünü yılbaşı seçmiş olduğu ve neden bugüne “hicri” yılbaşı dendiğidir. Sondan başlayacak olursam; bugüne hicri yılbaşı denmesinin nedeni, Mekke’den Medine’ye yapılan hicretin, yılın ilk günü kabul edilmesidir. Süreç şöyle gelişmiştir: Ömer’in (ra) hilafetinden önce yazışma ve evraklarda tarih kullanılmıyor ve bu durum siyasi ve hukuki sorunlara sebep oluyordu. Bu sorunu çözmek için tarihlendirme işleminin yapılmasına karar verildi. Ancak yılın ilk gününün ne olacağında ihtilaf edildi ve yapılan istişareler sonucunda dört görüş öne çıktı: Allah Resûlü’nün doğumu, risaletle görevlendirilişi, hicreti ve vefatı. Ömer (ra), ‘Hicretle başlatalım. Çünkü hicret hak ile batılı birbirinden ayırmıştır.’ dedi.[3] Sahabenin ittifakı sağlanınca Sehl ibni Sa’d (ra) bu durumu şöyle ifade etti:

“Sehl ibni Sa’d dedi ki: ‘Ne Peygamber’in (sav) peygamber olarak gönderilişinden ne vefatından itibaren (yılları) saymaya başladılar. Onlar ancak onun Medine’ye gelişinden itibaren saydılar.’”[4]

Allah Resûlü’nün (sav) öğrencileri ve ümmetin en fakihleri olan sahabenin bu tercihi üzerinde biraz düşünmeli, bazı sorular sormalıyız. Neden bi’seti, Bedir zaferini, Mekke’nin fethini… değil de Hicret’i seçtiler? Neden Hicret’i Bedir’den ve Mekke’nin fethinden daha üstün, daha önemli gördüler? Hemen söylemeliyim ki; Bedir ve Fetih yalnızca birer sonuçtu. O sonucun sebebi ise Hicret’ti. Şayet Hicret olmasaydı ne Medine ne Bedir ne de Fetih olurdu. Sahabe bunu fıkhettiği için, ümmeti ümmet yapan Hicret’le tarihi başlattılar.

Hicretin anlamı üzerinde tedebbür edersek sahabe tercihindeki inceliği daha iyi anlarız. Öyleyse hicret nedir?

Hicret bir tercihtir: Allah’ı, Resûl’ünü ve İslam davasını; cana, canana, mala, hısım akrabaya ve bugünümüzü var eden geçmişe tercih etmektir.

Hicret bir tavırdır: Şirke, bidate ve günahkâr bir hayata tavır almaktır.

Hicret bir meydan okumadır: İnsanları açlık ve korkuyla terbiye eden tağutlara; düzeninin dışına çıkarak ve düzensiz ama onurlu bir hayatı, düzenli ama onursuz bir hayata tercih ederek meydan okumaktır.

Hicret bir alternatiftir: Tüm tağuti düzenlerde var olan toprak ve iktidar temelli “Ya biz ya onlar!” ikileminden kurtulup; iman ve takva temelli “Ya Allah’a kulluk ya beşere kulluk!” düsturuna geçiştir.

Hicret bir manifestodur: O topluluğun, ölümü hayata tercih ettiklerinin; davalarının bedelini ödemeye hazır olduklarının ve istenildiğinde her şeyden vazgeçebileceklerinin en sade ve net ifadelerle yazılmış manifestosudur.

Hicret bir vecizedir: İslam’da çözümsüzlük ve sıkışmışlık yoktur; İslam ümmeti tıkanıklığı hicretle aşar; hicret bir kaçış değil, bir başlangıçtır… demenin en kestirme ve etkili yoludur.

Tarihin akışına müdahale edecek ve yeni bir tarih yazacak olanlar, hicret edebilecek olanlardır. Dünyaya hiçbir bağla bağlı olmayan, davası dışında hiçbir önceliği bulunmayan ve araçları amaç edinmemiş olanlardır. Hicret, bir devletin; İslami iktidarın; huzur ve esenliğin; kör sancaklara savrulmadan, ila-i kelimetullah için verilecek izzetli bir cihadın ilk adımıdır.

Unutmayalım; tağuti bir düzende ve cahilî bir toplumda yaşayan her Müslim, hicretle mükelleftir. Dininde fitneye düşmeyeceği, Rabbine güven içinde kulluk edebileceği, inandığı hukuk sistemine göre yönetileceği, ödül ve cezayı Şeriat-ı Ğarra-yı Muhammedi’nin belirlediği bir hayata kapı açacak bir hicret… Namaz gibi, oruç gibi, zekât gibi mükellefiz hicretle… Aramak, dert edinmek, derdimizi duamıza yansıtmak, Medine’nin rüyasını görmek, gecenin sessizliğinde bu derdimizi Rabbimize açmak, o Medine’nin hayalini kurmakla mükellefiz. Kalbimizi, zihnimizi ve dilimizi bir saati kurar gibi hicrete ayarlamalıyız. Çocuklarımıza Medine’nin masalını anlatmalı, içinde Medine olan ninniler söylemeliyiz.

Unutmayalım; Allah Resûlü ümmetine beş şey emretmiştir: İşitmek, itaat etmek, cemaat olmak, hicret etmek ve cihad etmek. Kendisi bir mübelliğ ve mübeyyin olarak emirlerini ümmetine en güzel şekilde öğretmiştir. İşittik, itaat ettik, cemaat olduk… ancak hicret etmedik.

Unutmayalım; biri istisna, üçü yaygın dört sünneti vardır Rabbimizin. Şayet tevhidden sapmaz, sabır ve takvayla direnirsek; yüce Allah’ın bu sünnetlerinden biri, bizim için de gerçekleşecektir:

Ya yüce Allah bizim için topyekûn bir şehadet takdir edecek ve kâfirleri -zahiren- galip kılacaktır. Bizleri Ashab-ı Uhdud gibi, gelecek müminlere bir ders, bir öğüt ve iman pekiştirici bir kıssa kılacaktır.

Ya yüce Allah’ın istisnai sünneti işleyecek ve bizi zindanlardan saraylara taşıyacaktır. Yusuf (as) gibi yeryüzünde temkin verdiği; gayri İslami bir düzende, İslam’ın hükümleriyle hükmedecek bir alan açacaktır.

Ya yüce Allah kâfirleri topyekûn helak edecek ve bizleri kurtaracaktır. Nuh’u (as), Hud’u (as), Salih’i (as), Lut’u (as) ve Şuayb’ı (as) kurtardığı gibi…

Ya da Allah (cc) bizimle kâfirler arasında nihai hükmünü verecek ve bizleri, yeryüzüne vâris ve imam yapmak istediği mustazaflardan kılacaktır. Musa (as) ve Allah Resûlü’ne (sav) lütfettiği gibi…

İlk üç sırada saydığımız maddeler tamamen kaderî ve kevni bir süreçtir. Yani Güneş’in doğuşu, insanın eceli, kalbin atması… gibi bizim irademiz dışında gerçekleşen, İlahi takdire bağlı bir devinimdir. Son sırada saydığımız madde ise bir yönüyle kaderî ve kevni, diğer yönüyle şer’idir. Kaderî ve kevni yönü, yüce Allah’ın nasip ettiği imamet ve verasettir. Şer’i yönü ise Musa’nın (as) ve Nebimizin (sav) hicretidir. Onlar şer’i bir emre imtisal ederek hicret ettiler. Yüce Allah da iradesiyle onları yeryüzüne vâris kıldı ve onlara beşeriyetin öncülüğünü tevdi etti.

Bizler kaderî ve kevni olaylara teslim olmak, sabır ve rızayla Allah’ın hükmüne boyun eğmek zorundayız. Şer’i sorumlulukları güç ve imkân oranında yerine getirmekle mükellefiz. Bizler şu an, namazla mükellef olmuş, namaz vakti girmiş; ancak aradığı suyu henüz bulamamış bir kişi durumundayız. Namazımızı teyemmümle kılıyoruz. Bunu hiç unutmamalı, suyu aramaya devam etmeliyiz. Bir su sorunumuz olduğunu gündemleştirmeli, dert edinmeliyiz. Şayet unutursak; su bulunduğu ve abdest bozulduğu hâlde namazı teyemmümle kılmaya devam ederiz; bu da felaketimiz olur!

Şunu unutmayalım; insanlığa yüz binlerce hidayet öncüsü peygamber gönderilmiştir. Yüce Allah bunlardan sembol şahsiyetleri ve kıyamete dek örneklik vasfı olanları Kur’ân’a konu edinmiştir. Kur’ân’a kıssa olarak misafir olan öncülerle ilgili Rabbimizin biri istisna, üçü yaygın dört sünnetini yukarıda zikrettik. Bu peygamberlerin hiçbiri, içinden çıktıkları topluma savaş açmamış, kanlı bir devrim hayali görmemiştir. Tarihin akışına müdahale eden nebiler önce hicret etmiş, kendilerine ait bir yurda sahip olmuş, sonra Allah yolunda cihad etmiştir. Hicretsiz ve devletsiz bir inkılap/devrim fikri, vahye ait bir düşünce değildir. Biraz Fransız Devrimi, biraz sosyalist devrimler, biraz da İran tecrübesine dayanarak geliştirilmiş bir metottur. Sonucu görmek için Suriye ve Libya’ya bakmak, tek başına yeterli bir örnek olacaktır. Ve ne yazık ki milyonlarca samimi insan bu gayri İslami metodu, İslami zannederek büyümüş, mücadele etmiş ve sonunda gerçekle yüzleşmek zorunda kalmıştır. İslami mücadelenin örneği; yoluna uymakla emrolunduğumuz nebilerdir. İnancı, değerleri, ölçüleri… bizimle aynı olmayan; ne metotta ne de gayede birleşmediğimiz ideologlar değil…

Bugün her birimiz İslami bir yönetim ve emniyet içinde yaşayacağımız bir vatan, yani şeriat istiyoruz. Tarihin gidişine müdahale etmek; bu gayri İslami, gayri insani ve gayri ahlaki düzenin değişmesini istiyoruz. İnsana, hayvana ve doğaya dönük zulmün sonlanmasını; Rabbimizle ilişkilere tevhidin, insanlarla ilişkilere adaletin hükmetmesini istiyoruz. Bunun sloganını atıp edebiyatını yapmıyor; kanımızla, terimizle ve gözyaşımızla, bizzat sahada mücadele ediyoruz. Söylediğimiz her sözün, takındığımız her tavrın bedelini ödüyoruz. İşte hicret, bu mücadele sürecinin bir adımı, olmazsa olmaz parçasıdır. Hicret edilecek bir yurt, yüce Allah’ın lütfudur. Allah Resûlü Taif’e, Habeşistan’a, Mekke civarındaki Arap kabilelerin yurduna hicret girişiminde bulundu. Ancak hiç ummadığı, gündeminde olmayan bir yurtla, Medine’yle rızıklandırıldı. Gerçek şu ki; Medine bir arayışın, derdin, sancının hediyesiydi. Yüce Allah’ın, kulu için en doğru ve hayırlı olanı seçmesiydi. Ancak temelinde kutlu bir arayış vardı!

Rabbim, sana tevekkül ettik. Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğuna fitne kılma. Ve bizleri rahmetinle kâfirler topluluğundan kurtar.[5]

SORU: Hocam! Yurt dışında yaşıyorum. On yıllık bir evliliğim ve üç çocuğum var. Ehl-i Kitap bir kadını sevdim, onun da rızasıyla ikinci evliliğimi yapmak istiyorum. Maddi durumum iyi ve adaleti gözeteceğime inanıyorum. Eşim ve ailesi bu isteğime şiddetle karşı çıkıyor. Eşim, “ikinci evlilik yapmayacağımı şart koştuğunu” iddia ediyor. Hatırlamıyorum, ama doğru söylediğine inanıyorum. Öyle olsa bile şartın, İslam’a aykırı olup geçersiz olduğunu düşünüyorum. Eşim ve ailesi muvahhid. İkinci evlilik yaptığım takdirde ilk eşimi boşamış mı olacağım? Süreç çok uzadı. Ailede huzur kalmadı, günaha düşmekten de korkuyorum. Sorumun cevabını hızlı vermenizi rica ediyorum. Allah (cc) razı olsun.

Yüce Allah’tan temennim; ailevi sıkıntınızı gidermesi ve sizi rahmetiyle, yaşadığınız karanlıklardan aydınlığa çıkarmasıdır. Sorunuzun cevabı birkaç farklı konuyla ilintili. Ben de önemli gördüğüm kısımdan başlayacağım:

Ehl-i Kitap’la Evlilik

Yüce Allah müşriklerle evliliği yasaklamış, ancak müşriklerin içinden Ehl-i Kitap kadınlarla evlilik yapılmasına izin vermiştir:

“İman edinceye dek müşrik kadınlarla evlenmeyin. Müşrik bir kadın hoşunuza gitse bile mümin bir cariye ondan daha hayırlıdır. (Kadınlarınızı) iman edinceye dek müşrik erkeklerle evlendirmeyin. Müşrik bir erkek hoşunuza gitse bile köle bir mümin ondan daha hayırlıdır. Bunlar (müşrik erkek ve kadınlar), ateşe davet ediyorlar. Allah ise kendi izniyle cennete ve bağışlanmaya davet ediyor. İnsanlar öğüt alsınlar diye (Allah) ayetlerini açıklıyor.”[6]

“Bugün temiz şeyler sizin için helal kılındı. Kendilerine Kitap verilenlerin yiyecekleri/kestikleri sizin için, sizin yiyecekleriniz de onlar için helaldir. İffetli mümin kadınlarla ve sizden önce kendilerine Kitap verilen iffetli kadınlarla (mehir) ücretlerini vermeniz, iffeti gözetmeniz, zina yapmaksızın ve dost tutmaksızın onlarla evlenmeniz de helal kılındı. Kim de imanı reddederse (imana karşı kâfirce bir tutum sergilerse), onun ameli boşa gitmiştir ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardan olmuştur.”[7]

Yüce Allah’ın belirlediği şartlar gözetilirse -dost hayatı, iffetsiz ilişki/flört ve zinadan uzak durarak- Ehl-i Kitap bir kadınla evlenilebilir. Bu genel hükümdür. Sizin özel durumunuza gelirsek; biri sizin durumunuza, diğeri şer’i hükme bakan iki mesele vardır. Bu iki meseleye dikkat çekmek istiyorum. Mektubunuzdan anlaşıldığı üzere siz bu kadınla uzun süreli bir tanışıklık, ilişki yaşıyorsunuz. Yani yüce Allah’ın şartını ihlal etmişsiniz. Bu durumda; siz de o kadın da evlilik izni verilen kapsama girmiyorsunuz. Şayet yüce Allah’ın izniyle evlenmeyi düşünüyorsanız O (cc); mutlak değil, kayıtlı izin veriyor. Siz de bu kayıtları ihlal etmişsiniz. Yani sizin ilişkiniz bu ayetin kapsamına girmiyor.

Şer’i hükme gelince; İslami hükümleri doğru anlamak istiyorsak üç aşamalı bir yol izlemek durumundayız:

Önce o meselenin şer’i delillerini inceleyip, meselenin şer’i hükmünü belirlemeliyiz. Yukarıda okuduğumuz iki ayete göre Ehl-i Kitap olan kadınlarla ancak belli şartlarla evlenilebilir.

Sonra şeriatın genel prensiplerine bakıp o meselenin etraflıca şartlarını, engellerini, tamamlayıcı müstehaplarını saptamalıyız. Genel anlamda fakihlerin fıkıh kitaplarında yaptığı uygulamalar bu sınıfa girer. Hakkında tek bir ayet olan bir mevzuda onlarca sayfa malumat verirler. Bunu, o meselenin diğer şer’i meselelerle bağlantısını kurup, meseleyi İslam hukukundaki yerli yerine oturtmak için yaparlar.

Son olarak, içinde yaşadığımız vakıaya bakmalı ve o meselenin vakıamızdaki özel durumda neye tekabül ettiğini tespit etmeliyiz.

Bu üç adımı izlediğimizde şunu görürüz: Genel anlamda Ehl-i Kitap kadınlarla evlenmek caizdir. Ancak şeriatın genel prensipleri ve günümüzde yaşanan özel vakalar nedeniyle, yaşadığımız çağda onlarla evlenmenin doğru olmadığı kanaatindeyiz. Bu kanaatin gerekçeleri şunlardır:

Bir insanın Ehl-i Kitap’tan olması için o dine bağlı olması; dinin itikadi ve amelî hükümlerine riayet etmesi gerekir. Aksi hâlde kendisini Hristiyan ya da Yahudi diye isimlendirmesi, onu Ehl-i Kitap yapmaz.

Ali (ra) Ben-i Tağlib Hristiyan Araplarının kestiklerini yemeyi hoş karşılamazdı. Gerekçe olarak şöyle derdi: “Onların Hristiyanlıktan aldığı/yapıştığı tek şey içki içmektir.”[8]

Bugün birçok Avrupa ülkesinde insanların ciddi bir kısmı kendilerini ateist olarak tanımlar, ki bazı ülkelerde rakam %46’dır. Büyük bir kısmı ise kendisini deist olarak tanımlar. Avrupa’da kilise dahi ateizm, deizm ve özellikle gençlerde yaygınlaşan nihilizm akımlarından bizardır. Böyle bir vasatta Avrupalıları Ehl-i Kitap kabul etmek için titiz davranılmalıdır. Sırf Hristiyan bir anne babadan doğdu diye her Avrupalı Hristiyan kabul edilmemelidir.

İslam bu emri Müslimlerin egemen olduğu, Ehl-i Kitab’ın teba durumunda olduğu bir dönemde vermiştir. Bugün ise onlar egemen, bizse mustazaf durumdayız. Üstelik sizler Avrupa’da zımmi konumundasınız! Zımmi, yani vergisini ödeyen ve azınlık statüsü olan kimse…

İbni Abbas (ra) şöyle der:

“ ‘Ehl-i Kitap kadınlarından bize helal olanlar vardır, helal olmayanlar vardır.’ Devamında şu ayeti okur:

‘Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlü’nün haram saydığını haram saymayan ve hak (din olan İslam’ı) din edinmeyenlerle alçaltılmış bir şekilde elden cizye verinceye kadar savaşın.’[9]

Sonra der ki: ‘Cizye veren, (yani İslam egemenliğinde azınlık statüsünde olan,) bize helaldir. Cizye vermeyen bize helal değildir.’ ”[10]

İbni Abbas’ın (ra) bu tespiti, tüm nasları bir arada değerlendirmesi ve Ehl-i Kitap’la evliliği yerli yerine oturtmasındandır. Günümüz açısından düşünüldüğünde bu şart hayati öneme sahiptir. Şöyle ki; Ehl-i Kitap olan bir kadınla anlaşmazlık yaşadığımızda aramızda kim hükmedecektir? Örneğin boşanmak istedik; tağuti mahkemeler çocukları kime verecektir? Çocuğumuzu ideolojik eğitim tezgâhlarından, tağuta kulluğun modern mabedlerinden uzak tutmak istedik ve Ehl-i Kitap eşimiz şikâyet etti; sonuç ne olacaktır? Örneğin Müslimlerin egemenliğinde yaşayan zımmi gelin, eşinin izni olmadan kiliseye gidemez, çocuklarına kendi dinini öğretemez. Bugün, bu şartlarda, dindar bir Hristiyan/Yahudi kadını hangi güç/kanun bundan men edecektir?

Öncelik Müslim kadınlarla evlenmektir. Şayet Ehl-i Kitap kadınlarla yapılacak evlilikler, Müslim hanımların bekâr/dul kalmasına neden olacaksa, onlarla evlenmek hoş karşılanmamıştır:

Cabir ibni Abdullah (ra) şöyle der:

“Onlarla fetih zamanı evlendik. Neredeyse evlenecek Müslim kadın bulamıyorduk. Sonra döndüğümüzde onları boşadık.”[11]

Hasan-ı Basri’ye (rh) Ehl-i Kitap kadınlarla evlilik hakkında sorulur. Der ki:

“Ehl-i Kitap kadınlardan ona ne? Allah, Müslim kadınları çoğaltmıştır. Şayet evlenmek zorunda kalırsa iffetli, hür ve zina etmeyenle evlensin.”[12]

Bugün birçok Müslim kadın, coğrafyamızda var olan işgal, zulüm ve kaos nedeniyle bekâr veya duldur. Henüz bu soruna çözüm bulamadan Ehl-i Kitap kadınlarla evlenmeyi düşünmek şeriatın gözettiği gayelere uygun olmasa gerektir.

Ehl-i Kitap kadınlarla yapılan evliliğin İslam toplumuna zarar vermemesi gerekir: “Huzeyfe (ra) Ehl-i Kitap bir kadınla evlenince Ömer (ra) ona kızmıştır. Bunun üzerine Huzeyfe (ra) ona şöyle sormuştur: ‘Bu yaptığım haram mı, onu boşayayım mı?’

Ömer (ra), ‘Haram olduğunu düşünmüyorum. Fakat onlar arasından iffetsiz kadınları almanızdan korkuyorum.’ ”[13]

Ömer (ra) kötü ahlaklı kadınların bu vesileyle İslam toplumuna sızmasından, İslam ahlakını bozmasından korkmuştur. Günümüz şartları düşünüldüğünde Ehl-i Kitap kadınların ahlak anlayışıyla Müslimlerin ahlak anlayışı arasında ciddi bir fark vardır. Özellikle de Batı’da yaşayan Ehl-i Kitap![14]

Yukarıda zikrettiğimiz mülahazalar göz önünde bulundurulduğunda; Ehl-i Kitap kadınlarla evlilik meselesi, günümüz şartları açısından daha iyi anlaşılır. Yalnızca bir ayetin hükmüne bakarak “Ehl-i Kitap kadınlarla evlenmek caizdir.” demenin, şeriatın bütününü ve yaşanılan vakıayı gözetmediği görülür. Allah (cc) en doğrusunu bilir.

Nikâh Akdinde Şart Koşmak

Nikâh akdinde koşulan şartları âlimler üç kısma ayırır:[15]

Mutlaka uyulması gereken şartlar: Bu şartlar, Allah’ın (cc) emrettiği şekilde evliliğe güzellikle devam etmek veya güzellikle ayrılmak gibi şartlardır. Örneğin kadının, eşine kendisine iyi davranmasını, haklarına riayet etmesini şart koşması gibi… Bunlar yüce Allah’ın kadına ve erkeğe emridir. Şart koşulsun veya koşulmasın yerine getirilmesi gerekir. Şart, yalnızca bu hakkı pekiştirmiş olur.

Kesinlikle uyulmaması gereken şartlar: Şeriatın nas kılarak nehyettiği şeylerden herhangi biri şart koşulursa; nikâh sahih, şart batıl olur. Bu şartlar, kesinlikle kabul edilmemesi gereken şartlardandır. Örneğin kadının veya erkeğin; iffetsiz davranışlara sessiz kalınmasını şart koşması, zulmetmeyi şart koşması, hiçbir surette boşanmamayı şart koşması gibi…[16]

Zira bunlar şeriatın haram kıldığı davranışlardır. Şart koşulsun veya koşulmasın yapılması haramdır. Ayrıca dinin nas kıldığı hükme muhalefet eden her şey batıldır:

Aişe’den (r.anha) şöyle nakledilmiştir:

“…Allah’ın Kitabı’nda yeri olmayan bütün şartlar geçersizdir, yüz şart bile olsa. Allah’ın hükmü uyulmaya daha layıktır. Allah’ın şartı daha sağlamdır.”[17]

İhtilaf edilen şartlar: Bir yerden başka bir yere taşınmama, üzerine ikinci evlilik yapmama gibi şartlar. Başta sahabe olmak üzere sonradan gelen fakihler bu tip şartlarda ihtilaf etmiştir. Bizim tercihimiz şudur;

Kur’ân, sünnet ve şeriatın genel ilkelerine baktığımızda bu şartların geçerli olduğunu ve uyulması gerektiğini görüyoruz:

Yüce Allah şöyle buyurur:

“…Ahde vefa gösterin. Çünkü ahid, sorumluluktur.”[18]

“Ey iman edenler! Sözleşmelerinize bağlı kalınız…”[19]

“Onlar, (gerek Rableriyle kendi aralarında gerek insanlarla aralarında var olan) emanetlerini ve sözlerini gözetirler.”[20]

Buna mukabil, sözünde durmamak ve söz bozmak fasık kimselerin ahlakıdır:

“Her söz verdiklerinde onlardan bir grup sözünü bozmadı mı? (Hayır, öyle değil!) Aslında onların çoğu iman etmezler.”[21]

“Onların çoğunda söze bağlılık (ahlakı) görmedik. Ama onların çoğunun gerçekten fasıklar olduğunu gördük.”[22]

Allah Resûlü (sav) şöyle buyurur:

“Yerine getirdiğiniz şartlar arasında yerine eksiksiz getirmenize en layık olan, kendisi ile fercleri kendinize helâl kıldığınız (nikâha dair) şartlardır.” [23]

Cabir (ra) şöyle dedi:

“Bir helali haram ve bir haramı helal kılmadığı sürece sulh/barış Müslimler arasında caizdir. Müslimler helali haram ve haramı helal kılmadığı sürece şartlarına riayet ederler.”[24]

Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (sav) şöyle buyurdu:

“Münafığın alameti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünden döner, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.”[25]

Şeriatın genel ilkelerine baktığımızda şunu görürüz: Evlilik karşılıklı rızaya dayalı bir sözleşmedir. Taraflardan biri bir şart koşuyor, öteki de bunu kabul ediyorsa, kişi şarta bağlı kalmak zorundadır. Şayet öne sürülen şart ona ağır geliyor ve yapamayacağını düşünüyorsa bunu reddedebilir, akdi gerçekleştirmeyebilir. Şartı kabul edip sonra muhalefet etmek, sözleşmelerde yapılan dolandırıcılığa benzemektedir. Ki; aldatmak, yanıltmak, güven istismar etmek… müminlerin ahlakından değildir. Bunu en başından niyet edip tasarlayarak yapmak daha ahlaksız olsa da, sonradan söz bozmaya karar vermek de ahlaki bir zaaftır.

Kişi ikinci evliliği, yüce Allah’ın kendisine tanıdığı bir hak görüyorsa, en başından bu şartı reddetmelidir. Zira bu şartı ikrar ettiğinde kendi hakkından feragat etmiştir. Örneğin birine bir ürün sattığınızda, o ürün onun mülkü olur; onun verdiği ücret de size ait olur. Ancak siz, “Bunu sana satıyorum, fakat şartım var. Şu zamana kadar ben kullanacağım.” derseniz, karşı tarafın, bir müddet mülkünü kullanma hakkından feragat etmesini istersiniz. Kabul edip etmemek muhatabınıza kalmıştır. Dilerse kabul edip hakkından feragat eder, dilerse “Bu şartı kabul etmiyorum.” diyerek alışverişi reddeder.

Cabir (ra) bir alışverişte Nebi’ye şu şartı koşar:

“Cabir, devesinin sırtında gidiyordu. Devesi iyice yorulmuştu. Peygamber (sav) ona rastladı ve eliyle vurdu. Deve (birden canlandı), öyle yürüyordu ki daha önce hiç öyle yürümemişti. Sonra ‘Bunu bana bir okkaya sat.’ buyurdu. Ben de sattım, ama eve kadar beni taşımasını şart koştum. Eve gelince deveyi ona getirdim ve parasını verdi. Sonra yanından ayrıldım. Peşimden birini göndererek, ‘Ben deveni alacak değilim. Al deveni. Bu senin malındır.’ buyurdu.” [26]

Ömer (ra) bu meseleyi fıkhettiği için şu meşhur sözü söyler: “Şartların yanında haklar kesilir.”[27] Kastı şudur: Sizin bazı haklarınız olabilir. Fakat biri size şart koşar ve siz de o şartı kabul ederseniz, hakkınızı kesmiş, yani ondan feragat etmiş olursunuz.

Sonuç olarak; eşiniz size ikinci evlilik yapmamayı şart koşmuşsa bu şarta uymak zorundasınız. Şayet sözünüzden dönmeye karar verdiyseniz; eşinizin boşanma talebi yerindedir. Allah (cc) en doğrusunu bilir.[28]

Ailenin İkinci Evliliğe Engel Olması

Kızının üzerine ikinci evlilik yapılmasına razı olmayan bir baba, damadına engel olabilir. Zira o, kızının velisidir ve yaşanan ailevi sorunlara hem veli olarak hem de hakem olarak müdahale etme hakkına sahiptir.[29] Allah Resûlü de (sav) ikinci evlilik yapmak isteyen Ali’ye (ra) müdahale etmiş, bu talebinde ısrarcı olursa kızını boşamasını istemiştir.

Ali ibni Huseyn’den şöyle nakledilmişir:

“Ali (ra), Ebu Cehil’in kızına talip olmuş ve onu Fatıma’ya (r. anha) kuma olarak getirmek istemişti. Bu durumdan haberdar olan Resûlullah’ın (sav), işte şu minberine çıkarak şöyle hitap ettiğini duydum: ‘Fatıma benim bir parçamdır. Bu durumda onun dininde sınanmasından endişe ediyorum.’ Ben o sıralar ergenlik çağına yeni girmiştim. Sonra Peygamber (sav), kızı Zeynep ile evlenen As ibni Rebi’nin yakınları olan Abdüşşemsoğulları ile olan hısımlığından söz etti ve As’ın bu hısımlığa bağlı kaldığını ifade ederek kendisini övdü: ‘O benimle konuştu ve doğru/dürüst davrandı. O bana bir söz verdi ve sözünde durdu. Ben asla helali haram, haramı da helal kılıyor değilim. Ancak Allah’a yemin ederim ki Allah Resûlü’nün kızı ile Allah düşmanının kızı asla (aynı nikâh altında) bir araya gelemez.’ ”[30] [31]

Sonuç olarak şunları söyleyebilirim: Eşiniz ve ailesi; Kur’ân, sünnet ve genel şer’i ilkelere göre haklıdır. Ya bu kararınızdan ya da mevcut evliliğinizden vazgeçmeniz gerekmektedir. Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır…

Akitleri Yazıya Dökmek

Bir konuda hatırlatmada bulunmak ve kardeşlerimi uyarmak istiyorum: Çoğu zaman ticaret alanında fıkhi sorulara muhatap oluyorum. Benim görebildiğim kadarıyla ticaret alanındaki sorunların temel nedeni; sözleşmeleri yazıya dökmemektir. Yüce Allah’ın indirdiği ayetlerden en uzun olanı borçları (ve aynı anlamda olan ticari işleri) yazıya dökmekle ilgilidir.[32] Ticari sözleşmeleri yazıya dökmemek, yüce Allah’ın irşadına muhalefet etmektir. Her muhalefette olduğu gibi yapılan işin bereketini, huzurunu ve güven duygusunu kaçırmaktadır.

Benim tavsiyem; şu anda mevcut olan, ancak yazıya dökülmemiş tüm ticaretler için tarafların oturup bir sözleşme yapmasıdır. İşin küçük ya da büyük, ortaklık veya işçi-işveren, kâr ortaklığı veya komisyonculuk… olmasına bakmaksızın; tüm ticaretler kayıt altına alınmalıdır.

Borç ayeti yeryüzünün en hayırlı toplumunun üzerine inmiştir. Şayet karşılıklı güven ve söze dayalı anlaşma yeterli olsaydı, ticaret sözleşmelerinin yazılması istenmezdi. Biz onlardan daha hayırlı ve daha güvenilir olmadığımıza göre, yazmak zorundayız.

Bazen çok basit bir sorun, yazıya dökülmediği için haftalarca tarafları meşgul edebiliyor. Herkes hatırladığı kadarını söylüyor ve fıtri olarak kendi maslahatını korumaya çalışıyor. İddiaların doğruluğuna şahit bulmak, süreci baştan sona kontrol etmek, iddiaların gerçekliğini test etmek… hem tarafları hem de soru sorulan merciyi yoruyor. Bir yazı olsa; birkaç dakika içinde çözülebilecek bir sorun büyüyor, dal budak salıyor. İddiaların karşılıklı inkârı nedeniyle kırılan kalpler ve zedelenen kardeşlik duyguları da cabası…

Bu hatırlatmadan sonra ricam; yazıya dökülmemiş hiçbir ticari, işçi-işveren, ortaklık, komisyonculuk ve benzeri meselelerle ilgili soruların bana sorulmamasıdır. İslami öğretilere uygun olmayan bir ticarete “İslami çözüm” bulmak pek mümkün olmuyor.

Hayır ve selamet; Allah’a ve Resûl’üne itaattedir. Şer ve huzursuzluk ise Allah’a ve Resûl’üne muhalefettedir.

Bu ay bu kadarla iktifa ederek dualarınızda bana da yer ayırmanızı temenni ediyor ve her birinizi Allah’a (cc) emanet ediyorum. Allah yardımcınız olsun.


[1] .45/Câsiye, 18

[2] .6/En’âm, 153

[3] .Bk. Fethu’l Bari, 3934-3935 No.lu hadis şerhi

[4] .Buhari, 3934

[5] .Duanın kaynağı için bk. 10/Yûnus, 84-86

[6] .2/Bakara, 221

[7] .5/Mâide, 5

[8] .Tefsiru’t Taberi, 8/130, 5/Mâide, 5

[9] .9/Tevbe, 29

[10] .Tefsiru’t Taberi, 8/146, 5/Mâide, 5

[11] .Musannef (Abdurrezzak), 12677

[12] .Tefsiru’t Taberi, 4/149, 5/Mâide, 5

[13] .Tefsiru’t Taberi, 3/716, 2/Bakara, 221

[14] .Bazı âlimler Ömer’in (ra) bu tavrını, diğer insanların sahabeyi örnek alması ve Kitabi evliliklerin çoğalması endişesine bağlamıştır. (age. 3/716)
Bir grup müfekkir bunu sosyolojik açıdan şehirleşme ile köylülük farkıyla açıklamıştır. Şöyle ki; şehirli kadınlar daha bakımlı ve genç olur. Kırsal kesimde yaşayan kadınlar ağır işler yapar; yıpranır ve erken yaşlanır. Ayrıca kırsal kesimde kişisel bakım olanakları kısıtlıdır. Müslimler fetih hareketleriyle birçok büyük şehri aldılar. İlk defa bu denli bakımlı karşı cinsle karşılaştılar. Ömer (ra) bunun Müslim erkekleri etkileyip, şehirli Ehl-i Kitap kadınlara rağbet etmelerinden korktu. Zira bu, çoğu kırsal kesimde yaşayan Müslim hanımlara zarar verecekti…

[15] .Bk. Fethu’l Bari, 5151 No.lu hadis şerhi

[16] .İmam Buhari şu örneği verir:
Ebu Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurdu:

“Bir kadının, (evlilik şartı olarak) çanağının kendisine boşalması (sadece kendisiyle evli kalması) amacı ile kız kardeşinin (kumasının) boşanmasını istemesi helal değildir. Çünkü onun için ne takdir edilmişse ancak o vardır.” (Buhari, 5152)

[17] .Buhari, 2729

[18] .17/İsrâ, 34

[19] .5/Mâide, 1

[20] .23/Mü’minûn, 8

[21] .2/Bakara, 100

[22] .7/A’râf, 102

[23] .Buhari, 5151; Müslim, 1418

[24] .Tirmizi, 1352

[25] .Buhari, 33; Müslim, 59

[26] .Buhari, 2718; Müslim, 715

[27] .Buhari, Kitabu’ş Şurut, 6. Bab

[28] .Konunun başında belirttiğimiz gibi; bu mesele fukaha arasında ihtilaflıdır. Biz Kur’ân, sünnet ve şeriatın genel ilkelerini gözeterek bir tercihte bulunduk. Ki; genel anlamda hadis ehli (Ahmed, Buhari, Tirmizi…) bu naslara dayanarak, şartlara bağlı kalınması gerektiğini söylemiştir.

Tirmizi (rh) mezhepleri şöyle nakleder: (Şafii’den (rh) naklettiğinde nazar vardır.)

Resûlullah’ın (sav) ashabından bazı ilim adamları, uygulamalarını bu hadisle yapar. Ömer b. Hattab da (ra) onlardan biridir ve şöyle der:

“Bir erkek, bir kadınla onu memleketinden çıkarmamak üzere evlenirse onu memleketinden çıkaramaz.” Bazı ilim adamları da aynı kanaattedir. Şafii Ahmed ve İshâk bunlardandır. Ali’den şöyle rivayet edilmiştir: “Allah’ın (cc) şartı, kadının şartından öncelikli olarak yerine getirilir.” Ali (ra) böyle söylemekle sanki “Kadının bu şartı üzerine, hicret gibi bazı zaruri durumlar yaşanırsa erkek, onu çıkarabilir.” demektedir. İlim adamlarından bu şekilde görüş bildirenler de olmuştur, Sufyan Es-Sevri ve bazı Kufeliler gibi. (Tirmizi, 1127)

Burada bir meselenin altını çizmeliyiz: Kadının böyle bir şart koşması, evlilik akdine münafi değildir. Bu; bir helali haram veya bir haramı helal kılma kapsamına girmez. Bu yalnızca bir haktan feragat edilmesini talep etmektir. Bazen bu durum, “Ben ölürsem evlenmeyeceksin.” gibi şartlarla karıştırılmaktadır. Böyle bir şeyi şart koşmak, Allah ve Resûl’ünün emrettiği bir hükmü yasaklama kapsamına girer. Bu nedenle Nebi (sav), kocasına, kendisinden sonra evlenmeyeceği sözünü verdiğini söyleyen Ummu Mubeşşir’e “Bu doğru değildir.” demiştir. (Taberani, Mu’cemu’s Sağir, 1157) Şevkani (rh) hadisin isnadına hasen demiştir.) Ancak “Benim üstüme evlenmeyeceksin.” demek, daha önce de söylediğimiz gibi, şeriatın izin verdiği bir haktan feragat edilmesini talep etmektir. İkinci evlilik farz değil, bir izindir. “Ben ölürsem evlenmeyeceksin.” demek ise üzerinde hiçbir hakkı olmayan insana şart koşmaktır. Ölüm, nikâhı düşürdüğü için ölünün geride kalan üzerinde evlilik akdine bağlı bir hakkı yoktur. Hâliyle böyle bir şart koşma hakkı da yoktur. Yine “Ben ölürsem evlenmeyeceksin.” demek, Allah Resûlü’ne has bir hükme öykünmektir; en basit ifadeyle hadsizliktir. Allah (cc) en doğrusunu bilir.

[29] .“Aralarının açılmasından korkarsanız erkeğin ehlinden bir hakem, kadının ehlinden de bir hakem yollayın. Şayet (bozulan evliliği) ıslah etmek isterlerse, Allah aralarını düzeltir (çabalarını başarıya ulaştırır). Şüphesiz ki Allah, (her şeyi bilen) Alîm, (her şeyden haberdar olan) Habîr’dir.” (4/Nîsa, 35)

[30] .Buhari, 3110

[31] .Bu hadisle ilgili genel kanaat, bu durumun Allah Resûlü’ne has olduğudur. Kanaatimce bu yaklaşım isabetli değildir. Zira bu düşünceye sahip olanlar hiçbir delil zikretmeksizin, Allah Resûlü’nün (sav) tüm ümmeti ilgilendiren bir uygulamasını ona has kılarak, delil olma yönünü ilga etmişlerdir. Bu düşüncelerine hiçbir delil zikretmedikleri gibi, akli olarak eleştiriye açık, nakzedilir şeyler öne sürmüşlerdir. Şöyle ki:

Bir rivayette Allah Resûlü (sav) “Ali diliyorsa kızımı boşar, evlenmek istediğiyle evlenir.” demiştir. Yani onu muhayyer bırakmıştır.

El-Misver ibni Mahreme’den şöyle nakledilmiştir:

“Resûlullah’ı (sav) minber üzerinde şöyle buyururken dinlemişimdir: ‘Şüphesiz Hişam ibni El-Muğire oğulları, kızlarını Ali ibni Ebi Talib ile nikâhlamak üzere benden izin istediler. Hayır, ben izin vermiyorum. Tekrar söylüyorum: İzin vermiyorum. Yine tekrar ediyorum: İzin vermiyorum. Ancak Ebu Talib’in oğlunun, kızımı boşayıp onların kızlarını nikâhlamak istemesi müstesnadır. Çünkü o, (Fatıma) benden bir parçadır. Onu şüpheye düşüren bir şey beni de şüphelendirir, onu rahatsız eden bir şey bana da eziyet verir.’ ” (Buhari, 5230)

Şayet bu talep, Allah Resûlü’nün şer’i emri olsaydı Ali’nin (ra) ona muhalefeti caiz olmaz ve seçim hakkı olmazdı.

Allah Resûlü (sav) açıkça “bir helali haram, bir haramı da helal kılmadığını” söyler. Bu da onun Ali’yi (ra) muhayyer bıraktığını gösterir. Şayet bu isteği resûl oluşu cihetiyle şer’i bir emir olsaydı, Ali’nin ona muhalefeti haram olurdu. Zira Allah Resûlü’nün, yapılmamasını emrettiği bir şeyi yapmak haramdır, isyandır.

Allah Resûlü (sav), “Onu (Fatıma’yı) üzen beni üzer.” demiştir. Bu, şer’i bir üzüntü değildir; babalık cihetiyle oluşan bir üzüntüdür. Şayet bu, Allah Resûlü’ne has şer’i bir üzüntü olsaydı, Ali’nin (ra) Fatıma’yı (r.anha) hiç üzmemesi gerekirdi. Bu da hem akla hem de vakıaya aykırıdır. Zira Ali’yle Fatıma’nın yer yer tartıştıkları, kavga edip küstükleri bir gerçektir.

Sehl ibni Sa’d’dan şöyle nakledilmiştir:

“Peygamber (sav) Fatıma’nın (r.anha) evine gitti. O esnada Ali’yi (ra) evde bulamadı. Fatıma’ya, ‘Amcanın oğlu nerede?’ diye sordu. O da ‘Onunla aramda bir tartışma oldu, bunun üzerine bana kızdı ve evden çıkıp gitti. Yanımda kaylule yapmadı.’ dedi. Allah Resûlü birine, ‘Bak bakalım, Ali nereye gitmiş?’ diye talimat verdi. Bir müddet sonra adam çıkageldi ve ‘Ey Allah’ın elçisi, Ali şu anda mescidde uyuyor.’ dedi. Peygamber mescide geldi. Bu esnada Ali uyuyordu. Ridasının bir kısmı açılmıştı. Bu yüzden vücudunun bir bölümü toprağa bulaşmıştı. Resûlullah bir yandan toprağı temizliyor, bir yandan da ‘Kalk, Ebu Turab! Kalk, Ebu Turab!’ diyordu.” (Buhari, 441; Müslim, 2409)

Allah Resûlü (sav) açıkça “Onun, (Fatıma’nın,) dininde fitneye düşmesinden korkuyorum.” demiştir. Dininde fitneye düşmek Fatıma’ya (ra) has bir durum değildir. Üzerine evlenilen her kadın üzülür, dininde fitneye düşebilir.
Allah Resûlü (sav) hadisin bir rivayetinde diğer damadı Ebu’l As ibni Rebi’yi övmüş, kendisine verdiği sözü tuttuğunu söylemiştir.

“Ali, Ebu Cehil’in kızına talip oldu. Fatıma bunu işitti. Resûlullah’ın (sav) yanına giderek dedi ki: ‘Senin kavmin, kızların için kızıp öfkelenmediğini ileri sürüyor. İşte Ali, Ebu Cehil’in kızıyla evlenecek.’ Bunun üzerine Resûlullah (sav) ayağa kalktı. Teşehhüd getirdikten sonra onun şöyle dediğini dinledim: ‘Ben Ebu’l As ibni Rebi’ye kızımı nikâhladım. O bana ne söylediyse sözünde durdu, doğru söyledi. Şüphesiz ki Fatıma da benim bir parçamdır ve şüphesiz onun hoşuna gitmeyen bir şeyden ben de hoşlanmam. Allah’a yemin ederim, Resûlullah’ın kızı ile Allah düşmanının kızı aynı adamın yanında (nikâhla) bir araya gelmeyecektir.’ Bunun üzerine Ali ona talip olmaktan vazgeçti.

(El-Misver’den şöyle rivâyet edilmiştir:) Peygamber’in (sav), Abdüşşemsoğullarından bir damadını söz konusu ettiğini, bu akrabalığı hususunda ondan övgüyle bahsedip onu güzel bir şekilde yâd ettiğini, sonra da şunları eklediğini işittim: ‘O, konuştuğunda bana doğruyu söyledi, söz verdiğinde sözünde durdu.’ ”(Buhari, 3729; Müslim, 2449)

Bu ise Allah Resûlü’nün (sav) Ali’den (ra) söz aldığını dolaylı olarak ifade etmiştir. Şöyle ki; damadı, eşi Zeynep’i Allah Resûlü’ne göndermeye söz vermişti. Sözünü tuttu da. Allah Resûlü’nün, bu olayı Ali’nin ikinci evlilik talebinde dillendirmesi ilginçtir. Bu şekilde Ali’nin, verdiği bir sözle bu tutumunun uyuşmadığını ima etmektedir. Allah (cc) en doğrusunu bilir.

Allah Resûlü (sav), “Resûlullah’ın kızıyla Allah düşmanının (Ebu Cehil’in) kızı bir arada toplanmaz.” buyurmuştur. Ali’nin (ra) evlenmek istediği bu hanım, Müslim olmuştur. Şayet Allah düşmanlarının kızlarıyla evlilik yapmak şer’i bir yasak olsaydı, birçok Mekkeliyle evlenmek yasak olurdu. Başta Allah Resûlü’nün, henüz Allah düşmanı olan Ebu Sufyan’ın kızıyla evlenmesi sorun oluştururdu. Allah (cc) en doğrusunu bilir; bu, babalık duygularıyla söylenmiş bir söze benzemektedir. Zira Allah Resûlü de (sav) bir insandır. Unuttuğu, yanıldığı, öfkeyle hareket edip beddua ettiği vakidir:

Alkame’den (rh) şöyle nakledilmiştir:

Abdullah ibni Mesud, (ra) Peygamber’in (sav) kendilerine namaz kıldırdığını anlattı. (Alkame’nin rivayet ettiği ravi İbrahim, ‘Fazla mı yoksa eksik mi kıldırdığını hatırlamıyorum.’ demiştir.) Allah Resûlü (sav) selam verince ona, ‘Ey Allah’ın elçisi, namazla ilgili yeni bir gelişme mi oldu?’ diye sordular. O da ‘Böyle bir şey olmadı.’ diye cevap verdi. Ashab-ı kiram, ‘Şöyle şöyle namaz kıldırdın.’ deyince Peygamber (sav) ayaklarını büküp kıbleye yöneldi ve iki kez secdeye gitti, sonra selâm verdi. Yüzünü bize çevirdikten sonra şöyle buyurdu: ‘Eğer namazda bir değişiklik olsaydı elbette size haber verirdim. Ancak ben de sizin gibi bir insanım. Nasıl ki siz unutuyorsanız, ben de unuturum. O hâlde unuttuğum zaman bana hatırlatın. İçinizden kim namazı konusunda şüpheye düşerse doğru olanı esas alıp ona göre namazını tamamlasın. Sonra selam verip iki kez secde etsin.’ ” (Buhari, 401; Müslim, 572)

Aişe’den (r.anha) şöyle nakledilmiştir:

“Resûlullah’ın (sav) yanına iki kişi girdi ve kendisiyle, ne olduğunu bilmediğim bir şey konuştular. Bunun üzerine kendisini öfkelendirdiler, o da onlara lanet etti ve ağır bir söz söyledi. Bu iki kişi yanından çıktığında, ‘Ey Allah’ın Resûlü, her kim hayır namına bir şeyler elde etse bile bu iki kişi hayır elde edememiştir.’ dedim. O da ‘Niye bunu söyledin?’ buyurdu. Ben de ‘Bu iki kişiye lanet ettin ve ağır bir söz söyledin.’ dedim. O da ‘Sen, benim, Rabbime ne şart koştuğumu bilmiyor musun? Ben, ‘Allah’ım, ben de bir insanım. Herhangi bir Müslim’e lanet eder veya ağır bir söz söylersem, bunu onun için günahlardan bir arınma kıl ve ecir yap.’ dedim.’ buyurdu.” (Müslim, 2600)

Bu meselede bir insan olarak babalık duygularının kabarması ve o hissiyatla konuşması gayet anlaşılırdır. Aksi hâlde, İslam olmuş bir hanımı babasının suçuyla değersizleştirmek, Allah Resûlü’nün genel öğretileriyle uyumlu değildir, istisnai bir durumdur. Allah (cc) en doğrusunu bilir.

[32] .Bk. 2/Bakara, 282

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver