Allah Düşmanı ‘Demos’

Hamd, sadece Allah’a subhanehu ve teâlâ mahsustur. Salât ve selam, Rabbinin emir ve nehyettiklerini bize bildiren son elçi Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem, âlinin ve ashabının üzerine olsun.

Ülkenin malum gündemi olan, hüküm(et) yetkisini paylaşma yarışı ve milyonları şirk pisliğine batıran demokratik seçimlerin batıllığını her muvahhid gündem edinmelidir. Yazımızda bu şirk amelinin muhatabı olan ‘Demos’u’ (ahali, halk zümresini) psikolojik açıdan değerlendireceğiz.

Allah subhanehu ve teâlâ yerin, göğün ve onun arasındakilerin yaratıcısıdır, yaratıcılığı tüm bu yaratılanlar üzerinde hüküm sahibi olması gibidir. Allah’ın yaratıcı oluşu, hükmetme/emretme yetkisini elinde bulundurmayı gerektirir.( Araf suresi 54. ayetin tefsirine bakınız.)

Yaratan kim ise hükmetmesi gereken de O’dur. Bu, fıtrata yerleştirilmiş bir hakikattir. İnsanın yaratılışı hanif olan fıtrat üzeredir, insi ve cinni şeytanlar ne zaman bir insana haddi aşmayı emredecek olurlarsa önce onun fıtratını/hanifliğini bozarak işe başlar. Bunu başardıktan sonra tümüyle cürüm işlemeye yatkın bir birey hâline getirerek onu kendi safına katmış olurlar?

Peki, kendini İslam dinine nispet eden yaratılışı hanif bir fıtrat üzere olan bu ‘demos’ (halk zümresi) nasıl bir süreçten geçerek hâkimiyet noktasında şirk işleme potansiyeline sahip oluyorlar.

“Şüphesiz şeytan sizin için bir düşmandır. Öyle ise (siz de) onu düşman tanıyın.” (35/Fatır, 6)

“Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın.” (24/Nur, 21)

Demos’un Manipülasyonu

Bir toplumu ifsat edip faaliyetlerine yön vermek, o toplumun beslendiği esas kaynaklarını onlardan koparmakla mümkündür. Bu kaynaklardan sadece maddi anlamda onları uzaklaştırmak çok etkin bir yöntem olmayacağından, psikolojik bir saldırı ile bu daha mümkün hâle gelmiş olur.

Böylece psikolojik saldırının bıraktığı harabiyet (soyut bir algı olmasından) onu daha kalıcı ve etkili kılar. İslam’a yapılan en tehlikeli saldırı esas kaynaklardan edinilen mutlak değerler hiyerarşisini altüst ederek yapılmıştır.

Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem Medine devletinde oluşturduğu toplum; ne kan, ne ırk temeline, ne ortak bir kültürü yaşatma ne de siyasi ve mâli bir güce sahip olma esasları üzerine kurulmuştur. Tek kelimeyle o toplum, Allah’ın subhanehu ve teâlâ insanı üzerinde yarattığı ‘tek ümmet ve hanif fıtratı’ esasına dayandırılmıştır.

Hiçbir sınıfsal ayrımın olmadığı böylesi bir toplum, fıtratın özüne dönüş yapan herkese açıktır. Bu toplumun esas kaynağından aldıklarıyla oluşan kişilikler, onları bu ümmetin öncüleri kılmış ve o toplumu tarihin unutulmaz sayfalarına taşımıştır.

Hâkimiyet meselesi, tarih boyunca hak ile batılın birbiriyle çekiştikleri en çetin mesele olmuştur. Hâkimiyetin kayıtsız şartsız Allah’a subhanehu ve teâlâ ait olması imanın en temel gerekliliğidir. Çünkü Allah’ın kanunlarıyla hüküm olunmayan toplumlarda, tevhid inancından ziyade politeizm denilen çok ilahlık inancı hâkim kılınmış olur.

“Hüküm yalnızca Allah’ındır. O ancak kendisine ibadet etmenizi emretmiştir.” (12/Yusuf, 40)

Toplum veya bireylerin psikolojik yapıları onların değer yargılarıyla oluşur. Psiko analistler, psikolojileri ve bunun yansıması olan kişiliklerin analizini, kişilerin değer yargılarını ve önceliklerini sorgulayarak yapıyorlar. Hangi alanda olursa olsun eğer bir işin öncelikler sırasını bozarsanız ortaya o işin salahiyetine dair hiçbir şey bulamazsınız. Bu dinin de önceliklerini ve gayelerini ters yüz etmekle, eskilere ait bir takım uygulamalar olduğunu, bu çağa hitap edemeyen sadece vicdanlarda saklı kalan bir inanç biçimi olduğunu insanlara kabul ettirdiler.

Hâkimiyeti Allah’tan başkalarına vererek İslam toplumunun mutlak değer yargılarıyla oynanmış oldu ve bu da ümmet bilincinden bireyselliğe hızlı bir şekilde geçişi tetikledi. Bu, bireyi maddeci bir zihniyete, mülkiyet edinme ve mülkün tasarrufunda serbest olma, kendi kendine yeterlilik, kuvvetli/izzetli olmak için her türlü yola başvurma, milletlerin veya fertlerin büyüme hırsları ile hâkimiyet ihtiraslarına sahip olmaya götürdü. Tüm bunlar; Allah’ın subhanehu ve teâlâ kanunlarıyla hükmedilmeyen toplumda görülmesi elzem olan, kendi içinde küfrü barındıran amellerdir.

İflas etmiş bu beşeri kanunlar çeşitli alanlarda, kendilerine ibadet ettikleri ve yücelttikleri yeni yeni ilahlar edindirmiş oldu. Hüküm yetkisi kendisine verilmiş liderler, her şeyi yapmaya güç yetiren süper güçler, sevgi ve hayranlıkta ilahi hudutların çiğnendiği sinema ve spor yıldızları, şehvet ve ihtiras kulluğu vs…

Bu beşeri sistemlerin ana parçası olan Demos’un ve liderlerinin/yıldızlarının, psikiyatrik rahatsızlıkları her geçen gün artmaktadır. Dünyada psikotrop ilaç tüketimi ve intihar istatistiklerine bakınca durum daha net görülmektedir. Bu rahatsızlıkların başında gelen ‘narsistik kişilik bozukluğu’ kendilerini çok önemli, vazgeçilemez oldukları, kusursuz/mükemmel görme, kendi kendine hayran olması, üstünlük hisleri, alkışlanıp beğenilme ihtiyacı ve kendini başkasının yerine koyamayıp, insanlara uygun yaklaşımlarda bulunamama ile seyreden bir rahatsızlıktır. Bugün miting/konserlerde onlara dokunabilmek, aynı karede fotoğraf çekebilmek için düştükleri hâller, sağlıklı bir ruh hâline sahip birinin yapacağı şeyler mi? Sağlıklı bir kişiliğe sahip bir insan tazim edilerek adının defaaten söylenmesinden rahatsız olmaz mı?

İlkel kabile reislerinin/kâhinlerinin doğaüstü güçlere sahip olduklarını zannetmeleri gibi bunlar da, kendi liderlerinde erişilmez ve onu farklı kılan bir takım üstünlüklerinin olduğunu ve bunların kendilerine sunacakları metodlarla gayelerine kavuşabileceklerine, bunların yeryüzünde birer kurtarıcı olduklarına inanırlar.

Demos’un bunlara besledikleri o sevginin (ilah edinmenin) asıl nedeni nedir?

“Hani bir zamanlar Musa’ya kırk gecelik vaad verdik de sonra siz onun arkasından buzağıyı ilah edindiniz ve o hâlinizle zalimler idiniz.” (2/Bakara, 51)

“Hani, Tur dağının altında sizden söz almış: ‘Size verdiğimiz Kitab’a sımsıkı sarılın; ona kulak verin’ demiştik. Onlar, ‘Dinledik, karşı geldik’ demişlerdi. İnkarları yüzünden buzağı sevgisi onların kalplerine sindirilmişti. Onlara de ki: ‘(Tevrat’a beslediğinizi iddia ettiğiniz) imanınızın size emrettiği şey ne kötüdür, eğer inanan kimselerseniz!’ ” (2/Bakara, 93)

Allah’ın subhanehu ve teâlâ şeriatından alıkoyan bu ilahlara sevgileri, heva ve heveslerine uymalarından dolayıdır. Allah şöyle buyurmaktadır:

“Heva ve hevesini kendine ilah edinen, Allah’ın ilim dahilinde saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun? Şimdi onu Allah’tan başka kim hidayete erdirebilir? Hala düşünmez misiniz? (45/Casiye, 23)

“Heva ve hevesini ilah edinmek…” ifadesiyle bir kimsenin, nefsinin her istediğini yapması ve yaptığı işin Allah indinde haram mı helal mi olduğunu dikkate almadan davranması kast olunmaktadır. Böyle bir insan, Allah emretmiş bile olsa, eğer nefsi istemiyorsa o işi yapmaz. İşte bu kimse nefsine itaat ettiği şekilde, başkalarına da itaat ediyorsa, o kimseleri de ilah edinmiş olur. Her ne kadar bu kimse, o kimseleri ilah ve mabud edinmediğini söylese de veya o kimselerin putunu yaparak onlara tapmasa da onları ilah edinmiştir. Çünkü kayıtsız şartsız teslimiyeti, onun bu kimseleri ilah edindiğinin bilfiil ispatıdır. Ve bu da apaçık şirktir. Allah’tan başkasına bu şekilde itaat eden kimse, itaat ettiği kimseye secde etmemekle ve lisanen onun ilah olduğunu söylememekle, şirkten kurtulamaz. Nitekim büyük müfessirler de bu ayeti, bu şekilde yorumlamışlardır.

İbni Cerir rahimehullah: ‘Allah’ın koyduğu helal ve haramı dikkate almadan nefsinin arzusuna göre davranan kimse, nefsini ilah edinmiş olur’ demektedir.

El-Cessas ise: ‘Böyle bir kimse Allah’a itaat ettiği gibi nefsine itaat eder’ derken,

Zemahşeri, ‘Nefsinin yönlendirdiği gibi hareket eden kimse, nefsine tıpkı Allah’a itaat ettiği gibi itaat etmektedir. ‘Allah’ın bir ilme göre saptırdığı kimse’ ifadesiyle, ilmi olmasına rağmen dalalete düşen kimselerin kast edildiği anlaşılmaktadır. Çünkü o nefsinin kölesi olmuştur.

Ayrıca şöyle bir anlam da vermek mümkündür: ‘Allah o kimsenin nefsine kulluk ettiğini bildiği için, onu dalalete itmiştir.’ ‘

‘Bu ayetin siyak ve sibakından ahiret düşüncesini ancak nefsinin yönlendirmesiyle hareket eden ve nefislerine kul olan kimselerin inkar ettikleri açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü ahiret düşüncesi böyle kimseleri nefislerine kulluk etmekten ve yine nefislerinin yönlendirmesiyle hareket etmekten alıkoyar. Bu defa ahireti inkar edenler nefislerine köleliği daha da artırarak, battıkça batarlar. Hiçbir kötülükten çekinmeyerek, başkalarının haklarına tecavüz etmekten ve zulümde bulunmaktan hiçbir surette utanmazlar. Hak ve hukukun onlar nezdinde bir anlamı yoktur. Hiçbir şeyden ibret almadıkları gibi, onlara nasihat da fayda vermez. Gece gündüz arzularının peşinde koşarlar ve hangi yolla olursa olsun heva ve heveslerini tatmin etmek için çırpınıp dururlar. Tüm bunlar, ahiret düşüncesini inkar etmenin, sonuçta insanın ahlakını felç ettiğinin apaçık ispatıdırlar. Çünkü insanın Allah’a karşı davranışlarından kendini sorumlu hissetmesi, kendisini insanlık dairesinde tutmasını sağlar. Aksi takdirde insan ne kadar önemli vasıflara sahip olursa olsun onun bulunduğu durum bir hayvanınkinden daha kötüdür.’ (Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an)

Bu şirkleri onları (demosu) akıllarını kullanmamaya, muhakeme yetilerini kaybedip, onlara istedikleri şeyleri düşündürtmeye kadar götürdü.

Şirk, insanların hayatına girdiğinde aklın bozulduğuna pratik bir örnek verelim: Peygamberler aleyhimusselam insanları tevhide davet etmeye başladıklarında onlara muhalif olanlar insanlara şöyle dedi:

“Şayet sizin gibi insan olan birine tabi olursanız hüsrana uğrarsınız.” (23/Mu’minun, 34)

‘Dikkat edilirse bu ayette müstekbirler, insanlara Peygamber’e tabi olmamalarını söylüyor. Sebep olarak da; ‘Çünkü o da sizin gibi bir insandır’ diyor. Bununla birlikte insanları kendilerine tabi olmaya davet ediyorlar. Fakat içlerinden hiç kimse ayağa kalkıp: ‘Peygamber insan olduğu için ona tabi olmamamız gerekiyorsa, size niye tabi olalım? Siz de insan değil misiniz?’ demiyor. Çünkü fıtratları şirk ile bozulmuş. Fıtrat bozulunca beraberinde akıl da bozuluyor. Akıl bozulunca da ölçüler de bozuluyor. Her şeyi yerli yerine koyabilmek için fıtratın bozulmamış olması gerekir.’ (Furkan Basım ve Yayınevi, Ebu Hanzala Hoca, Kavaidu’l Erba’ Şerhi, S. 89.)

Fıtratları bozulmuş olan bu insanlar (Demos); İslam’ın yaşanabilmesi ancak çağa ayak uydurmak ve hâkimiyetin kendilerine verilmesiyle mümkün olabileceğine inandırılmışlar.

“İnkar edenlerin başına, onları durmadan (günaha ve azgınlığa) tahrik eden, şeytanları gönderdiğimizi görmedin mi?” (19/Meryem, 83)

‘Bu dinin düşmanları çağlar boyu oldukça gayret gösterdiler ve hâen bu çalışmalarını sürdürmektedirler. Bu düşmanlar çalışma ve gayretlerini sinsice hileler kullanarak ve aldatıcı yollara başvurarak sürdürdüler. Bunların tüm gayretlerinin amacı da, Müslüman olmaktan memnun ve hoşnut olan kitleyi ürkütmek bu acı gerçeği aydınlık içinde ele almaktan onları uzaklaştırmaktır. Ayrıca bir başka hedefleri de şudur: Artık bu dinin varlığı duraklamıştır. Bu da, yeryüzünde tüm işlerinde Allah’ın şeriatıyla hükmeden İslam toplumunun gitmesiyle olmuş, hâkimiyetin veya bir başka deyişle uluhiyetin sadece Allah’a ait olduğunun bırakılmasıyla başlamıştır. Hâkimiyet ve uluhiyet; biri diğerinin yerine geçen manaca birbirinden ayrılmaz iki terim.

İşte bu hilekâr, düzenbaz ve sinsi düşmanlar, Müslümanları sömürmek için bu denli bir istismara kalkıştılar ve birçok zorluklar ve sıkıntılar ortaya attılar ki böylece Müslümanları aldatıp sömürebilsinler. Bu tür sıkıntılar yeryüzündeki birçok insanın şuurunu bulandırmak için yapılmaktadır. Şuurları bulandırılan ve köşeye sıkıştırılıp korkutulmak istenenler de, Müslüman olarak kalmaktan hoşnut olanlardır. Bu gibi Müslümanların zihnine artık bundan böyle İslam’ın varlığını fiilen sürdüremeyeceği gibi bir düşünce sokmak ve İslam’ı arzulanan manada uygulama imkânının olmayacağı kanaatini yerleştirmek istiyorlar. Onlara göre insanların Müslüman kalabilmeleri mümkün olabilir. Ancak bu dinin şeriatının kendilerinde hakim olmaması ve hâkimiyetin de kayıtsız şartsız Allah’ın olduğu inancının bundan böyle bırakılması şartıyla… Halbuki kim bu hâkimiyetin Allah’tan başkasında olduğunu iddia ederse o ilahlık iddiasına kalkışmış olur, küfre girer ve bu dinden çıkar!

Bu iğrenç tuzak o noktaya varmıştır ki bu hususta oryantalist Alfred Cantol Smith ‘Modern Çağda İslam’ adını verdiği bir kitap yazmıştır. Burada adamın amaçladığı tek nokta şudur: Atatürk’ün Türkiye’de gerçekleştirmiş olduğu laiklik aslında İslam’ın kendisidir. Hatta dahası da var, laiklik hareketi modern fetret döneminde başarılı olan tek İslami harekettir. Bugün Müslümanlara düşen bir görev vardır. Eğer Müslümanlar burada İslam’ın varlığını sürdürmesini istiyorlarsa, laikliğin gösterdiği çizgide yürümeleri gerekir. Çünkü en doğru çalışma ancak bu yolla gerçekleşebilir.’ (Seyyid Kutub, İslam’da Sosyal Adalet)

Allah’ın subhanehu ve teâlâ yeryüzündeki halifesi, hanif olan fıtratını koruyabilen insandır. Bu insan, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmekle ve Allah’ın mülkiyetini Allah yolunda çekip çevirmekle yükümlüdür.

“İbrahim’in milletinden (hanif dininden), kendine kıyan sefihten/beyinsizden başka kim yüz çevirir?” (2/Bakara, 130)

İbni Teymiyye rahimehullah Sırat-ı Müstakim’in de: ‘Bir Müslüman olarak cehennemliklerle (şirk ehliyle) arandaki uyuşmazlık mesafesini ne kadar geniş tutarsan, bu cehennemliklerin zihniyet ve davranışlarından o kadar daha uzak kalırsın.’ der.

Sonuç olarak; Kendini bu dine nispet eden Demos, hüküm yetkisini Allah’ın dışında birilerine vererek kendilerini yabancı istilacıların ve sömürgecilerin ellerinde bir nesneye dönüştürmüş oldular. Bu algı operasyonlarına maruz kalmamanın tek yolu; tüm tağutlara ve sistemlerine ‘La’ diyerek toptan bir red ve ondan sonra hanif olan fıtratın özüne dönmekle olur.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver