Ahad!

Kasvetli bir hava vardı dışarıda. Yağmur da hafiften çiselemeye başlamış ve gittikçe hızını arttırıyordu. Dışarıdaki kasvet konağın içine, oradan da Şeyh Muhibbuddin Efendi’nin ruhuna sirayet edip yayılıyordu sanki.

Şeyh Muhibbuddin Efendi, benzerleri arasındaki kıyaslamalarda sayısız müritlerin çenesini çokça yoran muhteşem konağının şahnişininde oturmuş, hafiften buğulanmaya başlayan camdan, geniş bahçeyi seyrediyordu. Camdaki buğulanma görüş alanını değil de, rikkatiyle meşhur kalbini daraltıyor gibiydi. Epey zamanlardır bu halde oturmuş, oğlu Tâhâ’nın son durumunu düşünüyordu derin derin. Öğleden bu yana geçen birkaç saat içerisinde ikinci küllüğü de doldurmak üzereydi neredeyse.

Emre amade bekleyen kapıdaki hizmetçiye ılık bir tonda seslendi:

__ Pito…

Büyük bir sorumluluğu yüklenmeye hazır kimselere mahsus ciddiyet ve olgunlukla huzura gelen genç hizmetçi, Şeyh efendinin ancak duyabileceği alçak bir ses tonuyla cevap verdi:

__ Emir buyurunuz, kurban…

__ Evlâdım, Müslüm Efendi’yi huzura davet et.

__ Başım gözüm üstüne efendim…

Aradan birkaç dakika geçmişti ki Müslüm Efendi huzura sökün etti. Şeyh Muhibbuddin Efendi’nin en çok itimat ettiği halifelerdendi Müslüm Efendi. Tarikatın malî işlerine bakıyor ve ticari şirketlerin Şeyh adına murakabe ve takibini de Müslüm Efendi yapıyordu. Uzun yıllardır vefakâr bir bağlılıkla kendisine hizmet ettiği Şeyhinin bulunduğu odaya girdiğinde her seferinde yaptığı gibi yine abartılı bir saygılı tavır takınarak el pençe bir halde Şeyhe en yakın koltuğa ilişti.

__ Seni niçin çağırdığımı biliyor musun?

__ Kurban bilir…

__ Müslüm, Tâhâ mahdumumun ahvali beni pek müteessir etmekte. Şu müşkülatın bir hal çaresine bakmak gerek.

__ Bendeniz de emrinize amadedir kurban. Her ne emir buyurursanız can kurban…

Mürşid’inin en yakınındaki adam olan Müslüm Efendi, Şeyh Muhibbuddin Efendi’nin üzüntüsünün sebebini de gayet iyi biliyordu. Hatta birkaç kez bizzat şahit olmuştu bu üzüntüsüne neden olan ‘Küçük Şeyh’ Tâhâ’nın söz ve davranışlarına.

Şeyhe hürmeten ismiyle değil de ‘Küçük Şeyh’ diye andıkları Tâhâ ile ilgili gelişmeler onun da canını fena halde sıkıyordu ama ne çare. Şeyh ailesi gibi necib ve nezih bir ortamda yetişmiş olmasına rağmen son birkaç aydır tuhaf sözler söylüyor ve sütten yeni kesildiğini (!) unutmuş gibi yeni yeni bitmeye yüz tutan sakalını da bırakıp salmaya başlamıştı. Böyle mükerrem ve mukaddes (!) bir Şeyh Efendi’nin oğlu olup da bu hallere düşmesi Müslüm Efendi’yi çok üzüyordu tabii.

Bildiklerini kendine saklasa, on yedi yaşında bir çocuk demez sarılır, sarmalar, ellerine dahi kapanabilirdi. Müslüm Efendi’ye göre işin en kötü tarafı, nereden öğrendiyse bazı beylik lafları ulu orta konuşuyor olmasıydı. Her ne kadar Şeyh Muhibbuddin Efendi bunları duymasın diye gayret gösterdilerse de muvaffak olamadılar. Bu sözlerin müritler tarafından da işitilmesi ve gündem olması Müslüm Efendi’ye göre fenaydı.

Şeyh Muhibbuddin Efendi’nin siyanetiyle Küçük Şeyhin müritler arasında bir tesiri olmazdı olmasına da, peki ya yarın? Tâhâ böyle devam ederse ileride tarikatın dergahının orta yerine incir ağacını dikmiş bil, diye hırslandı kendi kendine. Sesli düşünmüyordu, hem yanında da Tâhâ yoktu ki ona şöyle deyiverse:

__ Efendi, gidecek olan Şeyh babam’ın mülkü. Sen de doldurmak üzeresin küpü. Boşuna denmemiş, ‘ağanın malı gider, marabanın canı çıkar’ sözü… (Dolmak üzere olanın kaçıncı küp olduğu mevzuu bu hikayemizin konusu değildir.) Derin derin iç çekip duruyordu Müslüm Efendi. ‘Ahh Tâhâ ah. Yediğin ve hatta yemediğin kadarı önünde, yiyemeyeceğin kadarı da ardında, yönünde. Birçok insan açlıktan, buranın ise (Kasr-ı Şeyh’i kastediyor) hizmetkârları dahi tıkınıp tıksırmaktan ölecek neredeyse. Bu devlet bu saltanat önünde duruyorken kim karıştırdı kafanı da hasım ettirdi babana…’

Şeyh Muhibbuddin Efendi dizinin dibinde adâb-ı tarikatı talim etmekten imtina etmeye başladığı anda Tâhâ ile alakalı büyük bir sükut-u hayale uğramıştı. Tâhâ’dan daha büyük dört tane oğlu vardı ve hepsini de bu talim ve terbiyeden geçirmişti.

Tâhâ’nın (Şeyh Muhibbuddin’e göre) bu serkeşliğinin ilk işaretleri ortaya çıktığında bir tahkikat yaptırmak lüzumunu hissetmişti, Şeyh babası. Okul için gönderdiği şehirdeki mürit ve muhiblerine haber saldı. Çok zaman geçmeden Tâhâ’nın şehirdeki ahvali ve çevresi hakkında birçok malumat geldi konağa. Geldi de ne demek. Acaba, Efendi Hazretleri’nden bir taltifat, hiç olmazsa bir nazar-ı feyyâz nasip olur mu diye birçok mürit ve muhip haberler yağdırdı Kasr-ı Şeyh’e. Doğrusu ilk anda Şeyh de şaşırdı bu işe. ‘Bir haber etseniz’ diye himmetiyle beraber emir buyurmuş, gelen malumatların ardı arkası kesilmez olmuştu. Şeyh’in Konağı istihbarat havuzuna dönmüştü sanki.

‘Efendi hazretleri, küçük efendi hazretleri Selatin haricindeki camilere adım atmaz…’

‘Kurban, küçük şeyhimiz pek de tekin olmayan bazı eşhas ile ülfet halindedir. Muhbir, bir ahbabım sevap niyetiyle söyledi bana, arz ederim Kurban’a…’

‘Şeyh’im, efendim. Candarmadaki muhiblerimizden bir fakir demiştir ki, ‘Efendi hazretlerinin mahdum-u kerimleri hakkında beyaz fiş tutulmuştur. Bunun mânâsı (Efendi hazretleri daha iyi bilir.) beyaz renkli fiş ile fişlenenlerin tarassut ve takibat altında tutulması gerekir. Vakta ki Şeyhimizin mahdum-u kerimleri Anadolu İslamlığı dışında yeni yeni şeyler zuhur ettirip söyleyen zararlı (!) bazı cereyanlardan uzak durmaya başladı, hemen o saat itibariyle fişi yırtıp çöpe atacağım. Amirimden söz aldım…’

Şeyh Muhibbuddin Efendi tüm bunların bir kabus olmasını ne de çok arzuluyordu. Ama değildi işte. Kendisi de şaşırmıştı bu işe. Yeni boy veren nâzenin bir fidan gibi olan genç Tâhâ’nın adı resmi dairelerde kayıtlara girdiğine göre iş sandığından da daha ciddiydi demek.

İşte bu ahvalin elem ve yakıcılığında Müslüm Efendi de Şeyhine ortaktı. Şeyh Muhibbuddin Efendi’yi teessüre sevkeden en küçük bir şey, onu kahrediyordu adeta. Her ne olursa olsun, Mürşid’ini üzecek, kızdıracak, hatta boş yere meşgul edecek her ne var ise usûlüne göre münasip bir surette izale edilmeliydi. Tenbihat ise tenbihat, İhtarat ise ihtarat… Gerisine dili varmadı ama ‘gerekirse’ diye bir şerh koymayı da ihmal etmedi, Şeyh’in halifesi.

Müslüm Efendi pür müeddep bir halde emaneten gibi ilişmiş olduğu koltuğunda kesik birkaç öksürük eşliğinde hafifçe hareketlendi kısa bir sessizlikten sonra. Bu öksürük ve canlanma emaresi Mürşid’inin emir buyurduğu hal çaresini bulmuş olduğunun işaretiydi. Tasarladığı hal çaresini destur alıp Şeyhine arz etmeye başladı. O naif karakterinden hiç beklenmeyecek bir fikirdi bu. Lakin böylesinin daha münasip olacağına kanaat etmişti. Şeyh Muhibbuddin Efendi sadık ve vefakar halifesinin arz etmekte olduğu hal çâresini sükunetle dinliyorken bazen şaşırıyor, bazen de beyaz sakalının çevrelediği ruhanî bir çehreden yayılan memnuniyet ifadesiyle tebessüm ederek Müslüm bendesini onore ediyordu. Önerisini gerekçelendirirken son olarak şunu söylemişti Müslüm Efendi:

__ Kurban. Malum-u âlînizdir ki size layık bir evlat olmak şöyle dursun, bende olmak dahi büyük bir ilahî ikram ile şerefyâb olmaktır. Yavuz Selim Han hazretleri dahi bu kutlu yolun bendesi olmayı padişahlıktan dahi üstün görmüş ve şöyle demiştir bir şiirinde:

‘Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş,

Bir veliye ben de olmak cümleden â’lâ imiş’

Efendimiz, hal böyle iken tarikat-ı kudsiyenin istikbali için lazım olan tertip ve tedbiri almak bizler için vaciptir. Himmet ve emirleriniz başımız gözümüz üzeredir.

Müslim Efendi hal çaresi olarak her ne düşünüp tertip ettiyse Şeyhinden cevaz almaya da muvaffak olmuştu. Tasarlanan tertip, Şeyh Muhibbuddin Efendi’nin dimağında kekremsi bir tat bırakmış olsa da, hem Tâhâ’nın hem de tarikat silsilesinin selameti için zaruri bir tasarruf olduğuna kânî ve lüzumunun ifâsına da kaîl olmuştu.

Tâhâ’nın bu halinin devam etmesindense onun bir şekilde tedip ve tekdiri evlâdır. Ne demiş Ziyâ Paşa: ‘Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.’

Müslüm Efendi’nin ayrılmasından kısa bir süre Tâhâ girdi içeriye. Sessiz sedasız bir şekilde Şeyh babasının karşısındaki koltuğa oturdu. Mahzun melûl bir hali vardı. Son bir kaç aydır olduğu gibi. Şeyh babası, yüzlere binlere Mürşidlik ettiği halde kendisine selâm vermekten ictinap eden Tâhâ oğlunun bu tavrından hiç hoşlanmamıştı. Fakat kendisi hakkındaki tertip planını hatırlayınca olabildiğince müşfik bir tavır takınarak nasihat türünden bir şeyler anlatmayı münasip gördü.

Bugün yarın oğlunun başına gelecekleri bildiği için son öğütlerini de vererek vicdanen daha huzurlu olabilecekti,

__ Evlâdım. Hele bir seyr-ü sülükünü devam ettireydin. Bir yola girdin mi yarıda bırakmak olur mu, oğulcuğum. Yolun yarısında vazgeçmek demek, hem başladığın hem de gaye edindiğin menzillerin ikisinden de uzaklaşmak demektir. İki arada bir derede kalırsın, hafizenallah…

Sesine tatlı bir sertlik katarak devam etti Şeyh Muhibbuddin Efendi:

__ Benim oğlum kalbi rakik, halim ve seyr-ü sülük ile meratıp kat etmelidir her daim. Yavrucuğum, sen evvela kalbinin üzerindeki perdeleri atmak için sa’y u gayret göster. O vakit mele-î a’lâ’yı seyre dalmanın lezzetiyle mülezzez olursun. Bil ki, her bir şeyin mevsimi, vakti, sırası ve dahi mevzuu vardır. Lakin bu mesleğimizde tezcanlılığa yer yoktur. Ben senin hakkında Semerkant’a şeyh olacağın ümidini beslerken yaptığına bir bak hele…

Böyle çiğliklerle kendi başını örse vurup kırdırmak niye? Meratib kat eyleyip vuslata er ki her bir müşkilatın hakkından gelesin… Terbiye-i nefsini ikmal ettir. Unutma ki en büyük cihad ve en büyük samimiyet de budur. Cennete girdirecek yollara kavuşmayı mı istiyorsun? Cenab-ı Vaciu-l Vûcud hazretleri sana doğduğun günden beri böyle bir imkan ve fırsat bahşeylemiş. Büyük bir ihsanda bulunmuş. Bu ilahî ikramın kıymetine ve ehemmiyetine mûdrik olman lazım. Oğulcuğum. Bu postun (tarikatın Pîrinden kaldığı rivayet edilen ve Şeyhlik makamını sembolize eden postu kastediyor.) halefi sen olduğun halde başka postlara ne hacet? Elhamdülillah, huzur, saadet ve refah içerisinde yaşıyoruz. Bizim mesleğimizde zararlı (!) siyaset olmaz. Yok Amerikadır, Laikliktir, demokrasidir… Biz gerekeni yapıyoruz zaten. Tağut falan… Sana ne evladım bunlardan. El-Kahhar olan Cenab-ı Zülcelâl hazretleri din-i mûbin-i İslâmı her çeşit şeririn şeraretinden muhafaza eylesin. Kâbe-î Muazzama’yı Ebrehe’den koruyan Ebabiller sahibi Cenab-ı Azimu’ş şân, elbette bugün de dinini ve dahi bizleri de korumaya kadirdir. Koruyor da elhamdülillah.

Son cümlesiyle beraber inatçı bir öksürük tuttuğu Şeyh Muhibbuddin Efendi’yi. Tâhâ hemen davranıp bir bardak su takdim etti Şeyh babasına. Şeyh babası sûkut edince bir şeyler söylemeyi bir vücubiyet olarak telakki edip, konuşmaya başladı Tâhâ. Su-i edep olmasın diye kullandığı kelimeleri özenle seçiyor, Şeyh babasına hürmette, yaşından daha büyüklere mahsus bir ihtimam gösteriyordu. Şeyh babasının tabiriyle bu ‘meslek’te İslam’ın aslına aykırı olan unsurlardan bazılarını anlatıyor gibiydi ama dışarıdan bakan bir yabancı bu genç adamın, babasına neden böyle yalvar yakar dil döktüğünü merak edeceği tarzda konuşmaktaydı. Öyle içten, mahzun ve samimane konuşuyordu ki Şeyh babası onu susturmaya kıyamamış ‘çocuk rahatlasın biraz’ diyerek kendisini din dinliyor gibi sükut etmişti. Bazı şeyleri de yeni duyuyordu Tâhâ’dan.

Tasavvufun, asıl mecraı olan zühdden nasıl ayrılıp uzaklaştığını, Tevhid akidesiyle bağdaşmayan birçok yanlışlıklar barındırdığını anlatıyordu örnekler verecek:

__ Mesela, Şiiliğin tasavvuftaki tesirinin ne de çok olduğunu öğrendim. Misal; tasavvufî tarikatte Veli’nin mahfuziyeti ile Şiilikteki ‘masum imam’ anlayışı aynıdır. Evliya mezarlarına kudsiyet atfetmenin aynısı şia’da da var. Onlar da ‘masum’ dedikleri imamların türbelerine tapıyorlar. Şia’da da tasavvufta da batınîlik cereyanı çok kuvvetlidir. Şeyhe mutlak bağlılık ve itaat, aynı zamanda ricalu’l ğayb meselesi de öyle… Babacığım, bu söylediklerim sizin için çok rahatsız edici meseleler olabilir. Benim söylüyor olmam daha da acı gelebilir. Bu söylediklerim henüz çok küçük bir kısmıdır. Bu mesleğinizin içinde sadece Şiilik tesiri ve batınilik unsurları değil, Tevhidi bozan daha birçok mesele var. Allah aşkına İslam’ın neresinde ‘Hükümet-i maneviye’ diye bir şey var. Bazı müridlerle yeni konuştum. Ve onlar şuna inanıyorlar: Evet Ricarullah (Gayb adamları) vardır. Bunların başında ‘Kutub’ var ki aynen değirmen taşının mili gibidir. Alem de bu kutbun etrafında döner. Kutubun sağında bir, solunda bir imam vardır. Sağdaki melekût âlemini, soldaki de mülk âlemini idare eder (Haşa we kella…) Böyle, üçler yediler, kırklar diye devam eder. Hatme-i Hâcegân, devran, rabıta ve daha birçok gayr-i İslami unsurlar taşıyan sözde ibadet şekilleri…

Şeyh Muhibbuddin Efendi oğlunun devletin kayıtlarına nasıl ve neden girdiğini şimdi daha iyi anlıyordu. Bunları kimlerden öğrenmiş ve tarikata hasım kesilmesine sebep olmuştu acaba? Ağzını açsa muhakkak Tevhid diyor, Millet-i İbrahim diyerek de kapatıyordu. Biran ne kadar da sabırlı ve mütehammil olduğunu düşündü Şeyh babası. Öyle ya, bir başkası bunları ‘huzur-u penahilerinde’ söylemeye cür’et etse derhal kovulur, linç edilir belki. Oğlunun tasavvufla ilgili anlattıklarını daha önce birçok kez dinlemek zorunda kaldığı ortamlar da olmuştu. Ancak Tâhâ’nın böyle içten ama kararlı anlatımına şahit olunca, o rakik kalbinin, endişe bulutları arasında kaybolduğunu hissetti. Diğer Şeyhler ve müridâ’nın pek âşina oldukları mütebessim vechesinin gittikçe nar gibi kızarmaya başladığını fark eden Tâhâ son bir iki cümleyle tamamladı sözlerini.

__ Babacığım, yanlışa doğru diye yakın olmak yüce Allah’tan uzaklaşmaktır. Siz, şu an gaflet uykusuna yatmış bir toplumun fertlerinde mevcut bulunan müsbet heyecanları uyandırıp canlandıracak konumda ve kuvvetli bir nüfuza sahipsiniz. Öyleyse müslümanların garip olduğu böylesi zor bir zamanda Tevhid dini İslâmı, Rasulullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem doğru menheci üzere ve ashab-ı kiram’ın radıyallahu anhum yaptığı gibi dert edinmek gerekmez mi? Zira şu kaideyi sizden öğrenmiştim ki: Dert, dert edinmekle dert olur. Eğer derdi sahiplenen varsa bir dertten söz edilebilir. İşte benim de derdim budur. Bu dert mukaddes bir derttir. Bu dert ile dertlenen de hakiki mânâda şifa bulur. Hem dünya hem de ahirette akibet onundur…

Tâhâ sustuğunda Şeyh babası, henüz çocuk olarak gördüğü oğlunun (kendince) bu pervasızlığına içten içe kızıyor öte yandan on yedi yaşındaki bir çocuktan pek de beklenmeyecek bir surette öyle ciddi meseleleri dert ediniyor olmasından dolayı karışık hislere kapılıyordu.

Birkaç aydır tüm uğraşlarına rağmen Tâhâ’yı ‘yola’ getirmekte muvaffak olamamanın da verdiği yılgınlıkla cık cıklayıp çıkmak üzere öğleden buyana oturduğu koltuktan kalkarak kapıya yöneldi Şeyh Muhibbuddin Efendi. Tâhâ da Şeyh babasından önce davranarak ayağa kalkıp kendisine eşlik etmek maksadıyla hareketlendi. Şeyh babası, yeni defnedilen ölüye telkinde bulunur gibi son birkaç söz söyledi oğluna:

__ Oğlum, sana biraz daha mühlet. İyice düşün. Başkasının işlerine karışmayı terk et. Filan demokrattır, particidir, laiktir veya sosyalisttir. Olabilir(!) asıl olan iç alemdir. Kimsenin kalbini de yarıp içinde ne olduğunu bilmen mümkün değildir. Bak evladım. Bu saydığın türden insanlardan dergahımıza bağlı yüzlerce, binlerce müridan vardır. Hatta halvethanede erbain çıkaranlar dahi var bu insanlardan. Tarikata bağlı ve Şeyhlerine muti insanlar. Şimdi senin bu söylediklerin faraza, tatbik etmeye kalksak tefrika ve fitne çıkarmış oluruz, hafizenallah… Ha, bir de müridanın kafasını ve kalbini karıştıracak şeyler duymayayım. Yok Batınîlik, yok kabirperestlik yahut rabıta falan… Şunu da bil ki evladım, aklının terazisi bu azim ve derunî meselelerin sikletini çekmez, çekemez… Tevhidi bildiğin gibi hak dini de bil!

Şeyh Muhibbuddin Efendi son sözleriyle adeta ‘günah benden gitti!’ der gibiydi.

Tâhâ’nın bu hallerinden dolayı bir kaç aydır dergahla, müridanla ve arada bir nemalanmak gayesiyle gelen hükümet adamlarıyla bihakkın ilgilenememişti. Misafirleri ağırlamakta herhangi bir problem yoktu ama hem evrad-u ezkarda hem de irşad faaliyetlerinde belirgin bir duraklama yaşandığının farkındaydı o da.

Şeyh babasının, hoşnutsuzluğunu belli ederek sarf ettiği sözlerden sonra müeddeb halini kâmilen muhafaza ile şunları söyledi Tâhâ:

__ Babacığım, yine sizden öğrenmiş olduğum şu sözü hatırlatmak istiyorum. ‘Hakkın hatırı her şeyin üstündedir.’

Bu sırada Tâhâ’nın da beklemediği bir şey oldu ve Şeyh babasından öfkeli bir ses yükseldi:

__ La havle ve la kuvvete illa billah… Yıkıl, fani!

Ertesi günün ikindisinin ilerlemiş vaktinde Müslüm Efendi’nin kendisini yüklükte beklediği haberini aldığında pek bir anlam verememişti buna Tâhâ.

__ ‘Müslüm efendi… Yüklük… Beni bekliyor…’

Evet, bu çağrıdan anlamlı bir sonuç çıkaramıyordu ama farklı bir şey de düşünemiyordu. Belki kendisi ile özel görüşmek istemiştir. Fakat isterse teklifsiz ve randevusuz odasına gelip konuşabilir. Müslüm Efendi kendisi için baba ile amca arası bir şeydi yani. Kundaktan çıkıp beşikten de uzaklaşarak ayakları üzerinde paytak paytak yürümeye başladığı günlerden tâ birkaç sene öncesine kadar ya kucağında, ya omzunda ya da ellerinden tutarak bir yerlere gidip gelirken çoğunlukla onunla beraberdi.

Allah subhanehu ve teâlâ biliyor ya, Tâhâ’nın üzerinde emeği çoktur bu Müslim Efendi’nin. Hem çok da severdi

Tâhâ’yı. Müslüm Efendi’nin, Şeyh babasıyla beraber uzunca bir zamandır kendisini muvahhid müslümanlardan koparıp uzaklaştırmak için nasıl çırpındığını hatırladığında da aklına kötü bir şey gelmemişti.

Elindeki kitabı raftaki yerine özenle yerleştirdikten sonra belki de acele halledilmesi gereken bir işi vardır, diye düşünerek kendisini bekleyen Müslüm Efendi’nin bulunduğu yüklüğe doğru yöneldi.

Kapıyı açıp içeriye doğru bir iki adım atmıştı ki sayısını hatırlayamadığı birkaç gölge üzerine çullanarak yere yatırdılar onu. Yüzükoyun yatırdıkları için kendisine fena muamelede bulunanları henüz görememişti ama kendi aralarında fısıldaşarak konuşmaya başladıklarında Niyazi amcası ile Dündar ağabeyinin seslerini tanıdı. Bu hal şaşkınlığına neden olmuştu tabii. Belli ki Müslüm Efendi de buradaydı ama sesi çıkmıyordu onun. ‘Önceden konuşulmuş, planlanmış bir şey bu’ diye düşündü küçük şeyh, ilk şoku atlattıktan sonra. Kolunu dahi kıpırdatamayacak şekilde bir battaniyenin içine sarıp sarmalamışlar, gözlerini de bir bez parçasıyla bağlamışlardı. Sadece ayakları kalmıştı dışarıda Tâhâ’nın. Bu haliyle atmacanın pençesinde çırpınmakta olan minik bir serçeyi anımsatıyordu. Niyazi ile Dündar da nefes nefese kalmışlardı bu arada.

Tâhâ nefes almakta zorlanıyordu her tarafını saran bu battaniyenin içinde. Battaniye değil de tütün çuvalının içine sokup hapsetmişlerdi onu sanki. Fena halde tütün kokuyordu battaniye. Yüreğini yokladı. Hiçbir korku emaresi yoktu ama beklemediği bir şeyle karşılaşmış olmaktan dolayı şaşkındı biraz. Hem böyle bir muamelede bulunanların öz ağabeyi ile amcasının olması karışık duygulara sevk ediyordu onu. Yere yatırıldığı esnâda gayr-ı ihtiyari tekbir getirmişti. Onu iyice bağladıktan sonra Dündar’ın kaba ve öfkeli sesini duydu:

__ Allahuekber ha! Allahuekber diyerek dergâhımızı yıkmak mıdır niyetin be hey zurnacı!…

Niyazi amcası girdi söze bu kez:

__ Oğlum ne de çok eziyet çektiriyorsun babana, bir bilsen. Kasem ederim ki şu dağlarda ve şehirlerdeki ateistlerden bile çekmedi senden çektiği kadar. Onlar kemik bekleyen ‘Kilabu’l kelib’ gibidirler. Şeyh baban bazen önlerine az biraz kemik atar çeker giderler. Ya sen! Yahu aylardır herkes senden şikayet ediyor. İnsan ekmek yediği sofraya bıçak sokar mı? Büyük Pir dedemizden bu yana ümmet-i Muhammed’i sallallahu aleyhi ve sellem irşad ve himmet gibi mukaddes bir vazifeyle memur olunmuş necib bir ailenin ferdi senin yaptığın fenalıkları yapar mı? Sen kime din öğretme cüreti gösterdiğinin farkında mısın a be şaşkaloz!

Tâhâ’dan herhangi bir tepki alamadı. Sukutu biraz endişelendirdi Niyazi amcasını.

__ Dündar, gözbağını aç bakayım şunun…

Gözbağını çıkardıklarında gözkapaklarını kırpıştıra kırpıştıra görebildiği kadarıyla etrafı süzerken baş tarafında sessiz bir şekilde bekleyen Müslüm Efendi’yi de gördü Tâhâ.

Müslüm Efendi oturduğu yerden kalkarak Tâhâ’nın başına dikildi.

__ Tâhâ, Kurban!

__ ……

__ Bilmiyorsun… Bilmiyorsun. Efendi hazretlerine ve âlî Şeyh’e nasıl bir fenalıkta bulunduğunun farkında değilsin. Senin bu söylediklerini faraza yapmaya kalksak elimizden büyük bir devlet gidecek. Neden anlayamıyorsun? Halbuki senin fetanet u zekâvetinle defaaten iftihar ettiğine şahit olmuşumdur Şeyh babanın… Vallahul azim, eğer şurada pişman olduğunu, şimdiye kadar söylediklerinden vazgeçtiğini ve nasuh bir tevbe ile tevbe ettiğini söylemezsen sana merhamet edilmeyecektir… Bunu bilesin.

Müslüm Efendi konuşurken kapının bir kez açılıp kapandığını fark etti Tâhâ. Kendisini tütün balyasının içerisindeymiş gibi hissetse de Şeyh babasının en çok sevdiği ve adeta onunla özdeşleşmiş misk kokusu doldurdu odayı.

Müslüm Efendi şu an yaptıklarının ne kadar zaruri olduğunu ve aciliyet kesbettiğini gerekçelendirerek anlatımlarına devam ediyordu. Avrupa’daki, Amerika’daki, müridândan bahsediyor, nasıl büyük bir güç ve imkân sahibi olduklarını izaha çalışıyor, tevbe etmesi için iknaya gayret ediyordu Tâhâ’yı.

Tâhâ ise Müslüm Efendi, amcası ve ağabeyinin yaptığı bu hainane davranışlarını onların gerçekten cahil olmalarına veriyor, kızmaktan çok onlar için içtenlikle dua ediyordu.

Geniş kitlelerde Mürşid-i Kâmil olarak nam salmış Şeyh babasının da bu işin içinde olduğunu öğrenmiş olmasına da şaşırmıyordu artık. Zira anahtar cümleyi ağzından kaçırmıştı Müslüm Efendi:

__ Büyük bir devlet, imkan ve güç sahibi olmak…

Yaşından ve zayıf bedeninden beklenmedik bir sükunet ve mukavemet göstermiş olmasından dolayı odadaki herkesin fena halde canı sıkılmıştı. Tâhâ ise çok rahat. Bekleyiş uzadıkça can sıkıntısı gerginliğe dönüşüyordu ama bu halde bile Tâhâ’dan işitmek istedikleri sözleri duyamıyorlardı. ‘Çocuk’ diye küçümsüyorlardı ama sağlam duruyordu Tâhâ.

Tâhâ, nihai amaçlarını kestiremediğinden aklına bir an şehâdet ile ilgili ayetler geldi. Mekke döneminin çileli yıllarını hatırladı. Rasulullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem ashabının mazlumiyetleri ve mahkumiyetleriyle beraber çektikleri eziyetleri hatırlayınca şu an içinde bulunduğu hal, eziyet namına hiçbir şey ifade etmiyordu onun için. Biraz sonra şehadete ulaşacakmış gibi son bir kaç söz söylemek istedi odada bulunanlara. Şeyh babasına dönerek:

__ Babacığım, ben sizleri ebedi ahiret yurdunu imar etmeye, sizler ise beni şu fani dünyaya yönelmeye çağırıyorsunuz. Şüphesiz ki Allah subhanehu ve teâlâ aramızda adaletle hüküm verecektir…

Şeyh Muhibbuddin Efendi, Dündar oğluna işaret etti bir baş işaretiyle. Dündar da yıllardır böyle bir fırsat kolluyormuş gibi Tâhâ’nın ayak bileklerine doğru uzattı ellerinin önce. Ayaklarındaki mestleri ve çoraplarını sıyırdıktan sonra geriye çekildi biraz. Niyazi amcasının eline tutuşturduğu serçe parmağı kalınlığındaki yaş sopayla Tâhâ’nın çıplak ayaklarının topuğuna vurmaya başladı.

İlk darbede metanetini korumaya muvaffak olmuştu Tâhâ. Kalbini O’nun sevgisiyle canlı tutup ruhunu neşelendirdiği Rasûlullah’ı sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabını düşündü yeniden. Bilal’i hatırladı, evet Bilal b. Rebah’ı radiyallahu anh. Güçlü hamileri ve koruyucuları olmadığı için her türlü eziyete duçar kılınan çilekeş öncülleri… Tevhid davasına gönül ve baş koydukları için demir zırhlar giydirilerek kızgın çöl kumlarında güneş altında günlerce aç susuz bırakılan azizleri hatırladı…

Şeyh babası işe falakayla başlamıştı. Rasulullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem ve seçkin ashabının radıyallahu anhum çektiklerinin yanında bu hiçbir şeydi. Öyleyse bu halden dolayı şükretmesi bir vucubiyetti Tâhâ için:

__ Ahad… Ahaad!

Dündar afalladı, Şeyh babası ne dediğini tam olarak anlayamadı Tâhâ oğlunun.

Tâhâ’nın bedeni Kasr-ı Şeyh’in yüklük olarak kullanılan bu izbe köşesindeydi ama Tâhâ, işkencelerle inleyen Mekke’nin sokaklarında Bilal’in radiyallahu anh ayak izlerinin peşindeydi.

__ Ahad… Ahaad!

Tâhâ’nın bu haykırışı Şeyh Muhibbuddin Efendi için şok etkisi yapmıştı. Daha yeni ayıkmıştı bu sese…

Aman Ya Rabbim! Bu el kadar çocuk beni, evet beni… Yani Şeyh Muhibbuddin’i Umeyye bin Halef’in yerine koymakta… Bu nasıl bir iman korudur ki çocuğun yüreğini yakmaktadır. Böyle yapmakla nefsine ne kadar zulmetmiş olduğunun da farkına varmıştı Şeyh Muhibbuddin Efendi. Odadakilerin de duyabileceği şekilde defalarca tevbe ve istiğfarda bulunup büyük oğluna seslendi:

__ Zalim oğlu zalim Dündar! Derhal Tâhâ’mı çöz… (diğerlerine de dönerek) Ve hepiniz tevbe edin…

Şeyh Muhibbuddin Efendi duygu yüklü ve ağlak bir ses tonuyla şöyle dua ederek ayrıldı odadan:

__ ‘Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik. Sen bizi bağışlamazsan, bize merhamet etmezsen, gerçekten zarara uğrayanlardan olacağız.

Önerilen makaleler

İlk Yorumu Sen Yap

Cevap Ver